Teritoryal Ulus Devletin Bir Mikrokozmosu Olarak Kudüs

Kudüs meselesi sadece Kudüs ve Kudüs’te yaşayan insanların şu anda içinde bulundukları durumla ilgili değildir. İster İsrail’de ister Japonya’da olsun, bu modern devleti oluşturan sistem evrensel haklarımızın ihlalidir. Kudüs’ün ‘özgürleşmesi’ sadece Müslüman ülkelerin değil, tüm insanlığın bu teritoryal ulus-devlet çerçevesinden kurtulmasıyla mümkündür.

Naoki Kayyım YAMAMOTO

Dr., Marmara Üni., Türkiyat Enstitüsü

Kudüs’ün toprak meselesi Japonya’da, özellikle sol görüşlü entelektüeller tarafından aktif bir şekilde tartışılmaktaydı, ancak şimdi Japon toplumunda bu konuya olan ilgi azalmaktadır.

Öte yandan Uygur meselesi de sağ görüşlü Japon entelektüeller ve aktivistler tarafından ‘bizim sorunumuz’ olarak tartışılmaya başlandı.

Her iki durumda da Japonların Müslümanların karşılaştığı sorunlarla gerçekten ilgilendiğini düşünmüyorum. Sonuçta onlar sadece kendi ideolojilerine katılmayanları eleştirmek için uygun bir drama arıyorlar.

Dahası, Filistinlilerin, Rohingyaların ve Uygurların karşılaştığı zorluklara ilgi duyan Japonlar çok nadirdir ve çoğu durumda Müslümanlara karşı kayıtsız hatta önyargılıdırlar.

Japonlar arasında sıklıkla tartışılan “tek tanrıcılık hoşgörüsüzlüktür” argümanı buna iyi bir örnektir.

Onlara göre Yahudiler, Müslümanlar ve Hristiyanların Kudüs’ün mülkiyeti konusunda savaşmaya devam etmelerinin nedeni sadece ‘tek Tanrı’yı tanıyan dar görüşlülükten kaynaklanan hoşgörüsüzlüktür ve Japonya gibi çeşitli tanrıların varlığının kabul edildiği ‘hoşgörülü’ bir toplumda bu tür dini ve Japonya gibi çeşitli tanrıların varlığını kabul eden ‘hoşgörülü’ bir toplumda bu tür dini ve siyasi sorunlar yaşanmazdı. Başka bir deyişle, çok tanrıcılığın insanlık ve maneviyat açısından tek tanrıcılıktan daha üstün olduğu savunulmaktadır.

Bu anlayış hiçbir şekilde akademik çevrelerle sınırlı olmayıp sıradan Japon halkı arasında da yaygındır. Kudüs meselesine ilişkin sıradan Japon anlayışı şudur: “Din her şeye rağmen korkutucudur”.

Ancak “tek tanrıcılık hoşgörüsüzdür” argümanı da Japonların üstünlüğüne dair yüzeysel bir argümandır. Eğer çok tanrıcılık gerçekten hoşgörülüyse, Hindistan’daki Hindu aşırı sağının Müslümanlara saldırması sorununu nasıl açıklayabiliriz? Çelişkinin örnekleri için yabancı ülkelere bakmamıza gerek yok, çünkü Meiji döneminin modernleşmesi sırasında modern bir toplum ve saf bir Şinto dini yaratmak için gerçekleşen ‘Budizm’in ortadan kaldırılması’ hareketi nasıl ortaya çıktı?

Her iki örnek de o kadar radikal ve dışlayıcıdır ki, ‘çok tanrılı hoşgörüsüzlük’ argümanı tek tanrılı dünyada da ortaya çıkabilir.

Kudüs meselesi de din perspektifinden tartışıldığı sürece, Japonlar tarafından sadece ‘bizimle hiçbir ilgisi olmayan’ tek tanrılı perspektifin darlığını teyit eden bir vaka olarak görülecektir.

