Ku Klux Klan, ismini, İngilizcede ‘circle’ (daire) anlamına gelen, Yunanca ‘kyklos’ kelimesinden ve İrlanda’dan esinlenerek, kendilerini ‘Güneyin Görünmeyen İmparatorluğu’ olarak adlandıran ‘Klan’ kelimelerinin birleşiminden alıyordu. Anglo-Sakson beyaz üstünlüğünü savunan, göçmen ve siyah Amerikalı karşıtı ırkçı bir gizli örgüttüler.
Peren BİRSAYGILI MUT

Sene 1871. Güney Karolina’da 500 maskeli adam, Union County hapishanesine baskın yaparak, sekiz siyahi Amerikalı mahkumu linç ederek öldürmüştü. Bu olaydan önce de birkaç vahşet içerikli eylem yapan ve kendine has giyim tarzı olan, eylemlerini maskeli bir şekilde yapan ve çevresine korku yayan bu terörist örgüt, ırkçı Ku Klux Klan’dan başkası değildi..
Amerikan iç savaşının ardından ekonomik ve politik eşitlik sağlamak için bir takım düzenlemeler yapılmış ve siyahiler, seçimlerde meclis üyeliğinin %10’unu kazanmışlardı. Ku Klux Klan da 1866’da senesinde, konfederasyon üyesi altı eski asker tarafından ABD’nin Tennessee eyaletinin Pulsaki şehrinde, bu duruma tepki olarak kurulmuştu.
Ku Klux Klan, ismini, İngilizcede ‘circle’ (daire) anlamına gelen, Yunanca ‘kyklos’ kelimesinden ve İrlanda’dan esinlenerek, kendilerini ‘Güneyin Görünmeyen İmparatorluğu’ olarak adlandıran ‘Klan’ kelimelerinin birleşiminden alıyordu. Anglo-Sakson beyaz üstünlüğünü savunan, göçmen ve siyah Amerikalı karşıtı ırkçı bir gizli örgüttüler. Amerikan iç savaşının ardından güney eyaletlerde zencilere tanınan hakları engellemek, özgürlüğe kavuşan zencileri tekrar köleleştirmek ve beyaz olmayanlara eziyet ve işkence etmek amacını güdüyorlardı.
1871’lere gelindiğinde örgütün kötü yönetilmesi ve engelleyici yasaların çıkmasıyla, Ku Klux Klan faaliyetleri sona erdi ve bu klana birinci klan adı verildi. 1915 senesine gelindiğinde, örgüt artık tamamen yok olmaya yüz tutmuştu. Ancak 1915’te çekilen ve orijinal adı The Clansman (Klan Üyesi) olan “Bir Ulusun Doğuşu” isimli film herşeyi berbat edecekti. Filmde klan, adeta bir haçlı ordusu gibi resmediliyor ve Amerika’daki en soylu kuvvetler olarak gösteriliyordu. Halk, sinemalara akın etti ve filmin milliyetçilik söyleminden çok etkilendi. Bu da, Ku Klux Klan’ın tekrar doğması demekti.
1928 senesinde, Washington’da 400 bin kişinin katıldığı bir Ku Klux Klan yürüyüşü yapılacak ve örgüt 8 milyon üyeye ulaşacaktı.Üstelik bu ikinci dalga klan, sadece siyahlara karşı nefret beslemiyordu. Yahudiler, Araplar, sendikacılar, komünistler ve tüm göçmenler hedeflerindeydi artık. Örgütün kuruluşundan bu yana resmi kayıtlara geçen linç, tecavüz, hadım etme, dayak atma, işkence, iftira gibi 3000’den fazla vakâ var. İftirayı basit bir şey olarak düşünmeyiniz. İftira sonucu birinin idamına ya da hapse atılmasına sebebiyet vermek mesela.
