Kur’an-ı Kerim ve Milliyetçilik

Kur’an’ın insanlar arasında koyduğu ölçü, inançtır. Belirleyici olan, Allah’a, peygamberine, peygamberine gönderdiği kitaba inanmak ya da inanmamaktır. Soy sop, çoluk çocuk, aile kabile, Kur’an-ı Kerim nazarında bir kıymet ifade etmez.

Mustafa ÖZEL

Prof. Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fak.

İslam, insanların tek bir baba ve anneden türediği inancına dayanır. Bütün insanlık, onların çocuklarıdır. Bu, “bütün insanlık” ifadesi içine; rengi, dili, ırkı ne olursa olsun herkes girer. Herkes, insanlık paydasında eşittir. Dinin varlık amacı da budur. İnsanlar arasında farklılık, üstünlük, sınıf anlayışı gütmek zulümdür. İslam ile zulüm, aynı yerde asla bulunamaz, barınamaz.

“İslam’ın temel özelliği nedir?”, “Kur’an-ı Kerim’in ana meselesi nedir?” sorularının cevabı, gayet açıktır: “Tevhid”. Yani Allah’ı tek ve bir kabul etme. Tevhid, sadece dar anlamda bir akide ve inanç konusu değildir. Tevhid inançtan ibadete, ticaretten sanata kadar merkezde olan bir kavramdır. İman nasıl parçalanıp paylaşılmazsa, ibadet nasıl bölünüp Allah’ın dışındaki varlıklarla paylaşılamazsa toplum hayatında da tevhid yoksa tevhid olmazsa parçalanma, bölünme, kargaşa ve anarşi olur. Toplumun birliği tevhid, toplumun geleceği yine tevhiddir.

Kur’an-ı Kerim, çeşitli ayetlerinde Allah’ın insanları değişik ve farklı yarattığını bildirmektedir. Bu bağlamda bir iki ayet mealini zikredelim. Örneğin Mâide suresinin 48. ayet-i kerimesindeki bir cümlenin meali, şöyledir: “Eğer Allah dileseydi mutlaka sizi tek bir topluluk yapardı.” Aynı ifadeyi, Nahl suresi 93. ayet de içermektedir, hem de harfi harfine[1]: “Eğer Allah dileseydi mutlaka sizi tek bir topluluk yapardı.” Hûd suresi 118. ayette de aynı manayla karşılaşmaktayız: “Eğer Rabbin dileseydi mutlaka insanları tek bir topluluk yapardı.” Aynı anlamı ifade eden Şûrâ 8. ayette farklı olan tek şey, “onlar” (hüm) zamiridir. Ayetin meali, şöyledir: “Eğer Allah dileseydi mutlaka onları tek bir topluluk yapardı.” Gayet açıktır ki insanların farklı farklı olmasının sebebi, Allah’ın bunu böyle dilemesidir. İnsanlar arasında ayrımcılık yapmak, Allah’ın iradesine ve takdirine karşı gelmektir. Dolayısıyla konu, oldukça hassas ve naziktir. İnsanlar arasında ırk, renk ve dil ayrımcılığı yapmak, inanan insanı İslam’ın dışına götürebilecek bir düşünce ve harekettir.

