Terörün Değişen Doğası: Örgütlü Yıldırma, Korkutma ve Zorbalık

Terör örgütlerinin değişen doğası ile tanımlandıkları “terör” damgası artık işlevsel değil. Bu gibi silahlı, amaçlı ve eylemsel yapıların zararlı olmadıklarını, aksine çıkarlarına hizmet ettiği sürece kullanışlı birer ticari-askeri şirket olduklarını söylüyorlar.

Şehnaz FINDIK

Güçlü devletler, kamu mallarını halkına ulaştırmada; vatandaşlar için makul güvenlik/adalet şartlarını ve temsil, siyasi katılım ve temel özgürlükleri sağlamada başarılı olan devletlerdir. Öte yandan güçlü devletler; siyasi ve cezai şiddete karşı yüksek düzeyde güvenlik sağlayan ve meşru şiddet tekelini elinde bulundurmada sorun yaşamayan devletlerdir. Siyasi ve sivil özgürlükleri sağlayıp ekonomik fırsatların büyümesine elverişli ortamlar yaratırlar. Hukukun üstünlüğü hâkimdir. Yargıçlar bağımsızdır. Genel olarak, güçlü devletler kıskanılacak bir barış ve düzene sahiptir.

Peki, ya zayıf devletler? Bu soruya iki türlü yaklaşmamız gerekiyor. Öncelikle coğrafi, fiziksel veya temel ekonomik kısıtlamalar nedeniyle doğası gereği zayıf olan devletler olabileceği gibi temelde güçlü olan ancak iç düşmanlıklar, yönetim kusurları, açgözlülük, despotizm veya dış saldırılar nedeniyle geçici veya durumsal olarak zayıf olan devletler de vardır. Yani çeşitli unsurlar ve bazı sorunlu aktörler sebebiyle başarıya ulaşması engellenen devletler de bu kategoridedir. Zira zayıf olmak, oldurulan da bir şeydir.

Yaratılan suni bir terör ile kocaman bir coğrafyanın sorunlu, istikrarsız, cahil ve insan artığı ilan edilmesi konusuna tam da buradan giriş yapıyorum. Güçlü devlet ve zayıf devlet tanımları ile Darvinci anlayışı birleştiren Batılı siyasal bilimciler, devletleri de gelişmiş, gelişmemiş, tam gelişecekken kaynanası gelmiş devletler diye kategorize etmeye bayılırlar. Tıpkı Türkiye’nin tam gelişecekken (!) bir önceki Amerikan başkanı Donald Trump’ın “Ekonominizi mahvedeceğim” tiviti ile karambole gitmesi gibi. Şaka yaparken gelişi güzel vurmuyorum dostlar, zira durum trajikomik bir şekilde böyle. Ha ekonomik ha siyasi ha kültürel… İstikrarlı, demokratik ve refah bir devletiniz olsun diye yüksek dozda telkinde bulunan küreselcilerin söz konusu değerlerine sahip olmanız halinde eski jandarmalıklarına dönmeleri an meselesi. Tıpkı İhvan-ı Müslimin’in başına gelenler gibi… Neyse, konumuza dönelim.

Elverişli bir ortam yaratıldığı takdirde istediğiniz din ve anlayışa sahip terör örgütünü kurmanız, basketbolda etkili bir oyun kurmanızdan daha kolaydır. İhtiyacınız olan tek şey, sömürüldüğü için aç bırakılmış, umutları ve onuru ayaklar altına alınmış ama toprakları hâlâ petrol kuyularıyla dolu duygusal, tepkisel ve konsolide bir halktır. Orada esnek bazı içtihadi konuları kaşıyarak tam da dişinize uygun terörize edilecek cemaatler yaratabilirsiniz. Lawrence ile daha önce temelleri atılan her bir marjinalleşme artık kutsal görevini tamamlamak üzere yerini modern terör örgütlerine bırakabilir. Fakat küçük bir sorun var. Sözde El Kaide Terör Örgütü lideri Usame bin Ladin’in 2010 yılında yakalanması ile terörün ve terör örgütlerinin de doğası epey değişti ve terörün örgütlenme biçiminde yeni bir stratejik dönem başladı. Karizmatik liderlere sahip, eylem yeteneği ve kapasitesi mukayyet olan örgütlerin yerine, liderleri belli olmayan, farklı eylem düzenekleri bulunan ve kimliksiz de olabilen mensuplara sahip yeni tip bir terör karakteri dizayn edildi.

