2001’in son ayları, gurbet düştü payına Zehra’nın. “Hicret” dedi, sükûn buldu. Evine 15 dakika yürüme mesafesindeki okuluna alınmayan 18 yaşındaki kız, 22’sinde Avrupa’nın göz bebeği bir okula devam etme nasibinde.
Zehra TUNÇ

Avrupa’da İslam bahsine baktığımızda, o coğrafyadaki Müslümanları üç kronolojik sıralamayla inceleyebiliriz. Bunlardan ilki, İslam’ın ilk yüzyılında gerçekleştirilen ‘İslam daveti’ hareketlerinin bir sonucu olarak oluşturulan İslamî topluluklardır. İkincisi, Osmanlı sultanları tarafından ortaya koyulan fetih gayretleriyle İslam’ın yayılması teşebbüsleridir. Üçüncüsü ise yoğunlukla Avrupa’nın batı ve kuzey bölgelerine yapılan işçi göçü ve Müslüman öğrencilerin o bölgelere (Örneğin, 1960’lı yıllarda Bosnalı gençlerin ve 2000’li yıllarda yaşanan 28 Şubat post-modern darbenin etkisiyle Türkiyeli gençlerin öğrenci olarak Avusturya’ya hareketi) gidişleridir.
Bu üç kronolojik sınıflandırmanın hepsi elbette detaylı olarak tek tek ele alınmalı. Bununla ilgili siyaset bilimciler ve sosyologlar gerekli bilgileri derginin farklı sayfalarında ilginize sunacaklardır muhakkak. Biraz daha yakinen şahit olduğum ve belki de yukarıdaki sınıflandırmaya göre yaşadığımız, son yüzyıla tekabül eden üçüncü sıralama ile ilgili birtakım gerçekleri yeniden hatırlatmak isterim.
Avrupa’ya Bakış
Avrupa haritasını gözümüzün önüne getirelim. Yemyeşil bir coğrafya, billur ırmaklar, adeta yerkürenin ciğerleri tam da buralar. Kur’an’da tasvir edilen cennet: hani altlarından ırmaklar akan; herhalde dünya gözüyle böylesi yerler olmalı. Bir ağacın altına seccadenizi serdiğinizde, gölgesinin serinliği ile kuşların cıvıltısına ortak Fatihalar, Yasinler. Ellerinizi semaya açtığınızda, karşınızda çağıldayan nehrin buz gibi serinliği içinizi yakan duaya ‘âmin’ diyor adeta. Öyle güzel.
Peki bu cennetin ortalarında bir yerde Bosna Hersek yok mu?
Avrupa’da İslam sizce de tam olarak Bosna’da yaşananlar demek değil mi…?
Üzerinden yaklaşık yirmi yıl geçmiş bir insanlık ayıbı! Kimliği her yıl farklı sayılarda tespit edilen yüzlerce şehit, yüzlerce can… Sıra sıra dizilmiş, ruhlarının yirmi yıllık sancısı dinsin diye bekliyorlar. O toprakla buluşmayı bekleyen tabutların içinde tam bir beden olduğunu zannetmeyin sakın! Ve zannetmeyin ki o insanlar bir çatışma esnasında şehit düştü. O insanlar bütün dünyanın gözü önünde, BM’nin güvenli bölge ilan ettiği bir yerde, pek çok Avrupa ülkesinin de asker desteğiyle, insanlık dışı bir şekilde katledildi. Dozerlerle taşındı, parçalara ayrılarak onlarca toplu mezardan birine atıldı. Bunlar çok eskide kalmadı, en çok 20 yıl önce Avrupa’nın göbeğinde yaşandı.
Tüm bu acılarla birlikte Aliya’nın mezarını ziyaret ettiğimde benimle konuştuğunu hissettim. Kim toprağın üzerinde, kim altında? Bilemedim.
Viyana’ya İlk Adım
Yine yakın kimimize göre, kimimize biraz eski bir tarihe gidelim, 1997. Atılan imzalar ve boncuk boncuk ter damlaları…
Ve 98; Zehra ve onun gibi binlercesi okulundan atıldı!