Kur’an’ın insanlar arasında koyduğu ölçü, inançtır. Belirleyici olan, Allah’a, peygamberine, peygamberine gönderdiği kitaba inanmak ya da inanmamaktır. Soy sop, çoluk çocuk, aile kabile, Kur’an-ı Kerim nazarında bir kıymet ifade etmez. Bu hususta çeşitli surelerde Hz. Nuh ile Hz. Lut ailelerinin örnek olarak zikredilmesi, oldukça kayda değer bir durumdur. Nuh peygamberin oğlu, Lut peygamberin de karısı helak edilmiştir. Helak edilme sebepleri, Allah’a iman etmemeleridir. Eğer soy sop önemli olmuş olsaydı, peygamber yakınları helake uğramazlardı. Tufan olayının anlatıldığı Hûd suresinin 42. ve sonrasındaki ayetler, gayet ibretâmizdir. Surenin 45. ayetinde Hz. Nuh’un Allah’a yakararak oğlunun kendi ailesinden olduğunu söylemesine, Cenab-ı Allah bir sonraki ayette şöyle cevap vermiştir: “Gerçek şu ki o, senin ailenden değildir.” Hz. Nuh’un oğlunun yanı sıra karısı da onun karşısında konumlanmıştır. Tahrîm suresinin 10. ayetinde Nuh ve Lut peygamberlerin karıları hakkında şöyle denilmektedir: “Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kişinin nikâhları altındaydılar. Derken onlara hainlik ettiler de kocaları, Allah’ın azabından hiçbir şeyi onlardan engelleyemedi. Onlara, “Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!” denildi.” Hak Teala, Müminûn suresi 27. ayette Hz. Nuh’a gemiye kimleri, neleri alacağını emrederken ailesinden haklarında azap hükmü verilenleri istisna etmiştir.  Hûd suresi 37. ayette de aynı mana vardır. A’râf (83), Hıcr (60), Şuarâ (171), Neml (57), Ankebût (32) gibi ayetlerde Hz. Lut’un karısının helak edildiğini görmekteyiz. Dolayısıyla imanın olmadığı yerde, hiçbir şeyin ölçü olamadığı, olamayacağı anlaşılmış olmaktadır.

İmanın en üst ve yegâne değer olduğuyla ilgili başka bir kanıt da, Bakara suresinin 47. ve 122. ayetleridir: “Ey Yakup’un evlatları! Size verdiğim nimeti ve sizi diğer insanlara (âlemlere) üstün kıldığımı hatırlayın.” Gayet açıktır ki yahudilerin diğer insanlara üstün kılınmasının sebebi, Allah’a ve O’nun gönderdiği peygambere ve kitaba iman etmeleridir. Bu ayetler, Peygamber Efendimizin çağdaşı olan Yahudilerin, “Müslüman” iken kendilerine bahşedilen üstünlüğün artık sürmediğini, o hükmün artık geçersiz olduğunu beyan etmektedir.

Kur’an-ı Kerim sosyal dayanışmaya büyük ehemmiyet vermektedir. Yanımızdakiler yöremizdekiler, bu bağlamda ilk sırada gelmektedir. Akrabaya sahip çıkmak, ona ekonomik olarak destek olmak, yüce kitabımızın ısrarla üzerinde durduğu konulardan biridir. Bakara suresi 83. ayette, önce sadece ve sadece Allah’a ibadet edilmesi, sonra da iyilikte bulunulması emredilmektedir. Ayette iyilik yapılması gereken üç grup insanın başında, akrabalar gelmektedir. Onların ardından ise yetimler ve yoksullar. Söz konusu akrabalık ve akrabalar, kan bağıyla da olabilir evlilik yoluyla da. Evlilikte insanlar, değişik renk, dil ve ırktaki insanlarla evlenebilmektedirler. Bu durum, günümüzde çok daha yaygındır. İnsanları birleştirici bir özelliği olan evlilik kurumu üzerinden aramızda oluşan hukuk ve sosyal ilişki renk, dil ve ırk farkı gözetmeksizin birbirimize sahip çıkmayı gerektirmektedir. Aynı surenin 177. ayet-i kerimesi, iyiliğin ölçüsünü belirlemektedir. Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere imanın ardından konu, malı sevmemize, mal sevgimize rağmen onu vermeye gelmektedir. Bu malın verileceği kimselerin başında, yine akrabalar gelmektedir. Her Cuma günü Cuma namazında hutbede okunan “Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği/iyi yapmayı ve akrabalara yardımda bulunmayı emreder.” mealindeki Nahl suresinin 90. ayetini de hatırlatalım.

