İslâm-Batı İlişkileri Çerçevesinde Medeniyet Meselesi*

İslam yaşam tarzının kendi nefsinden önce karşındakini terci etme bilinci; Batı Avrupa’dan zuhur eden ve tüm insanlığa dayatılan modern dünyada ise; insanların kendisini ve çıkarlarını koruması ve bunun için yaşaması şeklinde bir üst ilke olarak karşımıza çıkar.

Nihal PAKIRDAŞI

Haşr Suresi’nin “Kendileri ihtiyaç içinde olsalar dahi başkalarını kendi nefislerine tercih ederler.” ayetinin nüzul sebebi olarak gösterilen Hz. Ebu Talha el-Ensari (r.a), Asr-ı Saadet zamanında îsâr; yani kendi ihtiyacı varken elindekini Allah için verme alicenaplığını gösteren eşsiz yücelikte bir sahabi. Allah’ın son elçisi Efendimizin (s.a.v) getirdiği İslâm’ın ahlâkı ile ahlâklanmış, ihtiyaç sahibi karşısında gösterilen bu yüksek nezaketli verme biçimini zamanı geldiğinde “Eline bir şey geçerse şükretmek, geçmezse sabretmek, Belh köpeklerinin yaptığıdır. Biz elimize bir şey geçerse, onu bir din kardeşimize veririz. Geçmezse, hiç üzülmez, Rabbimize şükrederiz” şeklinde Tebe-i tabiînden olan Şakik-i Belhi ile birlikte nice İslâm’a gönül vermiş müminlerde görürüz.

İslam yaşam tarzının kendi nefsinden önce karşındakini terci etme bilinci; Batı Avrupa’dan zuhur eden ve tüm insanlığa dayatılan modern dünyada ise; insanların kendisini ve çıkarlarını koruması ve bunun için yaşaması şeklinde bir üst ilke olarak karşımıza çıkar. Tüm dünyayı etkisi altına alan modern Batı’nın (!) modern dünyası Müslüman bilinci de etkisi altına alarak önemli ölçüde sekülerleştirmeyi başarır. “18-19. yy. öncesine gittiğinizde İslâm dünyasındaki varlık ilkesi insanların öncelikle kendilerini koruması olmadığını, her bir insanın kendi dışındaki diğer insanları ve tabiatı koruyarak, onun üzerinden kendi varlığını teminat altına almayı, varlık ilkesi olarak benimsendiğini ve uygulandığını görebiliriz” der Tahsin Görgün, “İslâm-Batı İlişkileri Çerçevesinde Medeniyet Meselesi” kitabında. İçerik olarak sayfa sayısının fersah fersah üstünde olan eser, Müslüman zihniyetine kendini hatırlatan, 18. yy.’dan beri dayatılan ezberleri bozan ve yapılacak birçok iş için halis bir niyetin olması gerektiğine dikkat çeker. Düşünce ve eylemleri alışılan Avrupa merkezci bir yaklaşımın aksine hakikatli bir bakış açısıyla ele alan Tahsin Görgün’ün bu kıymetli eseri, başucu kitabı olma özelliğinde.

Tahsin Görgün kitabına; “İslâm medeniyetinin dünya tarihindeki yeri nedir? Batı medeniyetinin dünya tarihindeki yeri nedir? Özellikle yaşadığımız dünyanın hâlini dikkate aldığımızda, acaba geleceğe hakikaten umutla bakmak için elimizde gerekçelerimiz var mı?” şeklindeki esaslı üç soruyla başlıyor ve okuyucusunu İslâm- Batı konusunda derin bir tefekküre götürüyor.

Kitabına ilk olarak medeniyet kavramını açıklayarak giriş yapan Görgün; Türkçede ilk olarak 19. yy.’ın ortalarında kullanılan “medeniyet” kelimesinin, Batı Avrupa’da yaşayan bir zümrenin hayat tarzını ifade etmek için kullanılan “civilisation” kavramını belirtmek için uydurulmuş bir kavram olduğuna dikkat çekiyor. Batılıların sadece kendilerinde bulunan bilgi ve hayat şekillerine medeniyet dediklerini, başka bölgelerde yaşayan insanların hayat tarzlarına, nasıl bir hayat tarzı, toplumsal düzen olursa olsun “civilisation” denemeyeceğini; çünkü bu kavramın zuhurunun ön şartlarının sadece Batı Avrupa’da olduğuna dikkat çekiyor. Ayrıca, Avrupalı için başka yerlerde bu ön şartların tahakkukunun mümkün olmadığından Civilisation’un başka yerlerde bulunmasının düşünülemeyeceğinin altını çizen Tahsin Görgün, bu bilgi ışığı etrafında sorularına cevap arıyor. Medeniyet teriminin kullanılmadan önce onun kavramının Batı Avrupa dışında her yerde mevcut olduğuna dikkat çeken Görgün, özellikle Müslümanların en başından itibaren, bir hayat tarzına sahip olduklarını ve bir toplumsal düzen içinde yaşadıklarını ve bu hayat tarzını ifade eden birçok terimimizin olduğu vurguluyor. İlk olarak İbn Haldun’un “Umran” kelimesine dikkat çeken Görgün; Umran kelimesinin ömürden geldiğini ve İbn Haldun’un bir insanın nefeslerini alıp verirken yani ömrü boyunca ortaya koyduğu her şeye umran dediğini aktarıyor. Ayrıca, Orta Asya âlimlerinin ve Osmanlı ulemasının kullandığı “Nizam-ı Âlem” ve “Dârül-İslâm” tabirlerinin medeniyeti ifade etmek için kullanılan yaygın terimler olduğunu ekliyor.

