Dönüş

“İslami sinema” teması etrafında gelişen birçok temsil, meselesini incelikli bir şekilde ele almıyor. Tersine, bir misyonerlik faaliyeti sürdürmeyi amaçlayarak mesajını seyircinin gözüne sokmayı önemsiyor. Bu bakımdan Büyük Yolculuk filmi bu toprakların sinema dili nasıl kurulmalı sorusuna cevap olabilecek birtakım dersler içeriyor. 

Hüseyin Nasrullah İNAN

İstanbul Teknik Üni. Şehir ve Bölge Planlama Doktora Öğrencisi

Güç yetiren her Müslümanın bir yolculuk fikrini ömrü boyunca bir dilek olarak sinesinde büyütüp durması fikri, şu çağda neredeyse her gün seyahat ve etkileşim halinde olan bizler için ilk bakışta o kadar da çarpıcı gelmeyebilir. Fakat bundan yüzyıl öncesinde bile dünyadaki insan nüfusunun çoğunun ömrünü köyü veya en fazla şehrinin sınırları içerisinde, yalnızca o kısıtlı çevrede yaşayan benzer tip insanlarla ilişki kurarak tamamladığını söyleyebiliriz. Böylesi bir ortamda, örneğin Balkanlar’da, Avrupa’nın orta yerinde yahut Afrika’nın bir köyünde yaşayan ihtiyar bir Müslüman’ın dünyadaki diğer bütün Müslümanlarla bir araya geleceği bir yolculuk fikriyle yanıp tutuşması, uzaktan bakınca rüya gibi bir şey olmalı. Bir rüya evet, ama yakınlaştıkça gerçeğe dönüşmeye başlayan ve nihayet gerçekleşen bir rüya… Uzun bir süreçten söz etmeliyiz, belki de bir yoldan ve yolculuktan…

İslam’ın şartlarından biri olarak sayılan Hac farizası Patani’den, Moritanya’ya dek dünya üzerinde yayılmış Müslümanların tamamının yüreğini bin yıllardır bir vuslatın müjdesiyle yanıp tutuşturuyor, bir yol ve yolculuk fikrini her Müslümanın zihninde devamlı surette canlı tutuyor. Müslüman, kıldığı her vakit namazında Kabe’ye yönelmesinden olacak uzaklara şöyle bir daldığında, hemen şu dağların arkasında Kabe’nin kara örtüsünün var olduğuna dair inancını çoğaltıyor. Belki daha önce hiç evinden, mahallesinden dışarı adımını atmamış Müslüman, oraya çağrılacağı günü bekleyerek günlerini geçiriyor. Hac ibadeti bu yönüyle her Müslümana ulus devlet sınırlarına ve tanımlarına sığmayan bir gönül coğrafyasının varlığından haber veriyor. Öte dünyadan haber getirir gibi… Bu yolla Müslüman, beşerî coğrafyasının koca dağlarını, engin denizlerini ve büyük nehirlerini aşan bir ufka sahip oluyor.

Böylesi büyük anlamlar taşıyan destansı bir yolculuk fikrinin beyaz perdede bir yol filmi olarak karşımıza çıkması doğrusu pek heyecan verici ve hatta dâhiyane bir iş. Le Grand Voyage filminden bahsediyoruz.

Fas asıllı Fransız yönetmen Ismaël Ferroukhi tarafından 2004 yılında çekilen bu film, Fransa’ya göç etmiş Fas asıllı bir aile babasının, gençliğe henüz adım atmış oğlu Reda’yla birlikte Fransa’dan otomobilleriyle çıktıkları hac yolculuğunu konu ediyor. Baba Fransa’dan Mekke’ye tek başına gidemeyeceği için oğlu Reda’yı zorla şoförü olması için ikna etmiştir. Kahramanlarımız otomobilleriyle Avrupa’nın bir ucundan, Balkanlar’a, İstanbul’a, oradan Suriye ve nihayet Mekke’ye ulaşır. Fransız kültürünün etkisi altında yetiştiği anlaşılan genç, film boyunca çıktıkları yolculuğun önemini anlayamaz ve geride bıraktığı renkli hayatın yasını tutar. Baba ve çocuk arasında kültür çatışmasından doğan gerilimler yolculuk boyunca sürer. Belgrad yolunda seyahat ederlerken yolun ortasında karşılarına çıkıveren siyahlar içerisindeki ihtiyar bir kadın, izleyiciye hiçbir ipucu vermez. Yalnızca yüz hatları bir trajediden, belki korkulu hatıralardan haber verir. Kahramanlarımız bu suskun ve hüzünlü ihtiyardan hiçbir şey çıkaramaz. Fakat kamera bir anda yola döner ve Birleşmiş Milletler amblemli bir araç hızlıca geçiverir. Bu işaret İslam dünyasının sınırlarına trajik bir girişi ifade eder. Bu ihtiyar, Srebrenitsa katliamının şahitlerindendir ve yüzünde o dehşetli günlerin hatıraları kol gezer. Yönetmen bizi gönül coğrafyamızda bir yolculuğa çıkarmıştır artık. Bu yolculuğun ilk durağı ise gönül coğrafyamızın Avrupa sınırları olan Balkan coğrafyasıdır. Yol boyunca bu acı, kahramanlarımızı takip eder durur. Siyahlar içindeki ihtiyar kadın kalabalık bir şehrin göbeğinde yahut bir rüyanın içerisinde ansızın ortaya çıkıverir. Bir insanın yüreğine ve bazen insanı yoklamayı bilen bir acı gibidir.