Akrabaya sahip çıkmakla yakından ilişkili bir konu da, sıla-i rahim (ana baba ve hısım akrabayı arama, ziyaret etme)dir. Kerim Kitabımız bu ziyareti Müslümanlığın bir özelliği, bunu terk etmeyi ise hüsrana uğramanın, lanete müstahak olmanın sebebi olarak nitelendirmiştir. Ra’d suresinde akıl sahiplerinin, aklını kullanıp müslüman olanların özellikleri anlatılmaktadır. Bunlardan biri de, 21. ayette ifade edilen, “Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözetirler.” cümlesidir. Hemen hemen bütün müfessirler bunu, “sıla-i rahimde bulunmak” (akrabalık bağlarını yaşatmak, akrabaların birbirini ziyaret etmesi ve iyi ilişkiler kurması) olarak yorumlamışlardır. Ayette geçen “yesılûne” ve “yûsale” fiilleriyle sıla-ı rahimdeki “sıla” kelimesi, aynı kökten gelmektedir. Bakara suresi 27. ayet-i kerimede fasıkların yani günahkârların, yoldan çıkanların niteliklerinden söz edilmektedir. Bunların ikincisi, “Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri keserler.” cümlesidir, yani “gözetmezler”dir. Aynı ifadeyi, kelimesi kelimesine Ra’d suresi 25. ayette de görmekteyiz. Söz konusu ayetler, “sıla-i rahimde bulunmamak” olarak yorumlanmıştır.

Milliyetçilikle alakalı başka bir ayet de, Rûm suresi 22. ayettir. Meali şöyledir ayetin: “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirinden ayrı olması da O’nun (büyüklüğünü ve gücünü gösteren) delillerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır.” Ayetten anlaşıldığı kadarıyla insanların, ilk insandan son insana, ilk varlıktan son varlığa kadar sadece dil ve renk açısından değil, her yönden farklı olması, ancak ve ancak Allah’ın azamet ve kudretiyle alakalıdır. Bir dil, bir ırk, bir renk içinde bile ne denli farklılıkların olduğu asla unutulmamalıdır. Allah, insanların çeşitliliğinden yanadır. Tek tip insan ve toplum ihdas etmek, Allah’ın iradesine mugayirdir. İnsanlar arasında renk, dil ve ırk esaslı bir üstünlük gayreti, kesinlikle Kur’an-ı Kerim’in tanrı ve insan tasavvuruyla uyuşmaz, örtüşmez.

Kur’an’ın hacimce küçük ancak sosyal muhteva açısından oldukça mühim bir suresi vardır: Tekâsür suresi. Çoklukla, nüfusla övünmenin yerildiği bu surenin nüzul sebebi hakkında, kaynaklarda iki rivayet vardır. Konuyu anlamak için birisi yeterli olduğundan sadece İbn Ebî Hâtim rivayetini aktaracağız. Bu sure, Ensar’dan Benî Hârise ile Benî Hâris kabilelerinin mal ve evlât, soy sop ile böbürlenme ve büyüklük taslama yarışına girmeleri üzerine inmiştir. Bazen işi o kadar ileri götürürlerdi ki, zaman zaman kabirlere gidip biri “Şu ve şu adamımızın sizde bir benzeri var mıdır?” veya “Şu ve şu kabir, bizim kabilemizdendir” derken diğer kabile de kendi adamlarının kabirlerini gösterip sayı ve soy bakımından böbürlenirler ve böylece sonu gelmeyen bir yarış içinde tartışıp dururlardı. İşte Tekâsür suresi, bu tartışmanın ne kadar gereksiz ve faydasız olduğunu haber vermektedir. Her iki kabilenin üstünlük ölçüsünü değersiz ve anlamsız kılmıştır.

