Avrupa’da Müslüman kimliğinizle yaşamaya çalışmak, bazı açılardan, İslam coğrafyalarında zalim idareciler veya baskıcı rejimler altında yaşamaktan daha kolay olsa da buranın her konuda hak ve hürriyetlerin korunduğu bir cennet olduğunu düşünmek ham hayalden öte bir şey değil.
Mülayim Sadık Kul

Başlık, ilk bakışta, o dönemi yaşamamış olanlara, “Ne alaka?” diye bir soru sordurabilir. O günleri, ailece yaşamış bir fert olarak, bu ilişkinin ne manaya geldiği, yazımızın temel konusu. Kısaca söylemek gerekirse, o dönemin mağdur ve mazlumları için tüm çıkış yolları tıkanınca Avrupa’ya yönelmekten başka çare kalmamıştı. Her kardeşimiz bu kadar şanslı olmasa da başörtüsü mağduru pek çok bacımız, eğitimlerini Avrupa’da, özellikle Avusturya’da tamamlayabilmek için yollara düştü. İmkânı olanlara paralı eğitim yapabilecekleri Amerika ve benzeri opsiyonlar açık olmakla birlikte çoğunluk kıt kanaat geçinebilecekleri fırsatları değerlendirmeye çalıştı. Bu satırları, ‘’Her karanlık gecenin bir sabahı olduğu’’ hakikatini, acı ve tatlısıyla yaşayanlardan biri olarak, tarihe küçük bir not düşme adına karalıyorum.
İnsicam dergimiz bu ayın dosya konusu olarak Avrupa ve İslam’ı ele alınca, aklıma birçok başlık gelmekle birlikte, kendi Avrupa macerama işaret etmek daha isabetli gibi geldi. “Bizden sonraki neslin en büyük handikapı nedir?” diye sorulsa, “Kendilerinden önce olup bitenler hakkındaki bilgisizlikleri; diğer bir ifadeyle, bilseler de bu konulardaki duyarsızlıkları.” diyebilirim. Gerçi bu durum neredeyse her neslin meselesi. Bu anlamda beylik laflar ve büyük tespitlerde bulunmak yerine tecrübelerimizi paylaşmanın, belki gönüllere dokunma anlamında daha faydalı olacağını düşünerek bu satırları dikkatlerinize sunuyorum.
Pakistan’daki eğitimim sonrası Türkiye’ye dönmüş, evime yerleşmiş, değil Türkiye’nin, belki dünyanın en kıymetli müesseselerinden olan İslam Araştırma Merkezi’nde (İSAM) görevli olarak çalışmalarıma devam ediyordum. Rabbim, bir ilim talebesine nasip olabilecek en mükemmel imkân ve kombinasyonları nasip etmiş, ülkeme kesin dönüş yapmadan yerimi hazırlamıştı. Şimdi üzerime düşen, gece gündüz demeden bu nimetlerin şükrünü eda etmeye çalışmaktı. Öyle yapmaya da gayret ettim.
O günlerde, yıllarca süren Pakistan gurbeti sonrasında hayatımın en verimli dönemlerinden birini yaşadım diyebilirim. İSAM çatısı altında ya da dışında ihtiyacım olan hoca ve arkadaşlarla ilim susuzluğumuzu gidermeye çalışıyorduk. Farklı konularda bursiyer olan araştırma adaylarının kendi alanları ve çalışmaları hakkında verdikleri bilgiler ufkumuzu daha geniş tutabilme imkânı sağlıyordu. Aramızda yaptığımız özel dersle sohbetler, bugün bile özlemini duyduğum kalite ve güzellikteydi.
Gelgelelim göklerden gelen emir farklıymış. “Gurbet hayatı bitti artık.” diye düşünürken biraz aceleci davrandım galiba. Meğerse bizi yeni gurbet ve ufuklar, imtihanlar, tecrübeler beklemekteymiş. Yani, başlangıcı çile gibi görünen ama içinde birçok nimet barındıran yeni bir gurbet yolculuğunun hazırlıkları başlıyormuş.