Eserde, Müslümanları ve İslâm medeniyetini tarih marifetiyle yok etmek istendiğine dikkat çeken Görgün, bu konuyla ilgili zihinlerde dönüm noktası olabilecek bir noktaya dikkat çekiyor. Yazar, Almanların en önemli şairi olan Goethe’nin o günkü Batı Avrupalıların, Müslümanlar ve Hz. Peygamber hakkında oldukça düşmanca ve kötü fikirlere sahip olduklarını, Müslümanları hep ötekileştirdiklerine dair yaygın söylemi dikkate aldığımızda nasıl oluyor da Goethe Mahomets Gesang (Kaside-i Muhammediye)’yi yazabildiğini sorguluyor. Goethe’nin şiirinin arka planını anlamak için, sorusunu o dönemde yazılmış dünya tarihi kitapları üzerinden de ele alan Görgün, geniş bir perspektif eşliğinde Orta Çağ diye bir dönemin tarih yazarlığı marifetiyle icadının İslâm’ı ve Müslümanları tarih dışına ittiğini belirtiyor. Bu tasnif ile birlikte Batılıların İslâm’a ve Müslümanlara atıfta bulunmadan da geçmişten bahsetme imkânını ele geçirdiğini ve bunu sonuna kadar nasıl kullandıklarını okuyucusuna gösteriyor. Avrupa’nın dışında kalan toplumların bu mevcut durumu kabullenmekle birlikte çıkan vazifeleri de detaylı bir şekilde eserinde sıralayan Görgün; kendi farklılığımızı da keşfetmenin nasıl büyük farklara yol açacağını da okuyucusuna anlatarak yüzyıl boyunca süren bu derin uykunun artık bitmesi gerektiğini ısrarla vurguluyor.

Eserde ayrıca bütün medeniyetlerin bir dini olduğunu savunan Toynbee’den, modern düşüncenin başlatıcısı ilk modern filozof olarak görülen Nicalaus Cusanus’a; Montaigne’den Pierre Charron’a kadar birçok Batılı düşünürlerin, İslam yaşam düşüncesinden apardıkları ve hikmetin esası kabul edilen “kendini bilen Rabbini bilir” ilkesinin, nasıl adım adım hümanizme, oradan da ateist hümanizme dönüştürdüklerini derin bir okumayla okuyucusuna sunuyor.

“Doğulu ve Batılı düşünürler eşliğinde nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Bizden ne bekleniyor?” sorularına Batı medeniyetinin bir cevabının olmadığının altını çizen Görgün, onların sadece Evrim teorisi bağlamında “tür” olarak insan türünün nereden geldiğini cevaplandırabileceğini işaret ederek, Batı’nın görüş açısının darlığını eserinde açık açık gösteriyor. Ayrıca Görgün, Hristiyanlığın ruhbanlık yani dünyayı terk etmek demek olduğu için yerküreyi imar etmek gibi “dünyevi” ideallerin Hristiyanlığa uymadığını da belirtiyor. Görgün buradan hareketle, Hristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki farkın zuhur ettiği gibi modern dünya ile Müslümanlık arasındaki açığın zuhur etmesinin de kaçınılmaz olduğunu hatırlatıyor. İslâm medeniyetinin aksine modern medeniyetin insanların ebedi mutluluk umudunu da çaldığını dile getiren Görgün; Müslüman olmakla dünyadaki hiçbir şeyi ihmal etmeden, ölçülü bir şekilde yaşama imkânına sahip olurken, bunun daha ötesi ile alakalı bir ufka da sahip olunduğunu belirtiyor.

Ayrıca Görgün eserinde; Batı Avrupa’da Kant ile başlayan birey ve bireyciliğin modern dünyayı, siyasetten hukuka kadar sadece bu dünya düşünülerek nasıl dizayn edildiğini; Müslümanların ise bütün hazlarında, nimetleri istifadesinde ve imkânları kullanımında ölçüsüzlüğe yer olmayıp; İslâm inancında, Müslüman dünyasında, İslâm’ın medeniyet ufkunda, tek tek, fert olarak Müslümanın geleceğini cennet olarak düşünüp dizayn etmesindeki devasa farka dikkat çekiyor. Görgün farkımızı ortaya koymanın salih bir niyete bağlı olduğunun da altını çiziyor.

Avrupa’da İslâm yeni bir olgu gibi lanse edilse de gerçekler yansıtılanın aksine Müslümanların Avrupa’ya seferi Tarık Bin Ziyad’ın Endülüs’ü fethi ile başlamıştır. Avrupa’daki İslâm konusunu Civilisation, Medeniyet ve Umran ayrımını yap(a)madan daha derinden ve yakından analiz etme imkânının olmadığı da bir gerçektir. Bu açığı kapatmak için zamanımızın önemli mütefekkirlerinden biri olan Tahsin Görgün tarafından büyük bir emeğin ürünü neticesinde hazırlanan “İslâm-Batı İlişkileri Çerçevesinde Medeniyet Meselesi” okuyucusunu beklemektedir.

* Tahsin. Görgün, İslâm Batı İlişkileri Çerçevesinde Medeniyet Meselesi. İstanbul: Endülüs Yayınları, 2020.