Sekülerizm İcadı Kapaksız Sürahiler

Toplumdaki muhafazakarların sekülerleşmeye başladığı, sekülerlerin daha da sekülerleşmek istediği bu zaman diliminde vicdanları rahatlatacak fetvayı, Şerif Mardin 2007 yılında “mahalle baskısı” kavramı ile verir. Mardin, “mahalle baskısı” kavramını; Osmanlı mahalle kültürü ile cumhuriyet sonrası mahalle kültürünün etkisini karşılaştırarak açıklamış; Osmanlı Devleti’nde mahallenin gerçek bir birim olduğunu, mahalle içinde caminin, imamın, onun okuttuğu kitabın yanında esnaf ve tekkenin de var olduğunu dile getirmiştir.

Nihal PAKIRDAŞI

Dört duvarı ev yapan eşyalar vardır. Halı, koltuk, perde gibi demirbaş eşyaların yanında küçük ev gereçleri arasında yer alan sürahi de bu kategoriye girer. Kısa bir süreliğine evinizde sürahinin olmadığını hayal ederseniz yaşam kaliteniz için sürahinin neden bu kadar vazgeçilmez olduğunu anlayabilirsiniz sanırım.  Peki, neden sadece yokluğunda, varlığının farkına vardığımız bu kırılgan eşya bu kadar önemli? Şöyle ki; sürahi ilk önce aziz bildiğimiz suyu bağrında taşıdığından dolayı kıymetlidir. Bu yüzdendir ki kendisi sofraların baş köşesinde ağırlanır. Sürahi kimin yanındaysa diğer kişilere suyu o ikram eder. Su, besmeleyle üç yudumda içilir. Vermeyi, ikram etmeyi, dua almayı, dua etmeyi, teşekkürü öğretir. İçinde birçok hikmeti barındıran “su gibi aziz ol” sözü, geçmişten bize kalan, suyu ikram eden kişiye edilen ne güzel bir duadır.

Ben de geçen günlerde bu kutlu duaya muhatap olmak maksadıyla yerli üretim yapan bir züccaciyeden hediye edilmek üzere sürahi arayışına giriştim. Mağaza içindeki uzun aramalarım sonucunda istediğim sürahinin modasının geçtiğini, artık kapaksız sürahilerin yeni trend olduğunu, kapaklı sürahi satmadıklarını mağaza çalışanlarından öğrenmemle, şaşkınlık içinde mağazadan çıkmam bir oldu.

Şaşkınlığım sizleri şaşırtmış olabilir. Fakat, içinde yaşadığımı zannettiğim hayatın, benimle arasına bu kadar çok mesafe koymuş olabileceğine, bir züccaciye dükkanında şahit olmak -hak verirsiniz ki- beni bir hayli hayrete düşürmüştü. Daha geçen gün 1975 kuşağının çeyizlerini süsleyen bardak örtüleri elimize geçmiş ve bu sevimli örtülerin hikmeti üzerine derin bir sohbet gerçekleştirmiştik. Özellikle genç kızların içi dolu bardakların üzerlerinin örtülmeleri için çeyizlerinde getirdikleri bu şaheserler, aynı zamanda dinin tavsiyelerinin, hayatın içine nasıl incelikle adapte edildiğinin de bir göstergesiydi. Pozitivizm ile beraber içi dolu kap ve kacakların açık kalmaması gerektiği, üstlerinin örtülmelerinin sağlıklı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmışsa da hiç şüphesiz ki büyüklerimizin ördükleri bardak örtüleri öncelikle inançlarının bir getirisiydi. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.v) hadis-i şeriflerinde kap-kaçağın açık bırakılmamasını tavsiye etmişti. Bu kutlu tavsiyeyi baş göz eden arifane hanımlar ise ellerinin emeği gözlerinin nurunu zamana uydurarak bu güzel ve kullanışlı eserlerinin ilk ilmeğini sünnet-i seniyeye bağlamışlardı. Bardakları süsleyen bu güzel detay zamane insanlarına kap-kacağın her daim örtülmesi gerektiğini tembihliyordu. Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan da günümüze süzülüp gelen “gelen-ek”lerimiz İslâm dininin etrafında harelenmişti. Diğer bütün uygarlıkların “gelen-ek”lerinin kendi dinlerinin etrafında birleştiği gibi. Günümüzde ise her ne kadar bu örgü örtüler eski ihtişamını yitirmiş, demode olmuşsa da toplumumuza -en azından çevreme- kap kacağın açık bırakılmama hassasiyetini miras bırakması acısından önemliydi; ta ki mağazadaki sürahileri, bardakları tüm kap-kaçakları dolayısıyla köklü bir geleneği kocaman bilfil yerle bir edene dek.  Girdiği her toplumun kendine has inanç, gelenek, görenek, kültür gibi değerlerini darmadağın eden, hormonlu gıdalarla semirtilmiş bu fiili kim ya da kimler “bizim” addettiğimiz zihin ve gönül dünyamıza salıvermişti?