Yıllardır El Kaide’nin eylemlerinde gördükleri Orta Doğulu teröristlerin yanında refah seviyesi tavan yapmış İskandinav teröristleri görmek de bundandır ki kimseyi şaşırtmadı. Terör örgütleri, Batılı emperyalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda adeta birer uluslararası uydu, şirket ve şebeke olarak yeniden kurgulandı. Rusya’nın Wagner’i, İran’ın Hizbullah’ı nasıl devletin omurgasından bir parça ise, YPG ve El Kaide’nin türevleri de (DAEŞ ve PKK da buna dâhil) ABD başta olmak üzere tüm Batılı emperyalistler için aynı nitelikte bir kimlik kazandı. Burada Taliban’ı bir istisna olarak gördüklerini söylemekte fayda var. Zira Taliban, kısmen meşru bir hükümete dönüşmekle birlikte hakkında yazılanlara bakılırsa çok da canlarını sıkan işler yapmıyor gibi. Bu da parantez içi bir not olarak burada dursun.

Gelelim “terör” piyasasının artık dikiş tutmadığı gerçeğine. Terör örgütlerinin değişen doğası ile tanımlandıkları “terör” damgası artık işlevsel değil. Bu gibi silahlı, amaçlı ve eylemsel yapıların zararlı olmadıklarını, aksine çıkarlarına hizmet ettiği sürece kullanışlı birer ticari-askeri şirket olduklarını söylüyorlar. ABD, YPG’nin DAEŞ ile mücadele ettiğini ileri sürerek kendi ittifakında yer alan ve güçlü bir askeri kapasiteye sahip olan müttefiki Türkiye’yi rahatsız etmekten çekinmiyor. Neden mi? Çünkü teröre dair tanımları değiştirip söylem üstünlüğünü sağladıktan sonra işleri çok kolay. Kendi yararına olmayan her türden silahlı ve organize bir direniş, “terör” sorunu iken kendilerine hizmet eden tüm haşhaşi oluşumlar masum birer şirket, demokrasi ve istikrar savaşçısı olarak yeniden tanımlanıyor. Bu tanımların kapsamı o kadar genişliyor ki bayrak ve örgütlülük atfedilen tüm grupları da kendi içinde sistemlerine entegre ediyorlar. Korku ve yıldırmanın artık “normalleşme” ile kapımıza dayandığını söylemek mümkün. Nasıl mı?

Gelin bu işin yakın tarihine bir bakalım.

Bilhassa 1973’teki petrol krizi ile travmatik bir tecrübe yaşayan büyük güçler, benzer bir travmayı engellemek için terör örgütlerine sığındı. 90’lı yıllarda enerji kaynaklarına ve enerji yollarına sahip olmak, enerji politik kazanımlarından ödün vermemek için sistematik bir şekilde korku yaratıldı. Kaynaklara veya stratejik konuma sahip ülkelerden tüm dünyanın tehdit edildiği yalanına sarılan emperyalistlerin Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya tek bir mesajı vardı; terörü bitirmek için bizimle ele ele tutuşup yolumuzu açın.