Yasalar, II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan insan hakları bilinci ve kölelik karşıtı tutumun ardından, bu acımasız örgütün üstüne gitmiş ve işledikleri suçlar açığa çıkarılarak, pek çok kişiye ceza verilmiş. Ancak bu örgütle benzer fikirlere sahip hakimler sayesinde, pek çok suçlunun da beraat ettirildiğine inanılıyor. Ku Klux Klan görünürde bitse de etkisinin devam ettiği ve sızdığı Amerika’nın dehlizlerinde hâlâ etkin olduğu söyleyenler var. Örgütün bir üyesi, cinayet suçlamasıyla tutuklandıktan sonra 1960’larda serbest bırakılmış, ardından 2006’da tekrar tutuklanmış mesela. Bu çok konuşulan bir mesele olmuştu Amerika’da. Tutuklansa ne olacak? 46 sene boyunca serbest dolaşmış ve yaşamış hayatını zaten.
Beyaz Adamın Milliyetçiliği
Kolomb’un Amerikayı keşfinden sonra Avrupa’dan Amerika kıtasına göç eden beyaz adam, önce Amerika’da bulunan yerlileri katletti, ardından da uçsuz bucaksız tarlaları ekip biçecek insana ihtiyaç duyunca, Afrikalıları 300 yıl boyunca Amerika’ya zorla getirip köle olarak madenlerde ve tarlalarda çalıştırdı. Kıtaya sonradan gelmesine rağmen kıtayı sahiplenen Anglo-Sakson dünyanın bu ırkçı insanları, yurtseverlik ve milliyetçilik kisvesi altında, kendilerinden olmayan herkese göçmen muamelesi yapıyor, beyaz olmayanlara ırkçı bir zihniyetle yaklaşıyordu. Ve bu insanları, 1960’larda bile birçok restaurantta rastlanılan ‘zenciler ve köpekler giremez’ yazılarının da olduğu şehirlerde yaşamaya mecbur kılarak, Ku Klux Klan gibi sözde milliyetçi, gerçekte ırkçı örgütlerin şiddet ve aşağılamalarına maruz bırakmıştı. Hatta otobüslerde bile Afrikan-amerikan siyahilerin belirli koltuklara oturmasına bile izin verilmiyordu.
ABD’de bu söylemin yükseldiği 1930’lu yıllarda, Avrupa’da da Nazizmin ayak sesleri duyuluyordu. İtalya’da Mussolini, Almanya’da da Hitler’in, İtalyan ve Alman milliyetçiliğini kullanarak, iktidara gelmeleriyle Avrupa, tarihinin en ırkçı dönemlerinden birini daha yaşıyordu. Ne ilginçtir ki, ırkçılık, ABD’de Anglo Sakson dünyanın Kuzey Avrupası etkin iken Avrupa’nın daha çok orta kısımda görülecekti. Özellikle de Almanya ve işgal ettiği Doğu Avrupa’da Yahudilere ve Alman olmayanlara karşı yapılan ırkçılık, II. Dünya Savaşı sonunda milyonlarca Yahudi ve Polonyalı’nın hayatına mal olacaktı. Bu kıyım, Endülüs’ün 1492’de düşüşü esnasında Müslümanlar ve Yahudilere yapılan zulümden bu yana yaşanan en büyük vahşetlerden biriydi.
Anadolu; Kimsesizlerin Vatanı
“Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir; adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir.”
Mithat Cemal Kuntay, Türk edebiyatının tartışmasız en iyi romanlarından birisi olan Üç İstanbul romanına bu sözlerle başlıyordu. Kuntay, Balkan Harbi’nin ardından gelen muhacirlerin tren garlarındaki perişan hallerine, yedi tepeli şehirde, insanların arasına karıştıktan sonraki biçare vaziyetlerine ve hayata tutunma çabalarına şahitlik ettikten sonra kaleme almıştı bu satırları. Yakın dostu büyük şair Mehmed Akif, Arnavut göçmeni bir ailenin oğlu olarak yaşadığı bu topraklar için önce Çanakkale Destanı’nı, sonra ise İstiklal Marşı’nı kaleme alacaktı.
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Zira Batı’da tüm bunlar yaşanırken, 1848’den bu yana yaşanan göçler sonucu Anadolu, bir göçmen yurdu olmuş ve bu göçmenler Osmanlı vatandaşı olarak Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmışlardı. 1915’te yaşanan zorunlu Ermeni göçü ve 6-7 Eylül 1956 olayları hariç Anadolu’ya gelen Müslüman ve gayrimüslim nüfus, Osmanlı Devleti’nin bayrağı altında güven içinde yaşamışlardı. İstanbul da imparatorluğun başkenti olarak bu göçmen nüfusu sahiplenmişti. Halk arasında hiç hoşnutsuzluk yaşanmadığını söyleyebilir miyiz? Elbette hayır. Samiha Ayverdi’nin Hey Gidi Günler Hey isimli kitabını okumanızı tavsiye ederim. Ancak devlet, yaşadığı tüm çalkantılara rağmen azınlıkların veya farklı inançtan insanların, çoğunluğun zimmetinde, yani can, mal, inanç ve namuslarının güvence altına alınmasına büyük bir dikkat gösteriyordu. Sadece İslam inancının değil büyük devlet olmanın da gereği buydu.
“Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hristiyan’ını kilisede, Musevi’sini havrada fark ederim. Aralarında fark yoktur. Cümlesi hakkında muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi hakikî evlâdımdır.”
II.Mahmud’a ait bu sözü çok severim. Osmanlı bu anlayışı, sadece dini inanç değil etnik köken bakımından uygulamayı bir devlet refleksi haline getirmeyi başarmıştı. Ancak 18. yüzyılda, Fransız Devrimi’nin ardından yayılan milliyetçilik akımları, Avrupa’yı olduğu kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkileyecekti. Fransız Devrimi’nden sonra hemen her millet, kendi ulus devletini kurmayı amaçlamış, bu talepler varlığını sürdüren imparatorluklar için bir tehdit oluşturmuştu. Osmanlı Devleti de çok uluslu bir yapıya sahip olmasından ötürü, milliyetçilik akımlarından olumsuz etkilenmeye başlamıştı. Yüzyıllar boyunca Doğu ile Batı arasında bir köprü görevi görmüş olan imparatorluk, artık tarihinin en zor dönemlerinden birine giriyordu. Ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesinin etkisiyle Balkanlardaki Hristiyan halklar, arkalarına dış devletlerin desteğini alarak Osmanlı’nın temsil ettiği merkezi otoriteye karşı ayaklanmaya başlamışlardı.
Bu ayaklanmalar sonucunda çıkan savaşlarda yerinden yurdundan edilen insanların, kimsesizlerin vatanı ve sığınacakları yegâne liman, yine Anadolu toprakları olmuştu. Bence kaderimiz bu bizim. Doğup büyüdüğüm İzmir, Balkan göçmenlerinin çok yoğun olduğu bir şehirdi mesela. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, göçmenler yurdu olma sıfatını devam ettirmişti. Sonradan gelenler zamanla alıştı geldikleri yere, yeni dostluklar komşuluklar kurdular.
15 Temmuz gecesi nasıl kurtulduk?
Bu toprakların şimdiye kadar gördüğü en alçakça ihaneti yaşadığımız 15 Temmuz 2016 gecesinin ardından selâlar okunurken, bir çoğumuzun aklına aynı şey geldi muhtemelen. Allah şahit, adımın Peren olduğu kadar biliyorum ki, bizi o gece kurtaran topraklarımızı mazlumlara, yetimlere açmış olmamızdı.
“Onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler, onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar; ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa işte kurtuluşa erecekler onlardır.” (Haşir, 9)
Halini hatırını sorduğumuz göçmen bir kadın, başını okşadığımız yetim bir çocuk, soframıza buyur ettiğimiz bir aile, bizi uçurumun kenarından çekip almıştı. Çok sevdiğim Suriyeli bir hocam var. Abisi Muhammed Emin Sadu’yu, yengesini ve beş yeğenini Maraş depreminde kaybetti maalesef. “Abim çok güçlü bir imana ve peygamber sevgisine sahipti” diye anlatmıştı abisini bana hocam. Hz. Muhammed’i (s.a.v) düşündükçe gözleri dolar, namazlarını hiç aksatmaz, yoksul olmasına rağmen daima kendinden daha zor durumdaki insanlarla paylaşırmış elindekileri. Allah’ın arzı geniş, Kahramanmaraş’ta yeni bir hayat kurmaya çalışıyormuş, yeni dostlar edinmiş kendisine. “Türkiye’ye çok dua ediyordu, Peren” demişti. Allah ona, sevgili eşine ve evlatlarına rahmet eylesin. Biz o gece, Hz Muhammed’in (s.a.v) ismi geçtikçe ağlayan rahmetli Muhammed Emin Sadu’nun bizim için ettiği dualar sayesinde kurtulmuştuk çünkü.
Depremin 140. Saatinde, Türk kurtarma ekipleri tarafından yaklaşık 10 saat süren bir çalışma ile enkazın altından çıkarılan 27 yaşındaki Suriyeli Muhammed Habib vardı. Epey zamandır Türkiye’deymiş. İnsan Suresi’nin ilk ayetlerini okuyarak dönmüştü aramıza. Üstü başı toz toprak içindeydi ama bakışları tertemizdi. Dilimdeki besmele kadar eminim ki, biz Muhammed’i Suriye sınırında ölüme terk etmediğimiz için, Allah da bizi kurtarmıştı.
Milliyetçiliğin Dezenformasyonu; İç Tehdit Algısı Üretmek ve Toplumu Ku Klux Klan’laştırmak
Seçim öncesi artan ve sosyal medyada iyice görünür hale gelen çarpık milliyetçilik algısının en büyük hedefi, göçmenleri bir nefret objesi haline getirmek. Özellikle Dağıstan göçmeni ve Japonya doğumlu Ümit Özdağ ya da Avustralya vatandaşı olduğu söylenen İlay Aksoy gibi bazı siyasi figürler ve troller tarafından dillendirilen çok sayıda yalanla baş etmek zorundayız.
Memlekette yaşanan en ufak sorundan dahi göçmenleri sorumlu tutan büyük bir kötülük. Yüzyıllardır mazlumu, yetime yuva olmuş bu topraklara ithal edilmeye çalışılan “beyaz adam” tipi, dışlayıcı bir milliyetçilik tasavvuru. Sürekli iç tehdit algısı üreterek, göçmenleri zencileştiren ve toplumu Ku Klux Klan’laştırmaya çalışan şeytani bir akıl bu. Belli bir gruba işaret ederek, örneğin Suriyeliler ya da Afganlar, onları ülkenin geleceği için tehlikeli olarak etiketlemeleri yani terörize etmeye çalışmaları, başka hiçbir şekilde izah edilemez. Her milliyetçilik önce kendini sevmekle başlar ancak demagogların eline düştüğü vakit kendinden başka herkese nefret duyan hastalıklı bir hal alır. Ve milliyetçilik yalanı ile sürdürülmeye çalışılan bu tehdit algısı, masum insanları hedef gösterecek kadar korkunç bir iştaha sahip. Ve aynı zamanda, kendi içlerindeki birlikteliği ve hınçlarını canlı tutmak için sığındıkları en önemli kale.
Batı’nın ruh hastası klancıları gibi Anglo-Sakson beyaz üstünlüğünü savunan bu algı, daha da örgütlü hale gelmeden engellenmeleri, en büyük önceliğimiz olmalı şu anda. Yasalar daha güçlü olmalı ve milliyetçilik kavramının neyi ihtiva edip, neyi etmeyeceği tekrar tekrar anlatılmalı gençlere. Bizi vurmaya çalıştıkları bu “milliyetçilik” silahı, aslında hastalıklı bir halden başka birşey değil. Milliyetçilik, vatanını sevmekse eğer vatan sevgisi falan da değil bu.
Akif’in çok sevdiğim Bülbül şiirini dinliyorum şu anda bunları yazarken. “Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülşen. Gezersin, hanümanın şen, için şen, kainatın şen!” Milliyetçilik, vatanımızı sevmekse eğer… Vatanımızın kuru kuru taşını toprağını sevmek demek değildir bu. Vatanı sevmek, çağrıştırdıklarını sevmektir en çok da. Eğer vatan dediğimiz topraklarda, yetim bir göçmen çocuğun yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyorsa, savaştan kaçarak Anadolu’ya sığınan bir kadın, Türk komşularının evine kahve içmeye gidiyorsa ya da evini bir bombalama sonucu kaybetmiş bir baba, burada bir iş bularak, evlatlarına helalinden bir lokma ekmek götürebiliyorsa, o zaman değil sevmek delicesine severiz biz vatanımızı.