Batı 16. yüzyıl sonrasında Rönesans, Reform, Aydınlanma, Pozitivizm ve Modernite olarak gerçekleşen süreç içinde dini, dünya işlerinde ayak bağı olarak görür. Nihayetinde zaman içinde geçirdiği bunca merhalenin ardından kendi varoluşsal sorunlarına, çözüm amaçlı geliştirdikleri “sekülerizm”i yaşam felsefesi olarak benimserler. Kısaca Batı, kendi toplumu için ahiretten ve diğer dinî, ruhani meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması yönünde hareket etmeyi uygun görür. Ve hiç kuşkusuz ki zamana yayılarak üretilen bu çözüm önerileri kendi toplumları için uzun süreliğine iş görür bir hal alır.

18. yüzyıl Osmanlı Devleti ise, modernleşme uygulamalarını hayata üç aşamada geçirir. İlk aşama, zihniyet, ikinci evresi (siyasal) kurum, üçüncü aşaması ise kimlik evresi olur. Batılılaşma örtük ve açık boyutuyla gündelik hayatı ve düşünme düzeylerini, bir bütün halinde belirleyecek güce sahiptir. Batılılaşma ilk başta medeniyet tasarısının objektif bir kaynağı olarak sunulur, lakin hızlı bir şekilde kültürel içerik edinerek, zamanla evrilirken tutuculaşır ve nihayetinde de dogmatikleşir. Bu durumun kaynağı, pozitivist/ naturalist dünya görüşünün, Türk siyasal düşüncesinin ve modernleşme fikrinin temeli olmasında yatmaktadır.1

Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın ortalarında, meşrutiyeti getirmek amacıyla II. Abdülhamid rejimine karşı örgütlenen, Jön Türk hareketi ortaya çıkar. Hareketin büyük çoğunluğu vülger (avam) materyalizm (vulgar materialismus) olarak isimlendirilen Alman felsefesine tabi olmuş kişilerden meydana gelir. Adı geçen bu felsefe sadeleştirilmiş bir materyalizm versiyonu ile materyalizm, sosyal darwinizm ve bilimcilikten etkilenmiş, düşüncelerin sentezi şeklinde ortaya çıkar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları modern ve rasyonel bir toplum inşa etmek için vülger materyalizminin gerekli olduğu kanısında birleşirler. 2

Bu amaç ekseninde 20. yüzyıla gelindiğinde ise, kültür ve zihniyet değişimini hayata geçirmek amacıyla, ilk olarak Türkçe Kur’an tefsiri ile hadislerin yazılması 1925 yılından Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylanır.  Laik geleneklerin yerleşmesi için yeni reformlar kabul edilir.  Bu reformların gerçekleşmesi için çoğu İslâmî inanç ve değerlerinin kaldırılarak yerine Hristiyanlıkla ilgili muadiller getirilir. Örneğin, 1926’da Avrupa usulü şapkalar fesin yerini alır. 1935’te cuma gününün yerine haftalık tatil olarak pazar günü seçilirken; 1928’de Osmanlıcanın yerine Latin alfabesi getirilir. Ayrıca, 1925’te M.Ö ve M.S kavramlarının da yer aldığı Gregoryen takviminin kabul edilmesi vb. pek çok yenilikler yapılır; böylelikle Türk toplumunda seküler yaşam şekli güçlenirken İslâm’ın etkisi zayıflatılmış olur. 3