Bu meseleyi, her insanın, ‘çok tanrılı dine inananların bile’ karşılaşabileceği evrensel bir kriz olduğunu göstermek için nasıl açıklayabiliriz?

Ancak Kudüs sorunu asla Arapların ya da Müslümanların sorunu değildir. Aslında bu sorun ulus devletler çerçevesinde yaşayan hepimizin sorunudur.

Örneğin; Türkiye’den Kudüs’e seyahat ettiğimizde pasaportumuzla havaalanına gidiyoruz ve ‘yabancı bir ülkeye’ seyahat ediyoruz.

Ancak Türk pasaportu ile Japon pasaportu arasında vizesiz girebileceğimiz ülke sayısı farklı. Neden?

Bu ayrımcı sistem için pek çok tanıdık olmayan bahane duydum ama hiçbir zaman mantıklı bir açıklama duymadım. Bu basit bir apartheid.

Üstelik Müslümansanız bu durum daha da garip bir hal alıyor. Eğer Müslüman bir toplumdan Müslüman bir topluma seyahat ediyorsanız, yasal olarak pasaporta ihtiyacınız yoktur. Eğer Müslüman bir topluma seyahat eden Yahudi olmayan biriyseniz (örneğin bir Hristiyan), Müslüman bir birey tarafından verilen bir güvenlik belgesi (Amana) yeterlidir. Neden bizi kısıtlayan bir pasaport sistemini kabul ediyoruz?

İnsanların dolaşımına getirilen kısıtlamalar esasen Batı medeniyetinin yarattığı ‘insan hakları’ kavramının tam tersidir. Pasaport hiçbir zaman ‘başka bir ülkeye gitmenize izin veren’ bir özgürlük ifadesi değildir. Ulus-devletler ve sınırlar kavramını kabul etmedikçe ‘başka bir ülkeye gitmeyi imkânsız kılan’ bir sözleşmedir. Bu tıpkı George Orwell’in 1984’ünde Ekonomi Bakanlığı’nın Bolluk Bakanlığı, Savunma Bakanlığı’nın da Barış Bakanlığı olarak adlandırılması gibidir.

İngilizce’deki ‘Kudüs sorunu’ ve ‘Filistin sorunu’ kavramları da sorunun doğasını gizlemek için ortaya atılmış kavramlardır.

Başka bir deyişle, Kudüs meselesi sadece Kudüs ve Kudüs’te yaşayan insanların şu anda içinde bulundukları durumla ilgili değildir. İster İsrail’de ister Japonya’da olsun, bu modern devleti oluşturan sistem evrensel haklarımızın ihlalidir.

Kudüs’ün ‘özgürleşmesi’ sadece Müslüman ülkelerin değil, tüm insanlığın bu teritoryal ulus-devlet çerçevesinden kurtulmasıyla mümkündür.

Yukarıdakileri savunurken, ‘büyük bir soyut argümana çok fazla geri dönüyorsunuz’ denilebilir. Ancak, olayların ‘bizimle ilgili’ olduğunu hissetmek için, örnekleri soyut unsurlara indirgediğimizde ve bu unsurların içinde yaşadığımız çevrede de mevcut olup olmadığını düşündüğümüzde, soyut düşünmemiz gerekir. ‘Çok tanrıcılığın daha hoşgörülü olduğu’ görüşü de cehaletten ziyade bu tür soyut düşünme eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

Kudüs meselesi, modern Batı dünyasının, ulus-devlet sistemleri içinde yaşayan insanları, karşılaştıkları evrensel sorunlar konusunda farklı bakış açılarıyla yanıltmak için kullandığı bir kama. Bu takozdan zarar görenlere insani yardım yönünde düşünmeli ve aynı zamanda bu takozu atan aktörlerin ne olduğunu düşünmek için soyut düşünce egzersizini ihmal etmemeliyiz.