Şehirli İnsanın Doğayla Sınavı

Teknoloji ile zafer kazandığı zannında olan insan, sınırsızlaştıkça güçsüzleşti. Her ne kadar güçlü ve hâkim olduğumuza ikna olmuş olsak da bizler son derece sınırlı ve aciz varlıklarız.

Gözde ÇİMEN

Kendi içinde sürekli gelişen, değişen, canlı-cansız tüm varlıklar “doğa” olarak nitelendirilir. Hepimiz bir bütünün parçası olarak kendimize özgü yaşam biçimlerimizi sürdürürken, birbirimizin var oluşunu da etkileriz. Doğa… Ahengin özü, yaşamın kaynağı. 

Zorlu doğa yaşamını terk edip şehirleşmeye başlayan insan, bu süreçte eski habitatına yabancılaşıp onunla kavga eder hale geldi. Hükmetme çabası içerisinde sanki doğanın sadece insana hizmet etme zorunluluğu varmış gibi bize boyun eğmesini istiyor, kararlarımızı sorgulamadan uygulamaya geçirip sadece bizim koyduğumuz sınırlara göre yaşamı devam ettirmesini istiyoruz. Durup şu soruyu sormak gerekmez mi? Doğa, tüm bunları kabul edebilir mi? Veya insan doğaya hükmedecek güce ve kudrete sahip mi? 

Toprak, bitki, hayvan ve insan. Her birinin silsile ile birbirine bağlı ve muhtaç olduğu, kendi içerisinde fayda sağlayarak hizmet ettiği görkemli bir bütün. Bu bütünün denge ve uyum içerisinde yaşaması varken uyumsuz ve tahripkâr isteklerimizle zinciri kıran ise biz insanlarız. Sanayi devrimi ve şehirleşmeyle beraber doğa artık insanın gözünde mistik bir alem gibi. Onu tanımak, bilmek için hafta sonları “kaçtığımız”, “ulaşmaya” çalıştığımız uzak bir yol. Emeklilik hayallerimizin baş “ideali”. Şehirleşen dünyada vaatlerin en güzeli, yaşadığımız alana yakın yapılacak özel ve korunaklı yeşil alanlarımız. Halbuki doğa hem bunlardan daha fazlası hem de insanoğlunun en eski dostu.

Günümüzde insan elinin değmediği değerken de kendi hırs ve arzularının yansımadığı bir alan kalmış mıdır? Çok az. Bizler büyük bir bütünün küçük bir parçası olmamıza rağmen kendimizi aynada aslan gören kedi gibiyiz. Zaman zaman doğal afetler yaşamımıza, bizleri uykumuzdan kaldıran depremleri hissetmemize rağmen; süreli korkularımız geçtikten sonra yine aynı şekilde kendimizi dev aynasında görmeye devam ediyoruz. Halbuki parça bütünle uyumlu ve ahenkli bir şekilde yaşamını sürdürebilir, hükmetme hayallerinden çıkabilirdi. Şehir, insanı her anlamda fıtrattan uzaklaşırken uzaklaştığı tüm değerlerin yerine içgüdüsel olarak başka bir şeylerle doldurmak zorunda. Fizik, boşluk kabul etmez çünkü. Ancak unuttuğumuz bir diğer mesele, biz doğanın dengesine aykırı doldurmalar yaptıkça sonuç bizlerin beklediği gibi olmuyor. İntikam karşımıza afet olarak, hastalık olarak çıkıyor. Biz ise inatla sorularımızın cevabını başka kaynaklarda aramaya devam ediyoruz.

Nasıl ki bir ahtapotu denizlerden, pengueni kendi habitatından ayrı düşünemiyorsak insan da doğadan ayrı düşünülemez. Fıtratından uzaklaşan şehir insanı, bilmeli, insan sadece paraya giyime veya beslenmeye muhtaç şekilde yaratılmamıştır. Bizlerin toprağa basmaya, akşamları öten bülbülün sesini duymaya, bir meyvenin olgunlaşmasını görmeye ihtiyaç duyarak yaratıldık. Yazın açan çiçeklerin kış geldiğinde sararıp yapraklarının düşüşünü görmek insana kendi ölümlülüğünü de hatırlatıp, tefekküre iter. Sentetik sosyal alemlerimizi bir süre de olsa bırakıp kendimizi doğada hissetsek Engin Geçtan’ın söylediği gibi “eski bir dostumuzla karşılaşmış gibi” olacağız. Son kertede biz doğadan gelip yine doğaya karışan canlılarız.