Kur’an ve milliyetçilik dendiğinde sadece Hucurât suresine baksak, mesele vuzuha kavuşur. Bir ahlak ve edep suresi olan bu sure, bireysel ve toplumsal sorunlara ışık tutmaktadır. Nasıl konuşulacağından kimin haberine güvenileceğine, iki grup arasında çıkan kavganın nasıl çözüme kavuşturulacağından gıybet etmeye kadar insan davranışlarını mercek altına almaktadır. Surenin 11. ve 13. ayetleri, konumuzla doğrudan irtibatlıdır. Hatta 13. ayetteki “Gerçek şu ki sizin Allah katında en değerli ve en üstün olanınız, en takvalı (O’nun emirlerini yerine getirme, yasaklarından kaçınma konusunda en duyarlı) olanınızdır.” cümlesi, milliyetçilik meselesini kökten çözmektedir.

Şimdi söz konusu iki ayete yakından bakalım. İlk ayetin nazil oluşuyla ilgili rivayetler, bizim insanlara nasıl bakmamız gerektiği konusunda sağlam bir bakış açısı sunmaktadır. Ama biz önce ayetin meali ne diyor, ona bakalım: “Ey iman edenler! Bir topluluk, kendilerinden daha hayırlı olması muhtemel (başka) bir toplulukla alay etmesin. Kadınlar da, kendilerinden daha hayırlı olması muhtemel (başka) kadınlarla alay etmesin. Kendinizi ayıplamayın, birbirinize (kötü) lakaplar takmayın. İmandan sonra günahkârlık ne kadar da kötü bir isimdir! Kim (yaptığı kötü işlere pişmanlık duyup) tövbe etmezse artık onlar kendilerine zulmedenlerdir.”

Şimdi ayetle ilgili bazı nüzul sebeplerini görelim:

1. Hz. Safiyye validemiz, Peygamber’e (s.a.v.) gelmiş, “Kadınlar bana, ‘Ey Yahudi kızı Yahudi!’ diye laf atıyorlar.” demiş, o (s.a.v.) da, “Niçin babam Harun, amcam Musa, eşim de Muhammed demedin?” buyurmuştur.

2. Ebû Cehil’in oğlu İkrime, Müslüman olduğunda bazıları kendisi hakkında, “Bu, bu ümmetin Firavun’un oğludur!” demiş, bu da onun gücüne gitmişti. O da, bu durumu Hz. Peygamber’e şikâyet edince ayet inmiştir.

3. Ebû Zer ile bir adam arasında bir tartışma vardı. Adam ona, “Ey Yahudi kadının oğlu!” diye seslenmişti. Bunun üzerine, “Birbirinize kötü lakaplar takmayın!” ayeti inmiştir.

4. Ka‘b b. Mâlik Ensârî ile Abdullah b. Ebî Hadred Eslemî arasında bir sorun vardı. O, Abdullah’a, “Ey bedevi!”, Abdullah da ona, “Ey Yahudi!” dedi. Bunun üzerine ayetin bu kısmı nazil olmuştur.

Bu ve başka rivayetlere binaen mezkûr ayet, insanlar arasında ayrımcılığı, üstünlük anlayışını, değer idrakini kökten değiştirmekte, insanın saygınlığını öne çıkarmaktadır. Çünkü insanların hepsi, Allah’ın kulu olma noktasında eşittir. Hiç kimse dünyaya gelirken anne babasını, ırkını, dilini, rengini seçerek gelmemektedir. Buna imkân yoktur. Dolayısıyla bir kimsenin isteyerek elde etmediği özellik ve niteliklerle başkasına karşı bir üstünlük iddiasında bulunması saçmalıktan, hadsizlikten başka bir şey değildir.

Ayette dikkat çeken kelime, “hayr” kelimesidir. “Hayr” daha iyi, daha hayırlı, daha değerli gibi manalara gelmektedir. Hangi insanın ne kadar iyi, hayırlı, değerli olduğu onun geldiği soy sop, aile kabile, ırk, konuştuğu dil, sahip olduğu renge bağlı değildir. Tanımadığımız, bildiğimiz birinin bizden daha iyi, daha değerli olma imkân ve ihtimali her zaman vardır.

