Kur’an-ı Kerim’in Dünyaya Bakışı

Karun kıssası işte bu zihniyete, bu anlayışa sert, köklü ve kalıcı bir cevaptır. Haksızlık, zulüm, sömürü, zevk ve safa üzerine inşa edilen bir hayat, bir gün elbette yıkılacaktır.

Mustafa ÖZEL

FSMVÜ, İslami İlimler Fak.

Yeryüzünde insanın varlığının sürebilmesi, beslenmesine bağlıdır. Beslenmesi de çalışmasına ve kazanmasına. Çalışıp kazanmadan hayatta kalmak mümkün değildir. Ancak çalışıp kazanma eylemi sınırsız, ilkesiz olunca insan hem kendine hem de başkalarına zarar verebilmektedir. Her konuda ve her işte dengeyi gözeten dinimizin rehberi Kur’an-ı Kerim, inananların dünyayla ilişkilerinde de dengeli olmasını istemiştir.

Bunu öncelikle ahirete iman etmeyi, İslam’ın esaslarından biri haline getirmekle yapmıştır. Kur’an’da yirmiye yakın ayet-i kerimede Allah’a iman ile ahirete iman birlikte zikredilmiştir. Söz konusu ayetlerde Allah’a imanın ardından hemen çeşitli formlarda ahirete iman, son güne (el-yevmü’l-âhir) iman şeklinde gelmiştir. İyiliğin; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman edenlerin yaptıkları olduğu belirtilmiştir (Bakara, 177). Yüce Allah iman edenlere, Kendisine, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman etmelerini emretmiştir. Bunun ardından Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr edenlerin gerçekten yoldan çıktıklarını haber vermiştir (Nisâ, 136). Bu, önceki kitaplar ve peygamberlerle ortak olan bir konudur. Mesela İbrahim (a.s.) kavmi için yaptığı bir duada şöyle demektedir: “Ya Rab! Şu memleketi güvenli bir yer kıl, halkından Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli ürünlerle rızıklandır.” (Bakara, 126). Ahirete iman, insanların öldükten sonra hesaba çekileceklerini içkin olduğu için hayata ve dünyaya bakışı, derin ve köklü bir şekilde etkiler, sınırlar, sınırlandırır.

Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim dünyanın geçiciliğine, değersizliğine dikkat çeker. İki surede iki ayet aynı kelimelerle sona erer. Bunların ilki, Âl-i İmrân, 185’tir. Her canlının ölümü tadacağı, herkesin yaptıklarının karşılığını alacağı belirtildikten sonra dünya hayatı hakkında şu hüküm verilir: (وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ) “Dünya hayatı, sadece aldatıcı bir geçinmeden ibarettir.” Diğeri ise Hadîd suresinin 20. ayetidir. Muhammed Esed, her iki yerde cümleye farklı manalar vermiştir. İkincisi oldukça anlamlıdır: “bu dünya hayatı, kendini kandırmanın zevkin(i tatmak)tan başka bir şey değildir.”

Dünya hayatı anlatılırken ayetlerin sonundaki ğurûr kelimesinin fiil formu da kullanılır. Bu durum hem geçmiş zaman kipi hem de emir kipiyle karşımıza çıkar. Mesela A’râf suresinin 51. ayet-i kerimesinin meali şöyledir: “Onlar, dinlerini bir eğlence ve bir oyun edinmişlerdi ve dünya hayatı da kendilerini aldatmıştı. Onlar, şu güne kavuşmayı unuttukları ve ayetlerimizi inkâr ettikleri gibi, biz de bugün onları unutacağız.” Ayette “onlar” diye bahsedilenlerin, bir önceki ayette kâfirler olduğunu hatırlatmak isterim. Dünya hayatının müslümanları aldatması, onlara yakıştırılmamaktadır. Cenab-ı Allah En’âm suresi 70. ayette Peygamber Efendimize dinlerini oyun ve eğlence edinenlerden, dünya hayatının kendilerini aldattığı kimselerden uzak durmasını emretmektedir. Yüce Allah Lokmân ve Fâtır surelerinde bütün insanlara seslenerek dünya hayatına aldanılmamasını vurgulu bir şekilde anlatır. Fâtır suresinin 5. ayeti, Lokmân suresinin 33. ayetinin baş ve son kısımlarından meydana gelmektedir. Meali şöyledir: “Ey insanlar! Şüphesiz ki Allah’ın (öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme) vaadi gerçek(leşecek)tir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın ve o çok aldatıcı (şeytan) sakın sizi Allah ile aldatmasın!” Lokmân suresindeki mezkûr ayette, hiç kimsenin hiç kimseye faydasının olamayacağı güne dikkat çekilmektedir.

