Almanya’da Göç ve İslam

Batı/Almanya kendi ülkelerinde kalıcı olmaya başlayan Müslüman toplumlara bir çerçeve, kendine uydurma, onları konumlandırma, onlara nasıl yaşamaları gerektiği konusunda yön verme, onlara gidecekleri rotayı gösterme gibi bir tavır ve tutum içindeler. Peki, bu saikin arkasında ne olabilir?

Sahra ŞAHİN

Akademisyen-Yazar

Almanya’da İslam ve Müslümanlar

1960’lı yıllarla beraber iş gücü olarak Avrupa’ya göç eden Türkler, orada yeni bir dini, sosyo-kültürel ve ekonomik hayat inşa etmeye başladı. Bu süreç 90’lı yıllara kadar geri dönme ve kalıcı olma arasında gelgitlerle sürdü. Önceleri geçici olarak gördükleri dini dernekler ve camiler kuruldu. Cami yapıları da ona göre bina edildi. Kalıcılık öne çıkmaya başlayınca talepler de bu yönde şekillenmeye başladı. Okullarda İslam din dersleri okutulmaya başlandı. 2000’li yıllardan itibaren Alman üniversitelerinde İslam ilahiyat fakülteleri kurulmaya başlandı. Müslüman akademisyenler ve Almanca İslami literatür sayısında artış başladı. Bu gelişmeler, bir yandan bazı ön yargıların kırılmasına yardımcı olurken Almanya’daki yerli topluma ve araştırmacılara İslam’a ve Müslümanlara yönelik yeni perspektifler kazandırdı. İslam, Müslümanlar ve en büyük göçmen nüfusu olarak Müslüman Türkler Almanya’nın ve Avrupa’nın gündeminde geniş bir yer buldu ve en çok tartışılan konulardan oldu. Diğer yandan da Almanya’da kalıcı bir Müslüman toplumu ve nüfusu oluşması bazı kesimlerin endişelerini artırdı.

Bu bağlamda son dönemlerde İslam ve Müslümanlar ile ilgili genel olarak Alman basınında, akademisinde, kamuoyunda ve politik arenasında yapılan diskurda; “İslam Düşmanlığı/ İslamfeindlichkeit”, İslam karşıtlığı, İslami kuruluşlar, Müslümanların entegrasyonu, Erdoğan etkisi, Avro-Euro İslam, İslamofobya, namaz kılan öğrenciler, başörtüsü, Müslüman kız öğrencilerin yüzme dersleri, İslamlaşma, imamlar, camiler, minarenin boyu, cami saldırıları, İslam’ın tanınması, İslami semboller, siyasal İslam, radikal İslam, liberal İslam, selefilik, paralel toplum, yükselen sağ, kültür savaşı, öncü kültür (Leitkultur), İslam’ın Avrupa’ya-Almanya’ya ait olup olmaması, İslam din dersleri, Müslüman nüfus, İslam ve Batı, çok kültürlülük gibi onlarca farklı başlık altında yoğun bir tartışma yürütülmektedir. Bu ve benzeri konular çoğunlukla Almanya’da ortaya çıkmakta, akabinde diğer Avrupa ülkelerine sirayet etmektedir. Peki neden bu konular bu kadar gündemde? Bu kadar gündem yapılmasının arka planı ve amaçları neler olabilir? Ayrıca, Avrupa’da veya Almanya’da diğer Hristiyan ülkelerden gelenler, göçmenler de Türkler ve Müslümanlar kadar gündem yapılıyor mu? 

Avrupa’nın İslam’a “istikamet çizme” Arayışı

Yukarıdaki soruların cevapları detaya girildiğinde hacimli yazılar ve eserler tutar. Kısa başlıklar halinde söyleyecek olursak başlıca şunları yazabiliriz: İslam ile kendi coğrafyalarında yeni karşılaşmış olmaları, tarihi İslam bagajları, “öteki” tanımlaması, demografiyi koruma güdüsü, tarihi olarak Batı’nın üstünlükçü anlayışı, kültürel olarak betimleyici anlayışa sahip olmaları vb. Bütün bu saiklerlerle Batı/Almanya kendi ülkelerinde kalıcı olmaya başlayan Müslüman toplumlara bir çerçeve, kendine uydurma, onları konumlandırma, onlara nasıl yaşamaları gerektiği konusunda yön verme, onlara gidecekleri rotayı gösterme gibi bir tavır ve tutum içindeler. Peki, bu saikin arkasında ne olabilir? Bu durumu biraz anlamaya çalışalım:

Batı’nın İslam ile tanışması yaklaşık 8. yüzyılda başlamıştır. İlk başlarda Hristiyan din adamları ile başlayan bu tanışıklık, Endülüs’ün Fethi ile birlikte kitlesel hale gelmiştir. Daha sonra Haçlı Seferleri ile yoğun bir sıcak çatışmaya dönüşmüştür. Bu süreç Osmanlı’nın yıkılışına kadar yaklaşık 10 asır sürmüştür. Bu durum, bugün son yarım asırda İslam coğrafyasından Kıta Avrupası’na yapılan göçler ile farklı bir duruma dönüşmüştür.

Bu tanışıklıklar son asra kadar genellikle kendi coğrafyasının dışında ve “öteki” bağlamında olmuş iken, bugün bu durum tam tersine “öteki Müslümandan vatandaş Müslüman”a, “öteki Türk’ten vatandaş Türk’e” dönüşmüştür. Müslümanlar bugün Avrupa coğrafyasında yaşamakta ve o ülkelerin vatandaşları konumundadır. Özellikle İkinci Dünya savaşından sonra sanayileşmenin artması ve Avrupa’nın yeniden inşası sürecinde duyduğu insan iş gücü kaynağı bağlamında farklı Müslüman ülkelerden gelen göçmenler ile bugün Avrupa’da yaklaşık 30 milyon civarında bir Müslüman toplum oluşmuştur. Kısaca söyleyecek olursak, ilk başlarda din adamlarının Kur’an ve İslam’ın tezlerine cevap verme şeklinde başlayan bu tanışıklık, daha sonra savaşlar ile devam etmiş, bugün ise komşuluk ve vatandaşlık ilişkisine bürünmüştür.

Müslüman nüfusun artması ve Avrupa’da kayda değer bir demografik düzeyde kalıcı İslami bir toplum oluşması nedeni ile Avrupa genelinde İslam’ı ve Müslümanları konumlandırma tartışmaları ve onlar ile Avrupalıların ilişkileri, Kıta Avrupası’nın en tartışılan konusu oldu. Farklı tonda ve çok farklı yönlerde tartışmalar yaşanmaktadır. “Ne olacak bu Türkler ve Müslümanlar? Ne zaman geri dönecekler? İslam ve Müslümanlar Avrupa’ya ait midir değil midir? Avrupa İslamlaşıyor mu (İslamisierung)? İslam hukuken ve kültürel olarak fiili durumda Avrupa’ya ait ise mevcut hali ile mi kalmalı yoksa dönüştürülmeli mi?”

İslam’a, Müslümanlara ve Türklere olan bu bakışların arkasında Atilla’nın Avrupa’yı fethinden Müslümanların Endülüs’ü fethine, Osmanlıların Viyana kuşatmalarından Avrupa’nın içlerine gelmesine kadar uzan bir tarihin beslediği bir İslam ve Türk korkusu bulunmaktadır.  Viyana kuşatmaları, bugün günlük sosyal hayatta da çok işlevsel bir korku metaforu rolüne sahiptir.   

Euro-İslam (Avrupa İslam’ı)

Bugün Avrupa’da en başat tartışmaların başında Euro-İslam konusu gelmektedir. Bunun ülke bazındaki karşılıkları Alman İslam’ı, Fransız İslam’ı şeklindedir. Bu bağlamda kiliseler ve konuya müdahil bazı sağduyulu kesimler İslam’ın Avrupa’da çoğullaşma sürecinin yaşandığını, bu gelişmenin fark edilmesinin ve kültürel kurumlara da yansıtılmasının önemli olduğunu belirtmekte, örnek olarak üniversitelerde açılan İslam ilahiyat kürsüleri ve medyadaki İslam tartışmaları gösterilmektedir. Bunun dışında, Avrupa’daki toplumsal değişime dayanarak Hristiyanlığın, Yahudiliğin ve İslam’ın da değiştiği ve bu değişim sürecinin modern dinleri doğuracağını söyleyenler de bulunmaktadır. 