Tüm bu yazılanlar şehirleri terk edip ormanlara avcılık yapmaya geri dönelim anlamına gelmemeli elbette. Ancak yaşadığımız çağ da doğayla bu denli sıkıntılı ilişki kurmak zorunda olduğumuz çağ değil. Suçu, zamana veya yaşadığımız döneme yüklemek yine biz insanların bahanesi. Bu dengeyi ve uyumu, hayatlarımızda ve şehirlerimizde kurmak biz insanların elinde. Hiç şüphesiz bunu yapabilmek ise bir bilinç, kültür ve medeniyet meselesidir. Bu eski dostla sulh yapıp şimdi de dostumuz olarak kalmasını isteyip yaşamlarımızı bu isteğe göre şekillendirebilmeliyiz. Zaaflarımız ve acizliğimiz ile yüzleştiğimizde doğa bize güç de katar.

Teknoloji ile zafer kazandığı zannında olan insan, sınırsızlaştıkça güçsüzleşti. Her ne kadar güçlü ve hâkim olduğumuza ikna olmuş olsak da bizler son derece sınırlı ve aciz varlıklarız. Kendi sınırını unutan varlığın evrende olan her şeye karşı sınırsızlaşması ise normaldir. Doğa da bundan nasibini almış bulunmakta. Sistemin şu anda kulaklarımıza fısıldadığı, ‘her istediğini her zaman yapabilirsin çünkü sen buna değersin’ dediği dünyada, hayata dair olan anlamlarımız da yok oldu. Nereden gelip nereye gideceğimizi düşünemez olduk. Doğaya zarar verdikçe aslında kendimize de zarar verdiğimizin ne zaman farkında olacağız? Bir vücudun gözlerini oymaya kalktığımızda vücudun diğer azalarında da bunun bir yansıması olacağını neden düşünemiyoruz?

Hatırlamalı… İnsan, hatırlamalı. Tabiat denen içinde binlerce ihtişamı ve güzelliği barındıran alemin kendine emanet olduğunu ve yaptıklarından dolayı bir hesabın olacağının idrakine varmalı. 

Doğa yoksa biz de yokuz. Birbirimize bağlı olarak yaşadığımız hayatta doğanın dengesi bozuldukça insanın da dengesi bozuldu. Doğa, hastalandıkça bizim de hastalıklarımız arttı. Kendi sonumuzu kendimiz hazırlar olduk. New York’ta kesilen bir ağacın Üsküdar’da yansıması olabileceği gerçeği bilim kurgu senaryosu muamelesi görmektedir. İronik bir şekilde doğanın en çok zarar gördüğü dönemi de doğaperestliği de aynı anda yaşıyoruz. 

Tek bedende birbirine bağlı olarak doğayla yaşam sürdüren insanlık, akli selim bir şekilde sorunu ele alabilir. Ve bu sorun kesinlikle marjinallerin hassasiyetine ve çözümlerine terk edilmemelidir. Ses çıkarma ve farkındalık oluşturma görevi tekelleştirilmemeli. Şehirleşme gözümüzü, nefsimizi kamaştırmış olabilir. Ancak şehri yöneten idarecilerimiz, sosyologlarımız tarihçilerimiz, sanatçı ve daha nice ilgili kurumlar bugüne ve geleceğimize yönelik çalışmalarda bulunabilirler. Her birey doğaya yabancılaşmaktan kurtulup tekrar tanışıp, el sıkışabilir. Gittikçe agresifleşen, mutsuzluğuna çözümü modern hurafelerde arayan modern insan, kendi hayat çizgisini tabiat sevgisi ile yoğurabilir. Bir timsahla karşılaşacak olsa nereye kaçacağını şaşıran insan, yeryüzünün egemen tek gücünün kendisi olmadığını kabul ettiği takdirde ister istemez çevre ve doğayla olan ilişkisi, saygı zeminine kayacaktır. Bizim dışımızdaki varlıkların da yürütmesi gereken bir sistemi olduğunu kabul edecektir. Yaratıcı, yaşamı kurarken denge ve adalet üzerine kurdu. Anahtar teslim dünyayı hizmete sunduğunda ise denge ve adaletin gözetilip şehirlerin inşa edilmesini tüm insanlıktan talep etti. Şehir, insanı bu talebi ulaşılması zor, romantik bir talep olarak algılamamalı. İnsanlık bunu üstlenecek potansiyele ve inanca mutlaka sahiptir. Ve insanlık nefsini ve hevalarını bir dizginleyebilse olmaz dediğimiz nice başarılar elde edilebilir.