Yolculuk sürer ve kış bastırır. Karla kaplı bir yerde Reda babasına döner ve neden Mekke’ye uçakla gitmeyi tercih etmediğini sorar. Daha çilesiz bir yol… Babasının cevabı yolun ve yolculuğun hikmetinden haber verir cinstendir: “Okyanusun suları göğe yükseldiğinde tekrar saf hale gelmek için acılığını yitirir… Okyanus suları bulutlara yükselirken buharlaşır, buharlaştıkça da arınır. İşte bu yüzden Hac ibadetini yaparken yürümek at sırtında gitmekten, at sırtında gitmek arabayla gitmekten, arabayla gitmek gemiyle gitmekten, gemiyle gitmek uçakla gitmekten sevaptır.” Müslüman uçsuz bucaksız ufku temaşa ederken yolu, arınmayı ve hasreti göğsünde taşır. Her adımda biraz daha yaklaşır arınmaya, muhabbete ve vuslata. Köyünden, şehrinden dışarı adım atmamışsa bile onun ufku hep kutsal toprakların hasretiyle kavrulur. Hac yolculuğu bir dönüştür. Yalnız Kâbe’nin etrafında bir dönüş değil, öze dönüş, ilk güne dönüş ve Allah’a dönüş…

Yolun devamında zorlayıcı kış şartları yolculuğu iyiden iyiye çileli hale getirir. Reda, rüyasında otele yerleştirip atlattıkları siyahlı kadını tekrar görür. Srebrenitsa, yolculuğa hala eşlik etmekte, gönül coğrafyasından henüz nasiplenmemiş Reda’yı acıya, arınmaya davet etmektedir. Fakat Reda, yolculuğun İstanbul bölümünde tüm parayı gittiği meyhanede vakit geçirdiği bir dolandırıcıya kaptırır. Artık yol şartları daha da çetin hale gelmiştir ve dönüş parasından harcamak zorundadırlar.

Suriye ve Amman yolları kat edilir. Yollarda hacı grupları belirmeye başlar. Fakat Reda, çileli yollardan ve keyifli rotaların atlanmasından dolayı hâlâ çok öfkelidir. Öyle ki Ürdün’de bir pavyona gider ve sarhoş olur. Baba bu duruma çok öfkelenir ve Reda’yı bırakarak yoluna devam etmek ister. O sırada Reda, bağırır: Allah kahretsin! Senin dininde bağışlamak yok mu! Bu nida yolculuğun birlikte devam etmesini sağlar. Nihayet Mekke sınırlarına girilmiştir ve Hacı grupları yol boyunca belirmektedir. Reda, hala sevgilisi Lisa’nın hatırasını zihninde taşımakta ve kutsal yolculuğun dışında kalmaya devam etmektedir. Reda bu yönüyle yol boyunca tam bir gaflet halini temsil etmektedir. Öte yandan da babasının Hacca gitme vesilesidir, elbette. İhram sınırına varılır ve yalnızca beyazlar ve siyahlar içerisinde insan kalabalığı vardır. Herkes ihramlar içerisindeyken Reda, hacılar arasında sarı tişörtüyle belirmektedir. Herkes Mekke’ye doğru ilerlerken o kalabalıklar arasında tersi istikamette geri geri yürümektedir.

Beyazlara bürünmüş insan seli arasında Reda, bu sele kapılmış babasını aramaktadır artık. Fakat baba hayatını kaybetmiştir ve Reda, ustaca tasarlanmış bir sahnede babasının cesedine şahitlik eder. Babasının bedeninin yanına çöker ve adeta yüzyıllardır patlamayı bekleyen küllenmiş bir yanardağ yahut önüne set çekilmiş ve yosun tutmuş dev bir su kütlesi gibidir artık. Ağlamaya başlar, büyük yolculuk Reda’yı arındırmaktadır.

Reda, yol boyunca arınmayı bekleyen acı bir su gibidir. Babasına eşlik etmek için mecburi bir yola çıkmıştır ilkin. Otomobiliyle Fransa’dan Mekke’ye uzanan bir serüvenin içerisinde yol boyunca arınmaya hazırlanmaktadır. Yolculuğun her aşaması saflaşmak için daha güçlü bir imkandır. Ferroukhi’nin Hac yolculuğunu göğe yükselip saflaşan su kütlesi gibi bir arınma süreci olarak ele alması, yolun ve yolculuğunun önemine dair bir şeylere işaret ediyor. Buradan hareketle Merhum Akif Emre’nin yola yüklediği anlamı burada zikredebiliriz:

“Yol düşüncesi çeker insanı. Bilinmeyeni aramak, kurcalamak, keşfetmek insanlık hikâyemizle başlar. Yol olmasaydı bilinmeyene kanat çırpmak bu kadar cezbedici olmazdı belki de… Yolda olmak, sonu olmayan bilinmeze doğru çıkılan yolculuğun her adımında harf harf, satır satır yazılması demektir. Yolculuk önümde açılan çizgisiz bir defterdir…”

Le Grand Voyage (Büyük Yolculuk) filmi, Hac yolculuğunu ustaca bir yol filmine uyarlamış olması sebebiyle öncelikle başarılı bir iş. Müslüman bir yönetmenin kendi mutfağından özenle seçtiği nesnelerle hazırlamış olduğu bir yemek gibi. Anlatıyı bayağılaştırmayan, tersine onu yücelten ve anlatının derinliğini yansıtabilmeyi başaran bir iş. Burası önemli sanıyorum çünkü “İslami sinema” teması etrafında gelişen birçok temsil, meselesini incelikli bir şekilde ele almıyor. Tersine, bir misyonerlik faaliyeti sürdürmeyi amaçlayarak mesajını seyircinin gözüne sokmayı önemsiyor. Bu bakımdan Büyük Yolculuk filmi bu toprakların sinema dili nasıl kurulmalı sorusuna cevap olabilecek birtakım dersler içeriyor.