Dolayısıyla bu kaynakların üstünde yaşayan İslam toplumları bir sabah uyandıklarında artık terörle iltisaklı ülkelerin vatandaşıydılar. Batılı devletler gerek akademide gerekse medyada İslam karşıtı söylemlerini terör zemininde inşa ederek suni bir fobi, uzun yıllar sürmesi beklenen bir korku ve algı yarattılar. Ancak beklenenin aksine, İslamiyet’in bizatihi kendisini merak eden, Amerikan sistemine düşmanlık besleyen, kendi tabirleriyle “üçüncü dünya ülkelerinin” (bu kavram ile kavgalıyım, siz daha iyisini bulup yazabilirsiniz) halkları İslam’ı araştırıp benimsemeye başladı. Terör ile korkutulan toplumlar Müslümanlarla tanıştıkça ve İslam’ı öğrenmeye başladıkça sorunun hiç de din merkezli olmadığını gördüler. Görebilenlerin ışığında yazılan eserler, yapılan etkinlikler, bugünkü terörizm olgusunun stratejik bir hataya mahal verilmeksizin çağa uygun olarak güncellenmesi fikrini doğurdu. Bundandır ki Batılı ve Batı merkezli toplumlarda Müslümanların terörist olduğu, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da İslam’dan kaynaklanan bir şiddet problemi olduğu yanılgısı aşılmaya başlandı. Asıl sorunun ekonomik ve dolayısıyla emperyalizmin bir sorunu olduğu artık daha net anlaşılıyordu. Bilhassa Çin’in pasifikte hızla artan etkinliği, başka alternatiflerin gözle görülür hale gelmesiyle yönünü diğer toplumların değerlerine kaydırdı. Derken, yapay zekâ ile birlikte ulus aşırı yaşam biçimleri ve radikal post-modernizm kendini göstermeye başladı.

Sosyal medya platformlarının ve dijital etkileşimlerin artması ile Batılıların Batı dışı dünyayı kendi gündelik, geleneksel ve şeffaf şekliyle tanıması söz konusu oldu. Hal böyle iken bireyselleşen ve doğal olarak sekülerleşen toplumlarda İslam’ın gölgelenmek istenen doğal imajının güçlü bir şekilde ortaya çıkması kaçınılmazdı. Yıllardır terör için İslam’ın bir cihat yöntemi olduğunu haykıran küreselcilerin “İslami terör” söylemleri hızla trendden düştü ve sonunda da etkisini kaybetti. Bunun yerini alacak uzun soluklu söylemleri kurmak klasik ve masraflı olduğundan, ellerindeki örgütleri birer şirket gibi kullanmaya başladılar. Fakat bu pragmatist çabanın ihmal ettiği tüm alanlarda İslam, hızla ilerledi ve mensuplarını yıllar içerisinde kat be kat artırdı. Artık İslam topraklarındaki işgal, ilhak ve zulmün sebebi olarak “dünyanın medeniyet havzasını tehdit eden kimyasal silahlara sahip olmak” ya da “cihat farz olduğu için topraklarımızı işgal etmek” bahanelerini satamaz oldular. Çünkü Avrupalılar da İslam ümmetinin bir parçası olmaya başlamıştı. Fakat başka örgütlerin eliyle maksadına ulaşmak isteyen muhterislerin de yeni bir dönüşüm planı vardı.

Öyleyse gelinen noktada neyi görmeliyiz?

En başta terör kavramına sığınarak mevcut sistemi korumak için kaynakların tek bir elden kullanılıp yönetilmesi geleneğinin geride kaldığını görmeliyiz. İkinci olarak da Huntington’un sözde “Medeniyetler Çatışması” ile öne sürdüğü İslam, Hristiyanlık ve Çin merkezli dinsel-medeniyetsel çatışmaların artacağına yönelik varsayımlarının toplumların algılarını yönetme kapasitesini kaybettiğini görmeliyiz. Terörü İslam ile bağdaştırarak uzun yıllar boyunca Müslümanları savunma pozisyonuna hapseden Amerikan İmparatorluğunun bundan sonraki süreçte örgütlü-sapkın zorbalığı peşine takarak yeni bir düzenlemeye giriştiğini görmeliyiz. Her ne kadar devletlerin savunma sanayileri ve uluslararası silah ticareti devam etsin diye terör örgütlerinin yaşamasına omuz verilse de yaratılan yeni tip terörün nasıl sinsice kanımıza girdiğini anlamamız gerekiyor. Sırf tedbir almanın da teknik olarak sorunları çözmediği ortada. Bu kez tepkisel davranma hatasına düşmeden, terör kadar tehlikeli olan bu tip zorbalıklarla mücadele ederken kavramsal üretim, söylem üstünlüğü ve sistematik yıpratmanın doğasını çok iyi bilmemiz gerekiyor. Bunun için evvela:

  1. Tüm eylemlerini bilhassa müzik ve televizyon endüstrisi aracılığıyla psikolojik kanallardan yöneten bu yeni tip terör oluşumları ile mücadelede bütüncül bakış önemli. Parlamentoda terör örgütleriyle doğrudan ilgisi bulunan cinsel yönelimci zorbalığın tek isteği kendi ideolojik tahakkümlerini dayatmak. Madem mesele sadece insan hakları ve özgürlük, o vakit sözde onur yürüyüşlerinde terör sloganlarının işi ne? Alkolizm ve fuhuşu açıktan teşvik ederek kazanç odaklı bir sektör oluşturma gayreti kime hizmet ediyor? Silahlı örgütlerle bağları neden bu denli güçlü? Bu sorular ve sorunlar çerçevesinde yeni bir anlayış ve mücadele yolu inşa etmeliyiz.
  2. Psikolojik harekât yöntemleri ile cinsel yönelim safsatasını destekleyerek ulus devletlerin ahlak, disiplin ve millet karakterini zayıflatmak isteyenlerle yalnızca Müslümanların değil Hristiyanların da mücadele ettiğini görmemiz lazım. Bu doğrultuda uluslararası baskı mekanizmalarını harekete geçirmek daha kolay ve elverişli olacak. Çünkü bu durumu yalnızca İslami kanattan çözmeye çalışırsak tarihsel hatalarımızdan birini daha tekrar etmiş oluruz. İnsanlık için hassas olan bu konu insanlığın ortak kaygılarını dindirmek için bir söylem birliği sağlayabilir ve çıkış noktasında İslam’ın temel ilke ve kaidelerini anlatmada işimizi kolaylaştırabilir. Bu zaviyeden iyi bir politika yapmamız elzem.
  3. Son olarak dijital platformlarda terör örgütlerinin korku salgını yaratmasına ve cinsel yönelim bahanesiyle yeni tip örgütler meydana getirmesine engel olmanın en güçlü yolu, kanaatimce, profesyonel çalışarak iyi ve güzel içerikler üretmek. İlgiyi insan fıtratına uygun olarak ve temel ihtiyaçlara cevap veren bir sahaya çekmek, akıllıca olacaktır. Sevgi, aile ve “farklı ve önemli hissetme” ihtiyacıyla kavrulan insanlık için terörün yahut marjinal grupların eline düşmek oldukça kolay. Hal böyle iken böylesi bir arızanın sonuçlarını bilerek bunlara uygun dijital platformlar hazırlamak bu insanları iyi ve mutlu hissettirmeye yardımcı olacaktır. Müslüman gençlerin ve gelecekteki neslimizin de örnek içerik, örnek dijitalleşme ve örnek kişilikler kanallarıyla manipüle edilmesi engellenebilir. Yalnızca korumak değil, devamlılık sağlamak ve üreten, söz söyleyen, yönlendiren, dikkat çeken taraf olmak gerekiyor.

Netice itibariyle terör, ekonomik saiklerle öcüleştirilen Müslümanların uzun yıllar boyunca muzdarip olduğu bir konu olmaktan çıkıyor. Ancak yeni tip terör oluşumları kendini hissettirmeye başladı. Örgütlü yapılara sahip olmaları, bayrak ve sembollerle temsil edilmeleri, küresel piyasayı elinde bulundurmaları, çocuklar üzerindeki kirli emelleri ve zorbalıkla kurdukları aşağılık düzende ellerine silah almadan toplumları manipüle ederek yeni tip bir mücadele alanı yaratıyorlar. Bunun üstesinden gelmek için terörün ne olduğunu, ne işe yaradığını, nelere sebep olduğunu ve mücadele için esasında nereye bakmak gerektiğini çok iyi hesap etmek gerekiyor.