Aslında pozitivist düşünce ilk önce aklı, geleneksel düşünce kalıplarından temizledikten sonra akılcı seküler düşünmeyi gerekli kılmıştır. Batı modernleşmeyi bu düşünceden hareketle sanayileşme, kentlileşme, kapitalistleşmesini sekülerleşme ve laikleşme olgularına paralel olarak gerçekleştirmiştir. Fakat Cumhuriyet Türkiye’sinde olgular “modernleşmenin ön şartı olarak yukarıdan aşağıya otoriter bir yöntemle var edilmeye çalışılmıştır.”4 Bu rejim değişikliği Batı’daki gibi uzun bir tekâmül sonucunda aşağıdan geleneksel toplumu değiştirerek değil; devletin ve aydın topluluğunun devrim hareketi olarak yukarıdan emrivaki olmuştur.5

İnançların, geleneklerin, kültürün, “Batılılaşma” adı altında baskı altına alındığı, demokrasinin darbelerle sekteye uğratıldığı, ilimde, bilimde, kültürde derinlikli ilerlemenin sağlanamadığı dolayısıyla köksüz, yüzeysel bir gelişme içinde olan 20. yüzyılın modern Türk toplumu, sermayesinin de artmaya başlamasıyla 21. yüzyıla kişisel gelişim rüzgarıyla girer. Özellikle NLP furyası, toplum içinde yaşamaya kodlanmış insana “batılı-modern” elbise biçerek -ben merkezciliği- aşılıyordu. Büyük aileler hızla çekirdek ailelere evrilirken; toplum “imece” usulünden kendi kendinin “süpermeni” olan topluluğa dönüşüyordu. Toplumdaki muhafazakarların sekülerleşmeye başladığı, sekülerlerin daha da sekülerleşmek istediği bu zaman diliminde vicdanları rahatlatacak fetvayı, Şerif Mardin 2007 yılında “mahalle baskısı” kavramı ile verir. Mardin, “mahalle baskısı” kavramını; Osmanlı mahalle kültürü ile cumhuriyet sonrası mahalle kültürünün etkisini karşılaştırarak açıklamış; Osmanlı Devleti’nde mahallenin gerçek bir birim olduğunu, mahalle içinde caminin, imamın, onun okuttuğu kitabın yanında esnaf ve tekkenin de var olduğunu dile getirmiştir. Cumhuriyetle birlikte bu yapıya okul, öğretmen, öğrenci ve öğretmenin kitabının rakip olarak geldiğini ve bu yapının istenilen başarıyı veremediğini de vurgulamıştır. Mardin, bu başarısızlığın sebebini, mahallenin inşasında önemli unsurun “iyi, güzel ve doğru” hakkındaki düşünceler olduğunu, Avrupa tarihinin aksine Cumhuriyet döneminde “iyi, doğru ve güzel” hakkında derine giden bir düşünce geliştirilemediği şeklinde açıklamıştır.  Dolayısıyla bu zihni ve ahlâki gelişmeden uzak kalan toplumda sadece bir tür baskı ve kontrol mekanizması olarak “göz”ün yani “bakma”nın kaldığını, bu yüzden de uzun vadede bakmanın bir “baskı” mekanizmasına dönüştüğünü ve “mahalle baskısı” kavramının bu minvalde değerlendirilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Ayrıca kavramın sosyolojik katkılara ihtiyacının da olduğunu hatırlatmıştır.  Fakat toplumun çoğunluğu, kavramı yüzeysel bir bakış açısıyla değerlendirme eğilimindeydi. Her kesimin gündemine giren bu kavram, Şerif Mardin’in işaret etmek istediği amacın dışında bir seyir takip etmeye başlamıştı. “Mahalle baskısı” kavramı, çoğu birey ve topluluğun sekülerleşme yolunda bastırılmış isteklerini ortaya koymak için kullandıkları “joker” bir kavram olma yolunda ilerliyordu.