Dünyanın geçiciliğine, değersizliğine işaret ettikten sonra dünyanın insanı kendisine bağlamasını hafifletecek, azaltacak bir konuya değinmek isterim. Bilindiği gibi dinimiz İslam’ın müntesiplerinden istediği ibadetlerden biri de, zekât gibi malî ibadetlerdir. Bunların dışında Kur’an-ı Kerim’in üzerinde ehemmiyetle durduğu bir konu vardır: İnfak. İnfakta bulunmak, kısaca “Allah’ın hoşnutluğunu kazanma niyetiyle harcamada bulunma” olarak ifade edilebilir. Bunun yeri, zamanı ve sınırı yoktur. İnfakta bulunmak, müslümanın temel özelliklerindendir. Çoğunlukla medenî surelerde zikredilen bu konu, muhtelif surelerde değişik vesilelerle gündemde tutulmaktadır. İnfak, İslam’ın paylaşımcı, bölüşümcü, diğerkâmcı yönünü gösteren bir anlayış ve harekettir. Bu yazı içinde bu geniş konuyu bütün yönleriyle anlatmak imkânsızdır. Ama bazı noktalara işaret etmekte yarar vardır.

İnfak, Allah’ın kullarına rızık olarak verdiklerinden yapılmaktadır (Örn. Bakara, 3). Allah yolunda (Örn. Bakara, 261) ve Allah’ın rızasını elde etmek için (Örn. Bakara, 265) yapılır. Bu tür harcama, gizli açık (Ra’d, 23), gece gündüz (Bakara, 274) yapılır. Dar ve geniş zamanlarda infak etmek, muttakilerin özelliklerinden biri olarak sayılmıştır (Âl-i İmrân, 134). Mekke’nin fethinden önce infak edenle Mekke’nin fethinden sonra infak edenin eşit olmadığı bildirilmiştir (Hadîd, 10). İnfakta bulunmamak, insanın kendisini tehlikeye atması olarak ifade edilmiştir (Bakara, 195). İnfak edileni Allah’ın bildiği (Âl-i İmrân, 92), karşılığını vereceği de (Enfâl, 60) işaret edilen hususlardandır. Allah için yapılan harcamaların insanların kendileri için olduğu bildirilmiştir (Bakara, 272). Yani nihai anlamda kazanan kişi, yardım edilen değil yardım edendir.

İki ayeti daha zikrederek bu konuyu kapatalım. Bunlar, müslümanın dünyaya bağlılığını önemli ölçüde azaltacak iki mühim husustur. Bakara suresi 267. ayet-i kerimede, Hak Teala Hazretleri şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın iyilerinden verin.” Ayette anahtar kelime, “iyilerinden” kelimesidir. Bu ayet, bir bütün olarak, Kur’an-ı Kerim’in yardım etme, malî ve ekonomik destekte bulunma konusunda en başta gelen ayetlerinden biridir. Şöyle de diyebiliriz: Bu ayet, İslam’ın ekonomik ve sosyal dayanışma felsefesini oluşturan temel ayetlerden biridir. Diğer ayet, bu konuda çıtayı daha da yükseğe koymaktadır. Rabbimiz, Âl-i İmrân suresi 92. ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe (Allah yolunda harcamadıkça) iyiliğe asla erişemezsiniz.” Buradaki anahtar ifade ise, “sevdiğiniz şeyler”dir. Bu “sevdiğiniz şeyler”, insanları diğer şeylere nazaran dünyaya daha çok bağlayan şeylerdir. Dünyadan, dünyevî şeylerden, dünya malından ve mülkünden, dünya hayatında elde edilen ve insanı kötülük şebekesine dönüştüren, insanı bağlayan, insana tahakküm eden varlıklardan azade olmanın yolu, onları terk etmekten, onları vermekten geçmektedir. İnsan böyle yaptığı takdirde, bütün ağırlıklarından kurtulacaktır.