2001’in son ayları, gurbet düştü payına Zehra’nın. “Hicret” dedi, sükûn buldu. Evine 15 dakika yürüme mesafesindeki okuluna alınmayan 18 yaşındaki kız, 22’sinde Avrupa’nın göz bebeği bir okula devam etme nasibinde. Yalnız değil, kendi gibi onlarcasıyla, bu kez farklı bir mücadelenin içinde. Yıllar yıllar önce ekmek parası için çalışmaya giden, oyalı örtüsüyle sokaklarda dolaşan eli öpülesi teyzelerimizden farklı bir Müslüman kadın profili ile baş başa bir şehir: Viyana. Tramvayda gördüğü yaşlıya yer veren başörtülü kızlar ile ilgili şaşkınlığını da gizlemiyor aynı zamanda.
Henüz sadece “ich bin Zehra” demeyi öğrenen genç kıza, daha dil kursunda politik sorular sorulmaya başlandığı da bir gerçek. Diyalog şöyle:
– Neden başını örtüyorsun? Burası Avrupa, burada mecbur değilsin.
– Ben Müslümanım, İslam’ın gereklerinden biri olduğu için kendi isteğimle örtülüyüm.
– Türkiye Müslüman bir ülke değil mi?
– Evet, halkının çoğu Müslüman bir ülke.
– O zaman neden örtünüzle, kendi ülkenizde üniversite eğitiminize devam edemiyorsunuz?
– … Bu bir süreç, geçecek ve biz yeniden güzel ülkemizde, inandığımız gibi yaşayacağız.
– …
Bu diyalog elbette bu kadar ile iktifa etmiyor, etmedi. Caddeler, sokaklar, hep şaşkın. Karşıdan karşıya geçerken Viyanalı bir teyzeden sağ böbreğime doğru bir şemsiye darbesi almadım değil meselâ. Güldük, geçtik. Nerede olduğumuzu ve niye gittiğimizi hiç unutmadık. Bize kapısını açan ülkeyi de gücendirmedik, kendi ülkemize de laf söyletmedik. Fırsatımız yok muydu? Elbette vardı. Bu sebeple bugün bilmem nerede ödül alıp, Avrupa’nın herhangi bir mikrofonundan ülkesindeki kız kardeşlerine özgürlük dilenen bacıyı anlayabildiğimi asla düşünmüyorum.
Avusturya’da İslam; Tuna Nehri’nin kıyısına yapılmış minareli bir cami. O küfrün içinde, şehrin ortasında cennet. Bütün önemli konferanslar orada yapılır. Ülkedeki bütün Müslümanlar bayramlarda bilhassa ve muhakkak cuma günlerinde orada toplanır. Almanca, Arapça, Türkçe, Fransızca ve bilumum diller konuşulsa da en geçerlisi İslam’ın bütünleştirici dili. Hepimiz “esselamu aleyküm” diyor ve anlamını iliklerimize kadar hissediyorduk. Şehrin hengâmesinden kaçan herkese nefes: akmam diyen Tuna nehri.
Ve öyle ki; İslam dalga dalga şehirde! Sadece ailesiyle 1960’larda Avrupa’ya gelen ve maddi destek sağlayabilmek için yalnızca kasiyer olabilecek kadar okuyabilen başörtülü kız, artık dünyanın en prestijli kürsülerinde diğer akademisyenlerle aşık atmaya yeltenecek kudrete gelmiş durumda. (Oyalı tülbenti ve temsil ettiği inanç ve geleneği asla küçümsemiyorum, başörtülü kasiyer kardeşimi de.)
Avusturya’da İslam kanunu bir ihtiyaç ve böylelikle çoktan laik ülkeleri geride bırakarak daha ilköğretimden itibaren de okul sıralarında. Tam da bu sebeple İslam dersi öğretmeni ihtiyacı gündemde ve Viyana Üniversitesi kendi bünyesinde, Teoloji alanıyla birlikte eğitimciler yetiştirmek için kolları sıvamış durumda.
Gelelim Zehra’nın ilk Viyana’ya gidişine… Yıl 2002, bunların hiçbirinin gerçekleşebileceği hakkında bir fikri yok fakat ümidi had safhada. Gittikten tam bir hafta sonra bir ahizeli telefondan annesiyle görüşme imkânı bulan genç kızın dilinden düşen ilk cümle, hâl hatır sormanın çok ötesinde fakat dert anlatmaya iktifa edecek seviyede: “Anne, burada ezan yok!”
Ve bugün hâlâ soru şu:
- 10 yıl, dile kolay, tam 10 yıl ve fazlası aylar… Ne yaptın elin gavur ilinde Zehra?
- İslam olsun diye çabaladım.
- Pişman mısın?
- Asla! Elhamdülillah.
Devamını merak edenleri İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin Genel Merkezi’ne bekliyorum…
[1]∙ “Zehra Sen Kimsin?”