28 Şubat denilen zulüm dönemi girdabına bizi de alınca o kurulu düzen yerini kaosa bıraktı. En azından dış görünüş böyle söylüyordu. Son bir çırpınışla doktoramızı yurtdışında yapabilme amacıyla çaldığımız kapılar, o dönemin çaresizliği içinde, bize de kapatılıyordu. İSAM idarecileri, “Başının çaresine bak.” mesajının ötesinde bir şey yapamıyordu. O dönem, kurumun teftişi esnasında İSAM’a gelmemem söylenmişti. Varlığımın İSAM gibi bir kuruma bile sıkıntı oluşturabileceği korkusu, o günün şartlarında beklenen bir durumdu. Dolayısıyla, beni eve göndermiş, dosyalarımı zulaya kaldırmışlardı. İnsanın o beylik ifadeyle, “Sen neymişsin be abi!” diyesi geliyor.
Artık çalınacak tek bir kapı kalmıştı. Aslında diğer tüm kapılar da ya bu kapıya açılır ya da çıkmaz sokağa dönüşürdü. Bunu kulağıma fısıldayan hocalarımdan biri de tavsiyelerini rica ettiğim Hayrettin Karaman Hocamdı: “Evladım! Başka kapılarda medet aramaktan vazgeç! Senin yukarıyla aran iyidir. Tevekkül et, Rabbin seni aç açıkta bırakmaz. Bir kapıyı kapatır, bin kapıyı açar.” Söylenenlere Âmin demekten başka elimden ne gelebilirdi!
Gerçekten de öyle oldu. Daha önce hiç aklımıza düşmeyen rahmet kapıları kısa sürede birer birer açılmaya başladı. Bunlardan biri de kendisinden bir müddet mantık okuma şerefine nail olduğum Nureddin Can Hocaefendiydi. Bu hocamla tanışmama, İSAM bursiyer arkadaşlarımdan Zekeriya Hayır kardeşim vesile olmuştu. O sıralar doktora tezim sebebiyle, yana yakıla, eski usul mantık okutacak birini arıyordum. Dücane Cündioğlu’yla bir derslik olan İsagoci serüvenimiz inkıtaa uğramıştı. Onunla nasibimiz bu kadarmış. “Olanda hayır vardır.” ilacına sarılmaktan başka çare var mı?
Rahatsız olduğu için artık öğrenci okutmayan Nurettin Can Hocam çaresizliğimi görünce bana ders vermeye ikna olmuş ve kısa süre önce tanışmamıza rağmen bu fakire her türlü desteği sunmuştu. Kaderde ne varsa o oluyor. Hayrettin Hocamın da dediği gibi, Mevlam başka kapılardan nasibimizi kesmiş olmalı ki, kendisinden gayrısına muhtaç etmedi. Bu hikâye de kendi adıma oldukça ibret dolu.
Merhum Nurettin Hocamı hayırla anarken bazen rahmetin önüne, zahiren de olsa, set çekmeye çalışanların çıkabildiğini de not düşmek isterim. Neden mi? Nurettin Can Hocamın ayarladığı bursa birileri maalesef engel oldu da ondan. İsrafil, Sur’a üflediğinde her şey ortaya çıkar elbette. Bu haksızlığı yapanların vereceği cevabı doğrusu ben de merak ediyorum. Ya çekilecek çilemiz vardı ya da Mevla kapısından başka yerlerde medet arayan adamı te’dip etmişti. Hikmetinden sual mi olunur? Dostlar, demedi demeyin: Şahıslara takılmayıp kaderin sahibiyle olan ilişkiyi sağlam tutmaya bakın. Biraz sabır, biraz tevekkül ve gayret neticesi, Rabbim nimet kapılarını bir bir açınca bize de oradan girip verdiği nimetlere şükretmek kaldı.
Dışı Seni Yakar, İçi Beni
Almanya tecrübesi “Dışı seni yakar, içi beni.” veya “Sudan çıkmış balığa dönmek.” tabirleriyle ifade edilebilir. O yüzden, Halil Çayan kardeşimin Avrupa hayali kuran gençlere yönelik kaleme aldığı “(Av)rupa Yolunda Av Olmayın” adlı yazıya da bir göz atmanızı tavsiye ederim. Kim bilir! “Davulun sesi uzaktan hoş gelir.” atasözü böylesine hayal kuranlara hatırlatılabilecek belki de en gözel hakikattir.