Toplum hayatında, geçmişten bu yana insanları etkileyen şahıslar hep olagelmiştir. Bunlar içinde siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik konumu olanlar başta gelmektedir. Etki, beraberinde gücü de getirdiği için, insan mümkün olan her alanda güçlü olmayı arzular. Bu arzulayış ve bu arzuyu gerçekleştirme, insanın şahsiyetinden, değerlerinden, kimliğinden kopmasına, uzaklaşmasına, zamanla başkalaşmasına yol açar.

Kur’an-ı Kerim, muhataplarına zaman zaman çeşitli insanları örnek olarak sunar. Bunlardan bazısı gibi olunmasını ister, bazılarından da uzak durulmasını. Bu bağlamda Tahrîm suresinin sonunda, 11-13 ayetlerde özelde Peygamber Efendimizin eşleri, genelde de bütün müslüman hanımlar için iki olumsuz iki de olumlu örnek zikredilir. Olumsuz kadın tipleri, Nuh ve Lut peygamberlerin karılarıdır. Olumlular ise, firavunun hanımı ile İmran’ın kızı Meryem’dir. Olumsuz erkek tipi ise firavun sisteminin ekonomik ayağını oluşturan Karun’dur. Karun kelimesi, Kur’an’da dört kez (Kasas, 76, 79; Ankebût, 39 ve Ğâfir, 24) geçer. Ancak Karun kıssası Kasas’ta (76-82 ayetler) anlatılır. Diğer iki surede Hz. Musa’nın kendilerine peygamber olarak gönderildiği kişiler arasında zikredilir.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın kıssası anlatılırken o zamanki sistemi oluşturan üç kişiden bahsedilir: Karun, Haman ve firavun. Az önce Karun’a temas ettik. Haman Kur’an’da altı kez (Kasas, 6, 8, 38; Ankebût, 39 ve Ğâfir, 24, 36) geçer. Ancak bunlar Musa peygamberin kıssası içinde, firavunla birliktedir. Haman’ın geçtiği ayetlerde bir Haman kıssasından söz edilemez. Çünkü ayetler, böyle bir muhtevaya sahip değildir. Firavun kelimesi, bir kişi ismi değil eski Mısır krallarının unvanıdır.

Bu üç kişiden konumuzu ilgilendiren, Karun’dur. İlgili ayetlere baktığımızda Karun hakkında şu bilgileri görürüz: O, Hz. Musa’nın halkındandır. Onlara haksızlık etmiştir. Kendisine fevkalade bir zenginlik verilmiştir. Bunun sonucunda o, şımarmış da şımarmıştır. Halk, kendisine şımarmamasını söylemiş, bunun gerekçesini de Allah’ın şımaranları sevmemesi olarak açıklamıştır. Halk Karun’dan iki şeyi yapmasını, iki şeyden de uzak durmasını istemiştir. Bunlar, şunlardır: “Allah’ın sana verdiklerinde ahiret yurdunu kazanmaya bak, bunu yaparken bu dünyada sana düşen payı da unutma, Allah’ın sana yaptığı gibi sen de insanlara iyilikte bulun, yeryüzünde bozgunculuk yapma.” Halkın Karun’a söylediği bu sözler, vahye müstenit sözlerdir. Karun’a dünya ile ahiret arasında bir denge kurmasını, dünyayı ahireti elde etmek için bir vesile olarak görmesini söylemişlerdir. “İyilik yap” sözünden, “ekonomik imkân ve varlığını paylaş” manası anlaşılmalıdır. Çünkü Karun gibi zenginliğine sınır biçilemeyen birinin yapacağı iyilik, elbette elindekini, küpündekini, sandığındaki muhtaçlarla paylaşmaktır. “İyilik yap” ifadesi, aslında “kötülük yapma” anlamını da içermektedir. Ancak ayette “iyilik yap” emrinden sonra “yeryüzünde bozgunculuk çıkarma” denmesi, bütün varlığıyla iyiliğe yönelmesine ve yine bütün varlığıyla kötülük yapmaktan uzak durmasına işarettir. Karun, kendisine mülkün sahibi ve mülkü veren hatırlatıldığında küstahça bunun kendisine sahip olduğu bir bilgi yani kabiliyetten dolayı verildiğini ileri sürmüştür. Halkının karşısına şatafatlı bir şekilde çıkınca dünya hayatını, dünyanın geçici imkânlarını arzulayanlar, Karun’a verilenlerin kendilerine de verilmesini istemişlerdir. Kendilerine ilim verilenler ise dünyayı arzulayanları kınamışlar, iman edip güzel işler yapanlara Allah’ın vereceği şeyin daha iyi olduğunu, buna ancak sabredenlerin ulaşabileceğini söylemişlerdir. Allah Karun’u ve ülkesini yerin dibine geçirmiş, hiç kimse, hiçbir şey onu kurtaramamıştır. Dün Karun’un yerinde olmayı arzu edenler, onun nasıl helak olduğunu gördüklerinde yanlış yaptıklarını anlamışlardır.

