Ulusalcılık ile Küreselcilik Kıskacında Balkanlar ya da Üçüncü Yolun İmkânı

Balkan ülkelerine dağılmış toplam Türk nüfusu ise 10 milyondan fazla. Başka bir ifadeyle dağılmış halde de olsa Balkanlarda en fazla soydaşı olan ülke belki de Türkiye. “Belki de” kaydının nedeni, nüfus sayımlarının güvenilirliğinin tartışılması ve her zaman bölgedeki Türkler’in olduğundan az gösterilmesidir.

Mustafa ŞENTÜRK

Prof. Dr., Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Giriş

Eski Türkçe’de“çamur” anlamındaki balık kökünden “bataklık yer” anlamına kullanılan birleşik balık+an kelimesinden gelen Balkan ismi, müsemmâsıyla uyumlu olarak “sarp ve ormanla kaplı sıra dağları” ifade eder. Kelime Macarca ve Bulgarca başta olmak üzere dünya dillerine de Türkçe’den geçmiştir. Bölgenin Türkler ve Osmanlılar nezdindeki müsemmâsına uygun bir diğer ismi Rumeli’dir. Malûm, ismi de müsemmâyı da müsemmî tayin eder. Buna göre Türk’ün zihninde ve gönlünde Balkan ve Rumeli tesmiyesinin yeri ile Güneydoğu Avrupa isimlendirmesinin yeri aynı olmasa gerektir. Zira ilk ikisi, köklerini merkezine koyduğu kendi tarihi ve kültüründen alan, üstelik coğrafya ile de uyumlu birer adlandırma iken sonuncusu yabancılaşan bir zihnin Kıta Avrupa’sını ve bâhusûs İngiltere’yi merkeze alan ve adlandırmayı bu merkeze göre yapan bir yaklaşımdır. Ne yazık ki, yabancılaşan anlayışın bir tezâhürü olarak bu ülkenin bazı üniversitelerine bağlı olarak Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Merkezi adı altında sözde akademik birimler kurulabilmiştir. Demek ki ilk adım, nereden bakılacağının belirlenmesidir ve bu belirleme bölgede yaklaşık altı asır hüküm süren bir millet olarak bizim için olduğu kadar bölgede yaşayanlar açısından da önemlidir.

Bilindiği gibi Balkanlar; ülkemizin Trakya bölgesini ve bugünkü adlarıyla Bulgaristan, Yunanistan, Kuzey Makedonya, Arnavutluk, Kosova, Karadağ, Sırbistan, Bosna-Hersek, Romanya, Hırvatistan, Slovenya‘yı içine alan bölgedir.

Balkanlar sadece coğrâfî olarak değil beşerî ve dolayısıyla ictimâî, kültürel ve siyâsî olarak da “sarp” bir bölgedir. Zira yukarıda anılan ülkelerde yaşayan halklar, dînî ve etnik kökenleri itibarıyla kozmopolit bir yapıya sahiptir. Açmak gerekirse -Gagavuzlar’ı da düşününce- Türkler’in, Yunanlılar’ın, Bulgarlar’ın, Hırvatlar’ın, Pomaklar’ın, Boşnaklar’ın Makedonlar’ın, Arnavutlar’ın ve Romanlar’ın hem Müslümanları hem de -çeşitli mezhepleriyle birlikte- Hristiyanları vardır ve bu durumun doğurduğu “etnik milliyetçilik” potansiyeli, kozmopoliteyi daha da girift hale getirmektedir. Bu noktada bir bölgenin, kendi içinde daha küçük bölgelere ayrılıp parçalanması sürecini ifade eden Balkanlaşma terimini hatırla(t)mak gerekecektir. O nedenle bölge, tarih boyu Makedonlar’dan Romalılar ve Bizanslılar’a, Hunlar’dan Kumanlar ve en uzun süre Osmanlılar’a, son olarak da Yugoslavya Devleti altından Slavlar’a kadar pek çok milletin hâkimiyeti altına girmişse de, bölgede hiçbir zaman tam bir hâkimiyet kurulamamıştır. Bu durumun, bölgenin tarihine olduğu kadar geleceğine de ışık tuttuğu söylenebilir. Başka bir ifadeyle Balkanların, bu yazının başlığında yer alan ulusalcılık ile küreselcilik arasındaki konumuna dâir fikir verebilir.