Avrupa’da Müslüman kimliğinizle yaşamaya çalışmak, bazı açılardan, İslam coğrafyalarında zalim idareciler veya baskıcı rejimler altında yaşamaktan daha kolay olsa da buranın her konuda hak ve hürriyetlerin korunduğu bir cennet olduğunu düşünmek ham hayalden öte bir şey değil. Bunun en açık örneklerinden biri son günlerde İslam aleyhinde yaşanan gelişmeler. Fransa, devlet ilkokulları ve ortaöğretimde başörtüsü takmayı resmen yasakladı. İsveç’te, Kurban Bayramı’nda tüm dünya Müslümanlarının gözü önünde, Kur’an’a yapılan hadsizlik ve hakaret fikir hürriyeti olarak açıklandı. Oysaki, aynı ülkelerde belli konularda mevcut tabulara asla dokunamazsınız. Son günlerde Türkiye’de de gündemde olan “Farklı cinsiyetlerin eşitliği ve İsrail Devleti ile ilgili konular.’’ buna örnek olarak gösterilebilir.
Müslüman çocukların bu toplumda dini ve farklı kimlikleri sebebiyle yaşamak zorunda kaldığı ayrımcılık saymakla bitmez. Kızımın kiliseye ait bir anaokulunda iki haftalık stajının, örtüsünden dolayı engellenmeye çalışılması diğer bir örnek. Çocuklarımız maalesef böylesine dini bir kurumda bile aşağılanmalara maruz kalabilmekte. Bu kardeşiniz, en üst seviyedeki yetkililere ulaşarak meseleye müdahil olmasaydı, kızım anaokulunun kapısından ağlayarak geri dönmek zorunda kalacaktı.
Demem o ki, yalnızca kendi çocuklarımın maruz kaldığı ayrımcılığı anlatmaya kalksam sayfalar sürer. Dolayısıyla, bu toprakların maddi olarak sunduğu bazı imkân ve fırsatlar hatırlansa da ödettiği ağır faturalar unutulmamalı. Bu hakikatlere, buradaki hayat hakkında daha gerçekçi bir resim sunabilme adına işaret ediyorum. Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, yıllar içinde birçok konuda mesafe kat etmiş olsa da yapılacak iş ve gidilecek yol henüz bitmedi.
Yeri gelmişken, gerek İbrahim Kalın’ın Barbar Modern Medeni, gerekse Wael B. Hallaq’ın Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek adlı kitabında modern Batı mantalitesi hakkında yaptığı tespitleri bir daha hatırlamamız gerektiğine inanıyorum. Zira, tüm insan hakları ve hürriyet çığırtkanlığına, bayraktarlığına rağmen Aydınlanma’dan bu yana 20. ve 21. yüzyıllarda, bu mantalite sonucu, hangi katliamların gerçekleştiği akıldan çıkarılmamalı. Yeryüzünde akan kanlarla çekilen insanlık dramlarının bütün faturasını Batı’ya kesmek doğru olmasa da çoğunun buralarda ekilen fitne tohumları sonucu olduğu unutulmamalı.
Son yıllarda Batı’da İslam bağlamında gündemden düşmeyen konulardan biri, buralara farklı motivasyonlarla iltica eden Müslüman mülteciler meselesidir. Yazımızın sınırlarını zorlamamak adına kısaca işaret edelim.
Avrupa’da Müslüman Mülteciler
İslam coğrafyalarındaki savaş ve kargaşalar son yıllarda milyonlarca insanı Avrupa sevdasıyla perişan etti. Kimileri Aylan bebek gibi denizlerde boğulurken kimileri soğuk kış şartları altında yollarda hayatını kaybetti. Türkiye’ye arabayla yaptığımız yolculuklar esnasında bazen bu insanların gruplar halinde yol kenarlarında ve tarlaların arasında yürüdüğüne şahit oluyorduk. Medyadaki haberler buraya ulaşamayanları pişman gibi lanse etse de gelebilenler muhtemelen yakın bir zamanda bin pişman olacak.
Buradaki Müslümanlar, birçok konuda olduğu gibi, Müslüman mülteci akınında da hazırlıksız yakalandı. Misyonerler, devletin de desteğiyle, mültecileri her alanda çepeçevre kuşatırken bizler olanları seyretmekten öteye gidemedik. Bu hususta oldukça gayretli kardeşlerimiz ve cemiyetler olsa da yapılanların ancak devede kulak mesabesinde olduğunu ifade etmek gerekir.
Avrupa’ya ulaşan göçmenlerin büyük imtihanlardan geçeceği günler çok da uzak değil. Buranın şartlarında yetişen ve misyonerlerin kıskacında kültür emperyalizmine maruz kalan yeni neslin işi hiç de kolay görünmüyor. Avrupa devletleri tüm kurumlarıyla bu mültecilere imkânları seferber etmiş durumda. Ortaya konanlar, bir nevi maddi refah sunmuş olsa da topluma entegrasyon adı altında yapılan bazı uygulamalar, mültecilerin kendisine ve dinlerine yabancılaştırılması olarak da yorumlanabilir.