Kavramın ilk sahipleneni sol kesim olur ve kimliği “muhafazakâr demokrat” olan ülkenin yönetiminde yer alan AK Parti iktidarına karşı kullanır. Sol kesim “laiklik” ilkesine karşı tehdit olarak gördüğü AK Parti’nin topluma kendi yaşam tarzını dayattığı fikrini ileri sürer. Bu algı operasyonuna karşı Şerif Mardin ortaya attığı “mahalle baskısı” kavramıyla AK Parti’yi kastetmediğini açıklamak zorunda kalacaktır.

Toplumdaki aydınların diğer kesimi ise “mahalle baskısının” mümkün olmadığını çünkü toplumda “mahalle”nin kalmadığını savunacaktı. Bu kesim çokta haksız sayılmazdı. İki yüz yıldır devam eden modernleşme süreci içerisinde, özellikle cumhuriyetin ilanından sonra gerek devlet gerekse aydın zümrenin topluma dayattığı reformlar inancı, kültürü sekteye uğratmıştı. Yine de toplum bu uygulamalara rağmen bizi biz yapan değerleri ayakta tutmaya çabalıyordu. Diğer yandan toplumun muhafazakâr/dindar kesimi ise asıl kendilerinin “mahalle baskısı” altında olduğunu; kamusal alanda inançlarının emrettiği gibi yaşayamadıklarını dile getiriyordu. Haklıydılar; üniversitelerde uygulanan başörtüsü problemi ile birlikte inançlarını yaşamaya çalışan insanlara kamusal alanda uygulanan yasaklayıcı baskılar ve bu baskılara karşı verilen büyük mücadeleler kimin “mahalle baskısı” altında kaldığının bir kanıtıydı. Burada ironik olan bir başka konu ise seküler kesimin cumhuriyet tarihinden bu yana “kızlarınızı okutmuyorsunuz, evlere kapatıyorsunuz, kızlarınız baskı altında” diye yaftaladığı muhafazakâr/dindar kesimin başörtülü kızları, kendileri tarafından üniversitelere, kamusal alanlara alınmıyor, başörtülü anneler evlatlarının askeri törenlerine katılamıyordu. Zamanın tüm iletişim araçları, sivil toplum kuruluşları -istisna kişiler hariç- bu baskıcı zihniyete çanak tutuyor ve toplumu bu yöne kanalize ediyordu. İnançlarından dolayı yıllarca baskıcı olmakla suçlanan muhafazakâr/dindar kesim 28 Şubat sürecinde devlet eliyle cebren baskı altında tutuluyor, inançları doğrultusunda okumak isteyen kızların eğitim- öğretim gibi en temel insani hakları gasp ediliyordu. Bu süreç içerisinde kısıtlı imkanlarla üniversite önlerinde, kamusal alanda ve hatta özel hayata kadar sirayet eden inanç merkezli yasaklara karşı verilen “hak” mücadelesi tüm baskılara rağmen zorlu bir şekilde devam etmişti.6

