Doğa ise ortak kullandığımız bir ev değil mi? En masum olanımız çöplerimizi çöp sepetine boşaltıyoruz. Onları da belediye işçileri olan çöpçüler alıp doğanın çöplük haline getirdikleri bir köşesine yığıyorlar. Bizimse içimiz rahat yataklarımıza uzanıyoruz. Evimizin içi temiz ya!
Derviş ÇELEBİ

Düşünün, sıcak bir yaz sabahı güzelce kahvaltınızı etmişsiniz. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte düşmüşsünüz yollara. Amacınız, bir haftalık güzel bir tatil yapmak. Arabanız altınızda; işiniz, derdiniz, tasanız arkanızda; asfaltı yeni dökülmüş yol önünüzde uzayıp gidiyor. Radyoda sevdiğiniz sanatçı, her kimse onun sesi, sol cam açık, dışarda hafif serin bir rüzgâr esiyor, kolunuzu pencerenin camına dayamışsınız. Kısaca keyfiniz gıcır yani! Sigaranızdan derin bir nefes alıyorsunuz ve izmariti fırlatıp atıyorsunuz. O da ne! Bir tabela ilişiyor gözünüze: “Çöp Adamlar Cumhuriyetine Hoş Geldiniz.”
Tabii ki bu bir hayal, kurgu, böyle bir tabela da yok elbette. Ama bu sizin bir çöp adamlar cumhuriyeti vatandaşı olmanızı engellemiyor. Şimdi bazıları hemen yine dudak büküp, “Ya hu, bu Derviş Çelebi’yi biz gelenekçi bilirdik bu sefer de çevreci takılıyor, ne iş?” diyebilir. Hatta bazılarınız daha da ileri gidip “Hocam, dervişten çevreci olur mu Allah aşkına, git köşende tesbihini çek” de diyebilirsiniz, memlekette demokrasi ve dolayısıyla söz hürriyeti var (mı?). O da ayrı bir yazının mevzusu. Sosyal medyada görüşünü beğenmedikleri adamı iki dakikada parça pinçik ediyorlar…
Şimdi dönelim bizim dergimize ve dervişliğimize. Kardeşim sizin yaptığınızı Molla Kasım bile yapmaz. Siz bari vazgeçin, insanları kategorize etme sevdasından. Bu yüzden Müslümanlığın birçok hayati değeri de güme gidiyor, farkında değil misiniz? Sırf çevrecilere muhalefet olsun diye ortalığa sigara izmariti atmak, olmadı çöp kovası boşaltmak nedir yani? Muhalefet, birinin A dediğine diğerinin B demesi değildir ki. Bir ifadenin ya da eylemin kimin işine yarayacağı değildir, asıl olan doğru olup olmadığıdır. Dostun ya da bizim tarafın hatırı, hakikatin hatırından âli olmasa gerek!
Televizyonların ana haber bültenlerinde bir ara, hangi kanalı açsanız, kapısına çöp kamyonu dayanmış bir vatandaşın “bırakın çöplerimi almayın!” feryadına şahit olup hayrete düştüğünüz olmuştur. Hele bir tanesinin, “Bunlar milli servet, nereye götürüyorsunuz?” sözü üzerine yukarıda yazının başlığı olan cümle, uzun süre hafızamı meşgul etmişti. Sonraları istemeden de olsa o adama hak verdim. Hak vermemin birinci nedeni, ülkemizdeki ambalaj sektörünün trilyonlarla ifade edilen bütçesi ve dolayısıyla bazen ambalajın içindeki üründen daha pahalıya mal olduğu gerçeği idi. Şimdi bu kadar çok para ödediğiniz ürünün, şişesini, tenekesini ya da kutusunu nasıl kıyıp da atar insan? İkinci neden ise hepimiz için geçerli, çünkü şu veya bu şekilde doğayı kirletiyoruz. Doğa ise ortak kullandığımız bir ev değil mi? En masum olanımız çöplerimizi çöp sepetine boşaltıyoruz. Onları da belediye işçileri olan çöpçüler alıp doğanın çöplük haline getirdikleri bir köşesine yığıyorlar. Bizimse içimiz rahat yataklarımıza uzanıyoruz. Evimizin içi temiz ya!
“Tüketim toplumunda ve özellikle şehirlerde çöpten kurtulmak mümkün mü kardeşim?” diyenleriniz olabilir. Peki, ilk bakışta makul gibi görünen bu yaklaşıma teslim olmak doğru mu? Köyden kente göç edenler, bir düşünün bakalım. Köyünüzde çöplük ne tarafa düşüyordu? Gerçi modern zamanlarda bu soruda anlamını kaybetti ama neyse kastımın anlaşıldığını umut ederek devam edeyim. “Şimdi şehirli olduk, çöplükleri doldurduk” nakaratını söyleyip faturayı tüketim ekonomisine ve modernizme kesmek kolay. Zor olan istek ve arzularımızı dizginleyip, mesela israftan kaçınmak, alternatif düşünceler geliştirmektir. Söz gelimi kibrit çöpünden gemi, karton kutulardan bebek yapabilirsiniz… Eskiden peynir tenekelerinden balkonlarına çiçek saksısı yapanlara estetik gerekçelerle-müthiş sinir olurdum. Şimdilerde ise gizliden takdir ettiğimi, açıktan itiraf etmeliyim. Yalnız bir şartla; o tenekeleri bir miktar yağlı boya ile daha sevimli hale getirebilirsiniz.
Bir de çöp sorunun diğer yönü var ki çok daha vahim. Tahmin edebileceğiniz gibi israftan söz ediyorum. Türkiye’de çöpe atılan yiyeceklerle Afrika’daki açlık sorununun kalkacağını ben değil, istatistikler söylüyor. Lüks otellerde açık büfe artıklarını masada bırakanları geçelim bir kalem, ya siz muhterem kardeşim, tabağın dibini sünnet olduğu için ekmekle sıyırıyor musunuz? Yoksa görgüsüzlük olur diye öylece bırakıyor musunuz? Bunun bir “görgü” olduğundan şüphemiz yok da kimden gördüğünüzü iyice bir düşünün bakalım.
Ersin Gürdoğan çevre kirliliğini, “Ruhu (içi) kirlenen insanın, doğayı (dışını) kirletmesi” olarak tanımlıyor. Eğer bu tanıma katılıyorsanız, şu soruya da cevap vermelisiniz: “Etrafımız neden bu kadar kirli ve ruhunuzla aranız nasıl?”
Evini süpürüp çöpünü halının altına dolduran ev kadını, kaldırımlara tüküren maganda, elinin yağını sildiği bezi ortalığa atan işçi, Üsküdar sahilini manitası ile birlikte çekirdek kabuğu istilasına uğratan delikanlı, burnunu temizlediği kâğıt mendili masanın üstüne bırakan sekreter, mektup zarflarını ve yazışmaları odanın ortasına fırlatan yönetici, çiğnediği sakızı sahaya tüküren sporcu, kül tablasını pencereden kaldırma boca eden şoför, ormanları naylon torba ve pet şişe denizine çeviren piknikçiler, meclisin tavanına çiğ köfte yapıştıran milletvekili…