Avrupa’da, özellikle Almanya’da, kiliseler devletin sosyal işlerini havale ettiği kurumlardır. Dolayısıyla, bu sığınmacı insanlar, çok sıkı bir kilise ve Hristiyanlaştırılma kıskacı altında bulunmakta. Devlet bu işi oldukça akıllı bir şekilde organize ederken, kendisi seküler olsa da Müslümanların Hristiyanlaşmasına el altından destek olmakta. Mesela, din değiştirenlerin oturum problemi, çok daha kısa sürede çözüme kavuşturulmakta.
Bu olumsuz gelişmelere rağmen Müslüman olarak ümitsiz olmak doğru olmaz. Ümitli olmak için de asgari olarak üzerimize düşenleri yerine getirmek zorundayız. Burada dile getirmeye çalıştığımız küçük kesitlerde bu ümitsizliği beslemek adına değil, tam tersine zamanı kuşanmak adına yapmamız gerekenleri doğru tespit gayreti olarak görülmelidir. Herkesin bir planı varsa, Rabbimin de bir planı var. Mesele, O’nun planındaki yerimizi doğru tespit etmekte.
Dolayısıyla bu tespitleri nankörlük olarak değil, bütün olumsuzluklara rağmen Rabbimin nimetinin ne kadar büyük olduğunu ifade sadedinde söylüyorum. Avrupa’da Müslümanların çok zor şartlarda elde ettiği nimet ve ikram boyutunu ifade etmekten aciz olduğumun farkındayım. Biraz sabır, biraz gayret. Sonuç, hayret mi hayret! Vakit, Erzurumlu İbrahim Hazretleri’nin Tevfiznamesi’ni, hatırlama vakti.
“Hak şerleri hayreyler.
Zannetme ki ğayreyler.
Arif ânı seyreyler.
Mevla görelim neyler.
Neylerse güzel eyler.”
Rabbimin lütfu olarak, gurbet diyarını hem Doğu’da hem Batı’da tattık. Pakistan yıllarında bazen Batı’ya gitme fikri gönlüme düşse de “Ne işim var oralarda?” sorusuyla konuyu kapatırdım. Meğerse gönül, geleceğe yönelik hazırlıklar içindeymiş.
Derken Avrupa cenderesine bizler de düştük. Bu cendere bize ölümsüz dostlukların yolunu da açtı. Aklımızın ucundan geçmeyen imtihanlar yanında binler ikram-ı ilâhîlere ve lütuflara da bu gurbet yurdunda muhatap olduk.
Bahsettiğim tecrübelerin Ketebe Yayınları’ndan çıkan Avrupa Kilise Cami adlı kitapta detaylıca işlendiğini hatırlatırken bu hususta daha fazla bilgi arzu edenlerin o esere müracaatını tavsiye ediyorum.
Avrupa’nın Arka Bahçe Camileri (Hinterhof Moscheen) şeklinde ifade edilen küçük ama bereketli mescitlerde, eşimle birlikte yıllarca, neslimize kimliklerini ve dinlerini öğrenmelerine vesile olmaya çalıştık. Sadece bu tecrübelerimi kaleme almaya kalksam, onlarca sayfa karalamam gerekir. Kısaca söylemek gerekirse, şimdi camiler büyüdü. Bundan yaklaşık yirmi beş sene öncesindeki küçük mescitler, yerlerini daha büyük ve daha güzellerine terk etti.
Son yıllarda İslam coğrafyalarındaki çalkantı ve savaşlar sebebiyle mülteci akınına uğrayan Avrupa, 28 Şubat marifetiyle bizim de eğitimimizi tamamlamak için iltica ettiğimiz sığınak oldu. Camilerde yapmaya çalıştığımız gayretleri bereketlendiren Rabbim bizleri çocuklarımızın resmi okullarda dinlerini öğrenmeye de vesile kıldı. Şimdi sorumluluğumuz bir kat daha arttı. Zira, artık okullarda çocuklarımızı yetiştirecek öğretmenleri ve hocaları eğitme göreviyle de baş başayız.
Rabbim gönül fethi yolculuğumuzda bizi ve bu yolun yolcularını daha nice hayırlara/fetihlere vesile kılsın!