Şimdi 13. ayet-i kerimeye bakalım. Önce ayetin meali: “Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Hem sizi, birbirinizle tanışasınız diye, topluluklar ve kabileler haline getirdik. Gerçek şu ki sizin Allah katında en değerli ve en üstün olanınız, en takvalı (O’nun emirlerini yerine getirme, yasaklarından kaçınma konusunda en duyarlı) olanınızdır. Kesinlikle Allah, bilendir, haberdar olandır.”

Kaynaklarda yer alan kimi nüzul sebepleri şunlardır:

1. Bu ayet, Sâbit b. Kays ve onun kendisine yer açmayan kişi hakkında söylediği söz üzerine inmiştir.

2.  Mekke fethedildiği gün, Allah Rasûlü (s.a.v.) Hz. Bilal’e emretti, o da Kâbe’nin üzerine çıkıp ezan okudu. Hz. Peygamber, bununla müşrikleri hor ve hakir kılmak istedi. Bilal ezan okuyunca, Attâb b. Üseyd, “Bugünden önce Üseyd’in canını alan Allah’a hamdolsun!” dedi. Hâris b. Hişâm da, “Muhammed, müezzin olarak bu karakargadan başkasını bulamadı mı?” diye söylendi. Süheyl b. Amr, “Allah bir şeyi beğenmezse, onu değiştirir” dedi. Ebû Süfyân ise “Ben bir şey demiyorum, eğer bir şey söylersem, gökyüzü aleyhime şahitlik eder, yeryüzü de benden haber verir.” dedi. Ayet bunun üzerine inmiştir.

3.  Siyah bir köle hastalandı, Rasûlüllah (a.s.) da onu ziyaret etti, sonra adam vefat etti. Hz. Peygamber, onun yıkama, kefenleme ve defin işlerini gerçekleştirdi. Bu durum sahabeyi etkiledi, sonra da bu ayet nazil olmuştur.

Her iki ayetin inmesine yol açan olaylara bakıldığında, bunların insan onurunu korumayla ilgili olduğu açıktır. Onuru çiğnenen insan ezik olur, pasif olur; insanlara ve topluma faydası olmaz. İnsanın onuru ve saygınlığı, her şeyden önce gelir. Bu, onun psikolojisini etkiler. İnsanın psikolojisi de doğrudan insanlarla ve toplumla olan ilişkilerine yön verir.

Yukarıda Rûm suresi 22. ayeti ele alırken insanların dil ve renklerinin farklı olmasının, Allah’ın büyüklüğünü ve gücünü gösteren delillerden biri olduğunu söylemiştik. Hucurât suresi 13. ayette, insanların farklı topluluklar halinde yaratılması konusunda karşımıza başka bir amaç çıkmaktadır: Tanışmak, bilişmek. Ayetteki “teâruf” kelimesi, işteşlik bildirmektedir. Arif, irfan, marifet, itiraf, tarif, örf, maruf gibi kelimelerle aynı kökten gelen teâruf, insanların karşılıklı olarak birbirlerini tanımalarını, tanışmalarını, tanışıp bilişmelerini ifade etmektedir. Evet, yeryüzünde bu kadar renk, dil ve ırk olmasının tek bir amacı vardır: “Tanışmak”. Hiçbir millet kendisinin seçmediği rengiyle, diliyle vesairesiyle başka bir millete asla ve kat’a üstünlük taslayamaz. Böyle bir şeye yeltenmek hadsizlik olur, haddi aşmak olur.