Karun’un hayata bakışını, Hz. Musa ile olan ilişkisini, surenin sonunda yer alan bu kıssanın surenin bütününde anlatılan kıssayla bağlantısını anlayabilmek için bütüncül bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Bilindiği gibi kıssaların Kur’an-ı Kerim’de yer almasının temel sebeplerinden biri, Peygamber Efendimize ve ashabına manevi, psikolojik destek sağlamaktır. Özellikle risaletin Mekke dönemi, oldukça sıkıntılı geçmiştir. Müslümanların maddi ve manevi baskıların, iktisadî ve sosyal boykotların, fiziksel işkencelerin üstesinden gelebilmeleri, maneviyatlarının, psikolojilerinin, motivasyonlarının güçlü olmasına bağlıydı. Farklı zamanlarda, değişik biçim ve içeriklerde nazil olan kıssaları muhtevi sureler, onlara büyük direnç sağlıyordu.

Mekke’de o kadar zengin ve güçlü insan varken öksüz ve yetim birine peygamberlik verilmesi, şehrin siyasetini, iktisadî gücünü elinde bulunduranlar isyana sevk etmişti. Onlara göre ekonomik olarak güçlü olan, peygamber olmalıydı. Onlara siyasî, iktisadî, askerî gücü veren Allah, peygamberliği de yine onlara vermeliydi. (Örnek olarak Sebe’, 35; Zuhruf, 31; Müddessir, 11 ayetlerine ve bunların tefsirlerine bakılabilir.)

Bir peygamberin getirdiği mesaja karşı çıkanlar, sahip oldukları güçleri o mesajla kaybedecek olanlardır. Karun kıssasını daha iyi anlayabilmek için surenin 57. ayet-i kerimesine bakmak gerekmektedir. Ayetin baş tarafının meali şöyledir: “Biz seninle beraber doğru yola gelirsek, yurdumuzdan kovulup atılırız.” Ayetin muhatabı olan müşrikler, bu sözleriyle güç kaybına uğrayacaklarını ifade etmişlerdir. Bu güç kaybı beşerî, coğrafî, iktisadî ve siyasî güç kaybıdır. Bu ayette ve sonrasında anlatılanlar, Karun kıssasıyla zirveye varmıştır. Karun o kadar güçlüydü ki, herkes onun gibi olmak, onun yerinde olmak istiyordu. Bir insanın dünyada elde edebileceği her şeyi elde etmişti o. Dünyevî olan ne varsa, ondaydı. Para, zenginlik, ekonomik güç her şeyi alıyor, her şeyi satıyordu. İktisadî kuvvet her değeri, her anlamı silip atmıştı. Din, ahlak, hukuk, vicdan her ne varsa manasızdı artık.

Karun kıssası işte bu zihniyete, bu anlayışa sert, köklü ve kalıcı bir cevaptır. Haksızlık, zulüm, sömürü, zevk ve safa üzerine inşa edilen bir hayat, bir gün elbette yıkılacaktır.

Yazımızı, Kasas suresinin 60. ayet-i kerimesinin mealiyle nihayete erdirelim: “Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”