Âidiyet, insânî bir duygu olup o minvalde ulus âidiyeti kadîm bir duygu olsa da bizde daha çok Milliyetçilik olarak kullanılan daha az da Ulusçuluk, Nasyonalizm ve/ya ayrımcılığı ve “ötekine” düşmanlığı çağrıştıran Irkçılık şeklinde anılan Ulusalcılık, Fransız Devrimi’ni (1789) müteâkiben ortaya çıkan ve toplumu daha çok etnisite temelinde ulus olarak tanımlayarak ulusun yüceltilmesi ile ulus devletin güçlendirimesini savunan bir modern dönem anlayışı ve/ya ideolojisidir. Ticâretin gelişmesi sonucunda aristokrasiyi temsil eden hânedanlıklara karşın burjuvazinin ya da diğer bir tabirle seküler orta sınıfın güçlenmesi ile egemenliğin hânedânlardan alınıp doğrudan ‘halkın kendisine’ verilmek sûretiyle her ulusun kendi devletini kurmasını savunan bu anlayış, imparatorlukların dağılmasına yol açmıştır. Bu bağlamda ulus ile devleti âdetâ aynîleştiren ulusalcılığın, “Tanrı merkezli” evren anlayışından “insan merkezli” evren anlayışına geçiş süreci olarak; rasyonalizm, pozitivizm, hümanizm, laisizm ve sekülerizm… gibi kavramlarla birlikte ortaya çıktığı söylenebilir.

Doğduğu Batı’da da bizde de Globalizm adıyla da anılan ve merkezinde Kıta Avrupa’sının olduğu modernitenin son aşaması olarak kabul edilen ve –aşırı (hiperglobalist) kuşkucu (sceptic) ve evrimsel-dönüşümsel (transformationalist) yaklaşımlar mahfûz tutularak- haberleşmenin, kültürel, ticârî ve siyâsî faaliyetlerin serbestiyet (!) kazanıp toplumların yakınlaşması olarak tanımlanan Küreselcilik ise ABD merkezli bir ideoloji olarak, aslında ABD’nin ve diğer ülkelerin (!) küresel güvenliğini sağlamak için beraber (!) çalışmasını ve ABD’nin bu ülkeleri desteklemesinin dünyayı daha iyi bir duruma getireceğini iddia eden bir ideolojidir.

Bu noktada modern dönemde ulusalcılık ile küreselcilik birbirinin alternatifi ve/ya zıddı gibi görünse de -ilkinin yapısöküme ikincisinin yeniden inşâya olmak üzere- aynı amaca hizmet eden iki ideoloji, belki de daha doğru bir yaklaşımla ‘aynı ideolojinin iki yüzü’ olduğunu söylemek mümkündür. Bu yaklaşıma göre önce ulusalcılık toplumları partikülarize ederek parçalamış, sonra küreselcilik onları tek/düze bir yapı altında birleştirme amacını gütmüş ve gütmektedir.

Ulusalcılık ve Küreselcilik Kıskacında Balkanlar

Tarihî kökleri olan ve literatürde Balkanlaşma kavramıyla ifade edilen Balkanlardaki kozmopolit yapının üstüne; modern dönemde Balkanlarda ulus ve ulusal kimlik bilincinin oluşumunda; ulusçuluk akımının, Osmanlı’ya ve Rum Ortodoks Kilisesi’ne karşı girişilen mücâdelenin, ve seküler eğitim ile ulaşım ve iletişim araçlarının yaygınlaşması ile din (religious nationalism) ve mezhep ulusçuluğunun (sectarian nationalism) etkili olduğu söylenebilir. Osmanlı, güçlü iken geliştirdiği ve dînî etnisiteye dayanan millet sistemi ile nispeten daha kolay idare edebildiği Balkan topraklarında ayrılıkçı isyanlar başlayınca millet sistemini tahkîm etmek için önce İslâmcılık siyâsetini, tutmayınca da ulus ve din ayrımı gözetmeksizin Osmanlı vatandaşlığı temeline dayanan Osmanlıcılık siyâsetini güttüyse de parçalanmanın önüne geçememiştir. Bu noktada yukarıda sözü edilen siyâsî anlayış ve uygulamaların bazı handikaplarından söz edilebilirse de, asıl faktörün Osmanlı’nın zayıf düşmesi olduğunu gözden ırak tutmamak gerekir.

Bugüne gelindiğinde, soğuk savaşın ardından, SSCB ile liderliğindeki Doğu bloğunun ve o arada Yugoslavya’nın yıkılışı ve ABD öncülüğünde tek kutuplu yeni dünya düzeni ile Balkanlardaki uluslar birer birer bağımsızlıklarını ilan etmiş oldular. Ulusalcılık, Balkanlarda 90’lardan itibaren yükselen “değer”. Yugoslavya’nın dağılmasının ardından oluşan belirsizlik ve ona bağlı güvensizlik ortamı, bilâhere işsizlik ve yoksulluğun artması, bölgedeki etnik unsurların siyasetçilerini bu tür durumlarda her zaman “prim yapan” ulusalcı bir söyleme itmiştir. Nitekim ülkemizde son yıllardaki ekonomik dalgalanmanın, “bazı” siyâsîlerin mültecilere dönük ırkçılığa varan söylemini ve zenofobiyi artırdığı malûmdur.

Arnavutlar’ın “Büyük Arnavutluk”, Sırplar’ın da “Büyük Sırbistan” ideallerini hâlâ diri tutmaya çalıştıkları bölgede, bugün artık Türkiye hâricinde en büyüğü 10 milyon, en küçüğü 1 milyonun altında nüfusa sahip irili ufaklı 11 Balkan ülkesi var. Üstelik hemen hepsinin demografik yapıları kozmopolit bir halde. Meselâ Arnavutluk’ta Arnavutlar dışında Ulahlar, Yunanlılar, Romanlar, Sırplar ve Makedonlar bulunmaktadır. Buna karşın Kuzey Makedonya’da Makedonlar’dan başka en çok Arnavutlar, sonra Türkler, Romanlar, Sırplar, Boşnaklar ve Ulahlar yaşar. Kosova’da Arnavutlar’dan başka SırplarBoşnaklarRomanlarTürklerGoralılar ve Torbeşler bulunur. Özellikle bu son iki ülkede, etnik unsurlar arasında “devlet imkânlarının” paylaşımı için ciddî mücâdelelere tanık olmak mümkündür. Yine Bulgaristan’da Bulgarlar’dan sonra sırasıyla en çok Türkler, Romanlar, Ruslar, Ermeniler vd. halklar vardır. Balkan ülkelerine dağılmış toplam Türk nüfusu ise 10 milyondan fazla. Başka bir ifadeyle dağılmış halde de olsa Balkanlarda en fazla soydaşı olan ülke belki de Türkiye. “Belki de” kaydının nedeni, nüfus sayımlarının güvenilirliğinin tartışılması ve her zaman bölgedeki Türkler’in olduğundan az gösterilmesidir.

“Ben ve öteki idrâkinin” etnik kökene dayandırıldığı ortamda “öteki” halklar çoğu zaman bir tehdit olarak görülür. Nitekim Bosna Hersek’in bağımsızlık mücadelesi sırasındaki Sırp vahşetinde de görüldüğü gibi, Sırplar, hatta Hırvatlar için Boşnaklar; 1989 soykırımında görüldüğü gibi Bulgaristan için ve öteden beri Yunanistan için Türkler bir “tehdittir”. Aslında genel olarak Türkler’in/ Müslümanların Balkanlar için bir tehdit olduğu algısı sürekli ısıtılmaktadır. O nedenle olsa gerek küreselcilerin Balkanlar’da oyunu “Türk korkusu (turco fobia)” üzerinden Gayr-i Türk Müslümanlar üzerine kurdukları ve “Türk’ün tekrar geri dönmemesi” için tedbir almaya çalıştıkları görülmektedir. Örneklemek gerekirse bölgede Pomaklar’ın, Arnavutlar’ın ve Boşnaklar’ın Türk/iye ile irtibatını kesmek için, dînî eğitimlerini almak üzere ülkemize değil de daha çok Arap ülkelerine yönlendirildikleri ve bunun sonucunda neo-selefî akımların bu halklar üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Tabîî Türkiye’nin bu konuda geçmişteki yanlış politikalarının olumsuz etkisi de göz ardı edilmemelidir.

Balkanların bu kozmopolit yapısı nedeniyle, bölgede etnik milliyetçilik patla(tıl)maya hazır bir bomba gibi duruyor. İşte tek kutuplu bir dünyayı savunan küreselciler tam da bu aşamada devreye giriyor. Onlar bir taraftan bölgede etnik hassâsiyetleri canlı tutarak halkları partikülarize etmek diğer taraftan bu halkları tek bir merkeze bağlamak amacındadır. Yani tipik bir “böl, parçala, yönet!” taktiği.

ABD ve Balkanlar söz konusu olduğunda Almanya’nın başını çektiği “Batı Kanonu”; küresel iletişim araçları, küresel bilim, kültür, düşünce ve sanat kuruluşları, küresel şirketler vd. enstrümanları ile bölgede bir hegemonya kurmakta zorlanmayacaklardır. Bu da Balkanlar’ın kendine has yapısını ve kültürünü kaybetmesine yol açacaktır. Zira küreselleşme ile sınırların aşılıp bütün dünyaya yayılması umulan iktisâdî, ictimâî, siyâsî ve kültürel “ortak değerlerin” aslında Kapitalist Batı merkezli (western centric & euro centric) değerler olduğu inkâr edilemez bir gerçektir.

Diğer taraftan bir diğer bölgesel güç Rusya’nın, hinterlandı ve “önbahçesi” olarak Balkanlar’da hâlâ etkili olduğu bir gerçektir. Rusya hegemonik bir güç olarak, geçmişte Varşova Paktı ile “demirperdeyi” oluşturduğu eski Komünist/Sosyalist Doğu bloğu ülkeleri başta olmak üzere bölgede ticârî, ekonomik, kültürel ve politik işbirliğini canlı tutuyor.

Öyle görünüyor ki, Balkanlar birbirinin alternatifi ve/ya zıddı gibi sunulan ama aslında “kırk katır- kırk satır” dilemmasından başka bir şey olmayan ulusalcılık ve/ya küreselcilik kıskacına alınmak istenmektedir. İster iki ayrı ideoloji ister bir ideolojinin iki yüzü olarak algılansın, sonuç Balkanlar açısından değişmeyecektir. Ulusalcılık da küreselcilik de Balkanların parçalanıp ekonomik, kültürel ve belki de en önemlisi beşerî açıdan sömürülmesine hizmet edecektir.

Peki, Balkanlar için üçüncü bir yol mümkün müdür?

Üçüncü Bir Yolun İmkânı ve Balkanların Geleceği

Bölgeyi nispeten tanıyan ve bölgede tanıklıkları olan bu satırların yazarına göre Balkanlar’da üçüncü bir yol mümkündür ve Balkanların geleceği buna bağlıdır. O da Balkanlar’ın Türk/iye ile yapacağı işbirliğidir. Osmanlı sonrası dönemde, bölgedeki eğitim kurumlarında Türkler’in emperyalist olduğu algısı oluşturulmaya çalışılmış ve bu algı bir nesil üzerinde etkili olmuşsa da tarihî gerçekler bunun aksini göstermektedir. Zira Türkler, bölgeye adalet ve asırlar süren bir “Osmanlı Barışı” (Pax Ottomana) getirmişlerdir. Tarihî kayıtlar göstermektedir ki, Türklerin Balkanlar’dan topladıkları vergi yine Balkanlar’a yatırım olarak dönmüştür. Zira Türkler, bölgeyi sömürüp kaçmayı düşünmemişler, Balkanlar’ı vatan bellemişlerdir. O nedenle -hamâset sayılmazsa- Türk demek “alan” değil “veren”, “götüren” değil “getiren” demektir; adâlet, emânet, inşâ, imâr, yol, köprü, han, imâret demektir Balkanlarda.

Bilindiği gibi Balkanlar’da Türk, sadece bir ırkı değil Balkan Müslümanlarının tümünü imler. Bölgede “Türk” demek sadece Kayı, Oğur, Bulgar, Peçenek, Oğuz, Kuman (Kıpçak) değil; aynı zamanda Boşnak, Arnavut, Torbeş, Roman demektir; Boşnak, Arnavut, Torbeş, Roman da Türk. Bir diğer ifadeyle, bir Boşnak ne kadar Türkse bir Türk de o kadar Boşnak’tır. Bir Arnavut ne kadar Türk’se bir Türk de o kadar Arnavut’tur. Ve bütün bu Müslüman halklar “millet-i hâkimedir”. Nitekim Balkan Savaşları’ndan İstiklâl Harbi’ne kadar olan dönemde muhâceret ve mübâdelelerin “millet-i hâkime” âidiyetine göre yapıldığı malûmdur. Yani o süreçte Pomaklar, Torbeşler, Boşnaklar ve Müslüman Romanlar ve Arnavutlar’ın önemli bir kısmı Türkiye’ye göç etmeyi tercih etmişlerdir.

Bu bağlamda Türkiye ile Balkan ülkeleri arasında yine, yeni ve güçlü bir şekilde tesîs edilmesi gereken işbirliği, bölgede ulusalcılık ile küreselcilik kıskacındaki bütün halklar için hem millî benliklerini korumak hem de bölgesel güç olmak için kaçınılmazdır. Bir diğer ifadeyle üçüncü yol ne nasyonalizasyon ne de globalizasyon değil glokalizasyondur.

Peki bu işbirliğinin çerçevesi nasıl olmalıdır?

Balkan ülkeleri, sanal “Türk fobisi” algısına kanmayıp geçmişle bugünün muhâsebesini yaparak geçmişte olduğu gibi kendi din, dil ve kültürleri ile var olabilecekleri ve “gerçek ortak değerleri” paylaşabilecekleri Türkiye ile; Türkiye de ne bir “âbi” ne de “geçmişten bir alacağı olduğu” düşüncesiyle hareket etmeyerek Balkan ülkeleri ile ictimâî, siyâsî, ticârî, iktisâdî işbirliği kurmalıdır. Kurulacak bu işbirliğinden her iki taraf da kazançlı çıkacaktır.

Son olarak hatırlatmak gerekir ki Türkiye son yirmi yılda tesîs ettiği YTB, TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif Okulları ve belki de en önemlisi geçmişte olduğu gibi “gerçek sivil inisiyatif” olan gönüllü kuruluşlar ile yumuşak güç (soft power) kullanmalı; Türklüğü bölgede etnik anlamda değil bu yazıda aktarılan çerçevede yansıtarak sadece soydaş siyâseti değil akraba halkları küstürmeyecek bir reel politika gütmelidir.

Dün yapılmış ve başarılmış olan bugün de yarın da ama yeni bir anlayış ve yöntemle yinelenebilir. Zira yarının temînâtı dündür.