Gelelim ayetteki (إِنَّ أَكۡرَمَكُمۡ عِندَ ٱللَّهِ أَتۡقَىٰكُمۡۚ) cümlesine. Mealen: “Gerçek şu ki sizin Allah katında en değerli ve en üstün olanınız, en takvalı (O’nun emirlerini yerine getirme, yasaklarından kaçınma konusunda en duyarlı) olanınızdır.” Ayette iki tane karşılaştırma sıfatı vardır: “Ekrem” (en değerli, en üstün) ve “etkâ” (en takvalı, en müttaki). Bir de ortada “ındellah” (Allah katında) ifadesi var. Bu “Allah katında” ifadesi, insanın kimin yanında, nerede itibarlı olmasına işaret etmektedir. Evet, bu nokta çok önemlidir. Eğer bir insanın birinin, birilerinin yanında bir kıymeti, bir değeri, bir ehemmiyeti olacaksa bu, sadece ve sadece Allah olmalıdır. Allah katında, Allah’ın yanında kıymetli olmak, değer görmek bütün kıymet ve değerlerin üstündedir. “Etkâ” kelimesi, cümledeki en mühim sözcüktür. Sözcüğün ehemmiyeti, “Allah katında” ifadesiyle zirve yapmaktadır. “Etkâ”, Kur’an-ı Kerim’de iki yerde geçmektedir. Bir burada, bir de Leyl suresi 17. ayette; meali şudur: “O en müttaki olan ise ondan (o cehennemden) uzaklaştıkça uzaklaştırılacaktır.” Müttaki, Kur’an’da karşımıza sık çıkan bir kelimedir. Tekil olarak yer almaz. Çoğul formu da, müttekûn ve müttakîn’dir. Aynı kökten gelip de aynı manada olan diğer bir kelime de takî’dir. Bu kelime sadece Meryem suresinde ve üç kere geçmektedir.

Allah’ı gerçek manasıyla bilen, kulluğunu idrak edip mucibince hareket eden biri, bırakın insanlara üstünlük taslamayı onlara hizmet etmeyi bir görev, bir şeref bilir. Cenab-ı Allah, insanlar arasında üstünlük ölçüsünü, “emrettiği şeyleri yerine getirme, yasakladığı şeylerden de uzak durma konusunda en üst derecede hassas olma” şeklinde belirlemiştir. Bir daha tekrar edelim. Böyle bir makamda bulunan biri, hiç başka insanlara, diğer varlıklara tepeden bakabilir, onları küçümseyebilir mi?

Kur’an’ın üstünlük konusunu dile getirdiği yerlerden biri de iblisin Hz. Adem’e secde etmediğini anlatan ayetlerdir. Daha açık bir ifadeyle, Hz. Adem’in yaratılış kıssasıdır. Konu, A’râf (ayetler: 11-25) ve Sâd (ayetler: 71-85) surelerinde anlatılmaktadır. Hz. Adem’in kıssası, başka surelerde de değişik biçimleriyle yer almıştır. Kıssanın bu iki suredeki versiyonundaki bir ifade, milliyetçilik sorununun da temelidir: “Ben, senden; biz, sizden üstünüz, değerliyiz, iyiyiz.” anlayış ve zihniyeti. Kıssanın özü şudur: Allah Hz. Adem’i yaratmış, ona secde edilmesini emretmiş ancak iblis bunu yapmayı reddetmiştir. Gerekçesini de şöyle açıklamıştır: “Ben, ondan üstünüm.” Ayetteki ifade, şöyledir: (أَنَا خَيْرٌ مِنْهُ). Sorun, kadim bir sorundur. Hz. Âdem daha dünyaya indirilmeden önce, varlıklar arasında üstünlük konusu gündeme gelmiştir. “Ben, ondan üstünüm.” Sebep? “Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın.”

Başkalarına karşı renk, dil, ırk ve benzeri hususlarda üstünlük iddiasında bulunan herkeste bir iblislik vardır; onlar iblisten bir parça taşıyordur. Milliyetçilik; sınırı, kapsamı, alanı açıkça belirlenmediği, tanımı düzgün yapılmadığı takdirde arkasına taktıklarını iblisleştirebilir. Gittikçe küçülen, daralan ve daraltan, bunalan ve bunaltan dünyada yegâne kurtarıcı, Kur’an-ı Kerim’in diriltici nefesidir, tevhidî bakış açısıdır. Hep öyle olacak ve hep öyle kalacaktır.


[1] Her iki ayetin metni, şöyledir:

Maide 48: (وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً)

Nahl 93: (وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً)