Nerelisin?

Mücadele “yerlilik” ile mümkündür. Yerimizi, yöremizi, töremizi tebarüz ettirmekle mücadelenin ilk adımını atabiliriz. Kültür kümemizi oluşturan her elemana sahip çıkarak sabit kadem bir direniş kararlılığını kuşanmalıyız. Türedi kavram ve tarzları içinde eritecek, öğütecek, ayakları ‘yere’ basan bir çerçeveye sahip olmalıyız.

Kemal MANSUR

Büyüklerimiz ilk görüşmelerde birbirlerine bu soruyu mutlaka sorarlardı. “İsminizi bağışlar mısınız?” diye başlayan, “nerelisiniz?” suali ile devam eden bir tanışma faslı. Ait olunan yerler üzerine hatıralar, değerlendirmeler, sorular, muhabbeti koyulaştıran unsurlar olurdu hep. “O yer” ile ilgili bir hatıra, bir duyum mutlaka olurdu.

Bir türlü anlam/ değer veremezdim bu soruya. Öyle ya, muhatap olduğun kişi tüm endamıyla önünde, onu etnisitesi ya da inancı dolayımından anlama gayreti ne ola? Nice zaman sonra bu soruyu bana sorduranın beynimin kılcallarına hasisane sirayet etmiş modernizm virüsü olduğunu sezdim. Zira modernizm ‘yerleri’ buharlaştıran ve insanı bedensel zevkleri içerisinde yersizleştiren/ yalnızlaştıran bir süreçti.

Yerlerin ve zamanların ruhu vardır. O ruh insanla ve insanda ortaya çıkar. İnsan, zaman, mekân kombinezonu önümüze bir hasıla koyar, bu hasıla genel karakteristik olarak tebarüz eder. Yani her mekânın sosyolojik birikimi ile değişik devirlerde ortaya koyduğu genel bir fotoğrafı vardır. Bu bize tarihsel süreçte toplumları ve mekanları daha doğru anlama ve yorumlama imkânı sağlar. Her bir toplumu domine eden vasıflar farklı olmaktadır. Aslında bu vasıflar, o toplumu diğerlerine fark ettiren dahası diğerleri ile makul irtibatı mümkün kılan unsurlardır.

Hucurat Suresi 13. Ayet bu gerçeği anıtlaştıran bir manifestodur: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.”

Din, dil, ırk, renk, coğrafya farklılıklarının büyük bir insanlık ailesine dönüşmesi için ademoğullarına bahşedilmiş muhteşem bir vizyondur bu. Burada dayatılan bir örnek çerçevesinde aynileşme çağrısı yok. Kimliklere ve kişiliklere saygı çerçevesinde karşılıklı açılma/ tanışma çağrısı var. Yani kâinatı yaratan iradenin afak ve enfüste mündemiç hassas formülünün fark edilmesi durumunda dünyanın dar-ı saadete dönüşeceği müjdesi var.

Ruhu Allah (c.c.) tarafından ortak fıtri doneler kümesine sahip olarak yaratılan insanoğlu, yeryüzünde ilk nefesini aldığı andan itibaren “beden” dediğimiz fiziksel format içerisinde zaman ve mekânın kollarına atılır. Hayat tesmiye edilen şeyi içine düştüğü bu zaman- mekân kesişmesinde tanır. Ruhunun bileşenleri ile zaman-mekânın bileşenleri çoğu zaman sancılı giden bir tanışma vetiresinde onu fert kılar. İçine doğduğu imkanlar dünyası farklı olabilir ama kişileşme sürecinin yasaları aynı işler. Hiçbir insan teki bundan azade değildir.

Her birimiz zaman ve mekân izdivacının çocuklarıyız…

Tarih boyunca insan grupları değişik saiklerle birbirleriyle mücadele edegelmiş olsalar da ontolojik anlamda genel-görünür bir üstünlük iddiasına şahit olmuyoruz. Esir etmeler, baskı kurmalar, katliamlar… Birçok şey kayıtlara geçmiş ama tarihin ana aksı üzerinde yaradılış olarak daha üstün insan olma iddiası dillendirilmemiştir. Beni İsrail’in seçilmiş kavim olma iddiası ontolojik değil, Tanrı karşısında diğer insanlardan mertebe olarak üstünlük iddiasıdır.

Lakin… Modern anlara, yetiştirdiği imajlar ve örnekler üzerinden hükmeden global iktidar sahipleri, kurdukları sosyo-evrimsel üstünlük ideolojisiyle geleneksel insanlık tasavvurunu tahrip ettiler. “Bilimsel araştırmalar” marifetiyle kendilerinin insanlaşma sürecini tamamladıklarını, diğerlerinin ise henüz yolda olduğu gerçeğini vurguladılar. Tabii, bilim kendilerine kaçınamayacakları bir görev yüklüyordu: Ağyarın insanlaşma sürecinin ikmaline yardımcı olmak…

“The West and the Rest” anlayışıyla kendilerini sair insanlık pratiklerinden pozitif ayrıştırarak norm koyuculuk yani efendilik pozisyonuna yerleştirdiler. Diğerlerini, kendilerini kopyalamaya çabalasalar dahi daha “alt kategoride insan” olarak tasnif ettiler. Sömürü çarkları yoluyla elde ettikleri ekonomik ve askeri gücün de yardımıyla dünyanın her tarafında propagandanın envai çeşidini yürüttüler.

Tabii, işin trajikomik tarafı, bu üstünlük ideolojisi dünyanın ‘sair’leri arasında da hayli alıcı buluyor. Batı dışı toplumların modernleşme hikayeleri bu parantez içerisinde gerçekleşiyor. Köklerinden koparılmış, “yer”lerinden edilmiş “rol modeller” üzerinden dünyanın her tarafında ‘yeri’ buharlaştırmayı, kendi kurdukları sanal zeminlerde tüm insanlığı “bende” mesabesine indirgemeyi hedefliyorlar.

Artık “nerelisin?” sorusunun anlamsızlaşmaya başladığı, modern hayatın ürettiği kalıplar üzerinden yapılan tercihler esas alınarak soruluyor sorular. Aslına bakarsanız soru da sorulmuyor! Sahiciliğini yitirmiş sentetik kimlikler, insanı git gide daha ürkek, daha septik, daha uzak kılıyor. Sorulacak olsa da artık yüz yüze değil sorular. Sanal gerçeklikler ortamında sanal yüzler kullanılır oldu.

Yerin buharlaştığı yerde yüz de buharlaşır. Yüz buharlaşınca artık kimse tanınır/ ayırt edilir olmaz. Her şeyin aynileştiği bir distopya…

Kimsenin, kimsenin yüzüne bakacak yüzü de mecali de kalmadı!

Mücadele “yerlilik” ile mümkündür. Yerimizi, yöremizi, töremizi tebarüz ettirmekle mücadelenin ilk adımını atabiliriz. Kültür kümemizi oluşturan her elemana sahip çıkarak sabit kadem bir direniş kararlılığını kuşanmalıyız. Türedi kavram ve tarzları içinde eritecek, öğütecek, ayakları ‘yere’ basan bir çerçeveye sahip olmalıyız. Salt yakınmaların necis bir avuntudan ibaret olduğu hususunu zihnimizin çeperlerinde bir serlevha gibi taşımalıyız.

İnsanlığın maruf değerlerini kucaklayarak, dünyanın tüm yerlilerine yerimizde yer açarak, değerlerimizin ardından cesedimiz üzerinde de operasyon yürütme cüretindeki soysuzlaştırma ameliyesini boşa çıkarabiliriz. Alemlere rahmet olarak gönderilen kutlu elçinin izinden giderek bunu yapmak zorundayız: “Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olun.” (Buhârî, Edeb, 62)

Yerliliğin elzem şartı, her tür ırkçılığa ve tek tipleştirmeye karşı olmaktır. Millet/ milliyet kavramının geniş anlam haritası üzerinde bir tahayyül ve pratik inşası dışındaki ayrıştırıcı, tasnif edici, öteleyici, itici, üstenci yaklaşımlara pabuç bırakmamaktır. 

Yerliliğin bir diğer şartı da milli düşünüş ve eylem setlerine sahip olmaktır. Tanımladığımız, tasavvur ettiğimiz evsafı ile milli duruş, asıl itibariyle cihanşümul bir duruştur. Sadece toprakla kayıtlı bir anlayış çerçevesi değildir. Varlığın sahibinin Allah olduğuna, kutsalın sadece onun tarafından tespit edilebileceğine ve kullar arasında ontolojik anlamda mutlak eşitlik bulunduğuna iman esasına dayanır.

Milliyetçiliği, kendi yerel değerlerini hassasiyetle yaşatmaya çabalarken insanlığın maruf değer ve geleneklerine de aynı hassasiyetle yaklaşmak olarak değerlendirmek mümkündür. Hassasiyet dengesinin kaybı, yolun sonunu köleliğe vardırır.

Global iktidar mahfilleri, milliyetçiliği/ yerliliği doğal bağlamından koparıp yeniden üreterek, insanlığın birbirinden kopuşunun enstrümanına çevirmeye çalışıyorlar. Toplumların doğal iletişim imkanının tahribi ve nihayetinde tek bir “kültür” kalıbının mutlak etki makamına yerleştirilmesi hedefleniyor. Direnmek zorundayız. Çok kafa yormamız gerekiyor.