Bugün, Almanya’da Luteryan bir bakış ile Hristiyanlığın geçirdiği evrimin bir benzerinin İslam’da da olması gerektiği bazen sesli ve doğrudan, bazen de dolaylı söyleyenler bulunmaktadır. Günümüzde, normlarından, ibadet ve muamelattan arındırılmış, sosyo-kültürel ve politik kimlik haline dönüştürülmüş bir Hristiyanlık söz konusudur. Günlük hayatta mevcut işleyen egemen düzenin bütün taleplerine evet demiş, dini otoritelerin fetvaları ile de sosyal bir meşruiyet kazanmış bir hayat düzeni hâkimdir. İbadeti, muamelatı, dini hukuku, sevabı ve günahı olmayan, üçüncü cins veya cinsiyetsizliği teşvik eden post yapısalcı bir Hristiyanlığın çoğunlukla tasdik edici pozisyonda olduğu görülüyor. Batı, kendine sınırsız özgürlük alanı sunan bu duruma itiraz edebilecek, farklı bir söz söyleyebilecek her yaklaşıma da sağır bir tutum içindedir. Bunların başında da “siyasal İslam başlığı ile İslam ve Müslümanlar” gelmektedir. Burada, esasen İslam’a ve Müslümanlara olan yaklaşımın teolojik olmaktan daha çok ideolojik bir yaklaşım olduğu görülüyor. Bir bakıma, kendilerinin Siyasal İslamcı diye niteledikleri Müslümanlara karşı bizzat kendileri siyasal bir ideoloji ile yaklaşıyorlar. Buradaki temel saik de Hristiyanlığın hâkim olduğu öncü kültür “Leitkultur” anlayışının Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında hiyerarşik bir tasnif ile her zaman hâkim olması gerektiği görüşüdür. Bu anlamda, pek çok konuda örneğin ateizm, cinsiyetsizlik, ahlaki değerler gibi konularda liberal ve sınırsız özgürlükçü takılan Batı cenahında, İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda aksi bir seda yankılanıyor.

Bu ve benzeri tutum ve görüşlerle bugün Müslümanlara bir istikamet çizmeye çalışan, son iki asırdır rasyonalist pozitivizmin hâkim olduğu ama tatmin etmediği Batı alemi, rasyonaliteden uzaklaşarak gerçeküstücülük anlayışı ile (post truth) esasında kendine bir istikamet aramaktadır denilebilir. Gerçeküstücülük, bir yönü ile sınırların kalkması, istikametin kaybolması, istikametsiz, rotasız bir yönelişin hâkim olması demektir. Bu anlamda post-yapısalcı yaklaşımla dini ve inancı da mevcutların dışında yeni formlara dönüştürmek ve yapılandırmak istemektedirler. Bunun beraberinde İslam’ı Hristiyanlığın geçtiği yollardan geçirerek Hristiyanlığın geldiği noktaya getirme çabası görülmektedir. Bunun sosyolojik zemini de oluşturulmuş ve bu devam etmektedir. Almanya’da yapılan güven araştırmalarında en fazla güven kaybeden Hristiyan dini kurumlar olmuştur. İslam da bu konudan payını alırken, İslam’a olan güven ve İslam’ın değersizleştirilmesi çabaları fonksiyonel bir düzeyde sürmektedir.

2020 yılında yapılan bir araştırmaya göre; RTL/n-tv televizyon şirketinin hazırladığı kurumlara olan güven barometresinde25 kurum arasında geçen yıllara göre en fazla güven kaybeden kişi ve kurumların başında Hristiyan dini kurumları gelmektedir. Buna göre en fazla güven kaybeden kurumun Papalık makamı olduğu göze çarparken Almanların sadece yüzde 29’unun Katolik mezhebinin dini lideri olan Papa’ya güvendiği ve Papalık makamının en az güven duyulan kurumlar arasında sondan dördüncü sırada yer aldığı tespit edilmiştir. Katolik Kilisesine güvenen Almanların oranı ise yüzde 18 ile 20. sıraya tekabül emiştir. Kiliseye olan güven kaybının nedenlerinden bazıları özellikle çocuklara ve gençlere yönelik cinsel taciz skandalları, toplumda yaygınlaşan değişik değerler ve aile yapılarına mesafeli eleştiriler ile yolsuzluk gibi konuların etki ettiği sanılıyor. Sıralamaya göre Almanlar arasında Protestan Kilisesi’ne güvenenlerin oranı yüzde 36 ile 14 sırasında yer almıştır. Güven barometresi sıralamasına göre İslam 25 başlık arasında 23. sırada yer almıştır.  İslam’ı ve Müslümanları sürekli bir güvenlik konusu içinde ele alan, dini çatı örgütlerini sürekli gözetim altında tutan, İslam Konferansını bile Eğitim veya Kültür Bakanlığı yerine İçişleri Bakanlığı’nın düzenlediği Almanya’da İslam’a güven oranı da yüzde 9 ile sondan üçüncü sırada yer alması kaçınılmaz bir sonuçtur. Almanya’da yaşayan siyaset bilimci ve tarihçi Yasin Baş’a göre İslam dinine güven duyan Almanların oranı yüzde 9’u geçemiyor. İslam dini imaj bakımından düşük bir statüye sahip. 11 Eylül olayları ile İslam’a yönelik imaj suikastleri, algı operasyonları ve İslamofobya endüstrisinin gelişimi bu kara tablonun sadece bir yüzüdür.

Almanlar içinde bazı kesimler İslam’ın, camilerin ve dini kuruluşların bağımsız olmasını, Türkiye ile etkileşim içinde olmamasını ve kendi etkilerinde olmasını savunuyorlar. İmamlar ve modern Alman İslam’ı kavramları, cami ve dini derneklerin sürekli gözetim altında tutulması, bunun göstergeleridir. Kendi etkilerinde olmayan kitle ve kuruluşların paralel toplum oluşturmakla itham edildiği gözleniyor.  Bunlar söylenirken de ilgisiz bir şekilde bu dernek ve camilerin Erdoğan’ın etkisinde, siyasal İslam ve paralel toplum oluşturma gibi nesnel olmayan nitelemelerle temellendiriliyor. Hâlbuki İslam’ın Almanya’da devletin kendisini tanımasından gayrı politik anlamda herhangi bir siyasal tarafı yoktur. Buna karşılık Alman siyasası ve politik kültürün sürekli olmayan bir siyasal İslam vurgusu üzerinden Almanya’daki Türk ve Müslüman toplumdan sürekli liberal İslam ve bağımsız camiler gibi taleplerde bulunarak İslam’ı ve Müslümanları yapılandırmaya çalıştığı görülüyor.

Bütün bu süreç içinde Almanya’da Türkler ve Müslümanlar, kendini konumlandırma çabası içindeler. Bu konumlandırma, genel olarak Suriye asıllı akademisyen siyaset bilimci Prof. Bassam Tibi’nin “Müslümanların en doğru uyumunun asimilasyon olması gerektiği” görüşü ile Prof. Tarık Ramadan’ın “Müslümanların en doğru uyumunun kendi öz varlıkları ve müktesebatı ile Alman ve Avrupa toplumuna her alanda katılım sağlaması” görüşleri arasında yürümektedir. Bunun yanına eklenen diğer görüşler de az da olsa gündemde kendine yer bulmaktadır.

Konuya, Türk ve Müslüman toplumun katkısı açısından bakıldığında gerekli olan altyapı ve donanımın yetersiz kaldığı görülmektedir. Gerek başlardaki geçicilik düşüncesi gerek kurumsallaşmanın geç ve tek yönlü yapılması gibi nedenlere bağlı olarak Türk ve Müslüman toplumun bu süreçlerin şekillenmesinde güçlü, yetkin ve kolektif bir katkı sunduğunu söylemek zordur. Bu yönü ile çoğunlukla edilgen pozisyonda konulara müdahil olmuştur. Kurumsallaşma konusu bugün de büyük oranda tek yönlü ilerlemektedir. Düşün, kültür, sanat, eğitim ve akademi gibi konularda kurumsallaşma yönünden Türk ve Müslüman toplum henüz sahici bir adım atmış değildir.