Sekülerleşme, doksanlı yılların sonları 2000’li yılların başlarından sonra ivme kazanmaya başlar. Geçmişten bu yana seküler kesim tarafından inançları ve yaşantılarından dolayı dışlanan, bu yüzden de kendini değersiz hisseden muhafazakâr aydın sınıfı -istisna kişiler hariç- Şerif Mardin’in ortaya attığı bu kavram sayesinde Beyaz Türklere “bende sizdenim” deme fırsatını bulur.  Muhafazakâr kesimin bu aydın kesimi (!) açıkça dile getiremeseler de toplumda yaşanan dinin, mahalle baskısında başat bir etken olduğunu dile getirir. Onlara göre mahalle baskısının ortadan kalkması için “dini” bidatlerden, geleneklerden, göreneklerden arındırmak gerekmektedir. Sekülerleşmeye kapı aralayan bu görüş, çok geçmeden sermaye ile imtihanı başlayan muhafazakâr/dindar çevrede de -istisna kişiler hariç- itibar görmeye başlar. Artık sağcısıyla-solcusuyla, dindarıyla-inançsızıyla, liberali-muhafazkarıyla toplum -istisna kişiler hariç- “mahalle baskısı” kavramında birleşir. Birçok farklı kesim sekülerleşme yolunda kendi menfaatlerine paravan ettiği bu “joker” kavramın arkasına sığınarak, toplumu birbirine kaynaştırmada mıknatıs görevi gören, çoğu din temelli, gelenek ve görenekleri seküler kavramlarla değersizleştirirler. Benmerkezçiliğin (Egosantrizm) önününün hızla açıldığı bu süreç, İbn-i Haldun’un geliştirdiği “asabiyet” teorisine göre devletin bekasını dahi tehlikeye atabilmektedir. Nitekim, İbn-i Haldun Mukaddime’de asabiyet kavramını, kendi felsefesini ihtiva eden anlamından ziyade ırkî bağların veya coğrafî, siyasî yahut da dinî sebeplerin doğurduğu birlik ve dayanışma ruhu olarak inceler. Ayrıca İbn-i Haldun’a göre asabiyet bağı bir grup içindeki yardımlaşma ve şeref duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır.7 Haldun’a göre asabiyet, dinin başarılı bir şekilde ilerlemesi için hareket enerjisi sağlarken; din de asabiyete toplayıcı kaynaştırıcı nitelik kazandıran en etkili güç olur. Böylelikle din, maddi menfaatlere dönük asabiyeti ilkel şeklinden idealize ederek daha faziletli bir toplum ortaya çıkması için yüksek hedeflere yöneltirken; israf ve ihtişam tutkusu ile itibar ve menfaat çekişmelerini dizginlemek suretiyle devlete süreklilik kazandırır.8

İbn-i Haldun’un da işaret ettiği gibi bir toplumun bekâsı için dinin korunması hayati bir öneme sahipken, seküler aydınlar tarafından -gelenekler, görenekler, adetler ve hatta din dahi bid’atlerle dolu vb.- üzerinde derinlemesine düşünülmeden dile getirilen bu söylemler, süreç içerisinde Türk toplumunda karşılık bulmaya devam ediyor. Din, peygamber veya vahiy aracı olmaksızın bireyin akıl, gözlem, sezgi gibi yollarla Tanrı’nın varlığına inanmasına dayalı gelişen felsefi görüş olan “deizm” kendine taraftar kazanıyor.  Peygamberlerin varlığını dahi bid’at görmeye başlayanların yanında, Allah’ın varlığı sorgulanarak sekülerleşmenin hitamına eriliyor.  Böylelikle toplumu koruyan bağlar, teker teker zayıflayarak çözülmeye başlıyor.

Elbette ki toprak (medeniyet) yararlı ekinin yanında zararlı otları da barındıracaktı. Hayatın doğası bunu gerekli kılmıştı. Fakat zararlı otları ekinlerden temizlemek yerine, anız yakarak toprağın bütününe zarar vererek, yarar sağladığını düşünmek, kendi büyük mağduriyetimizi ellerimizle yaratmaktan başka bir şey değildi. Ne yazık ki, daha çok modern daha çok seküler olmak uğruna, topraktaki zararlı otların temizlenip, ata tohumlarının ekilmesi bir yana tüm toplum -istisna kişiler hariç- toprağın üzerine çakıl taşları döküyordu.

21. yüzyılın ilk çeyreğine gelindiğinde teknolojinin de etkisiyle geçmiş tarihlerde görülmeyen bir hızla sekülerizme dönüş gerçekleşmeye devam ediyor. Her kesim kendi kalelerinde olduğunu iddia etse de hepsinin -istisnalar hariç- kapılarının önü, evlerinin içi, cepleri, zihinleri çakıl taşlarıyla dolu. Kendilerinin uğradığı “mahalle baskısına” boyun eğdirtmeden, sol kesimin seküler ebeveynleri çocuklarını kendilerinden daha seküler yetiştirmek, sağ kesimin sekülerleşmeye göz kırpan ebeveynleri kendi çektiklerini çocuklarına çektirmemek uğruna çocuklarına çakıl taşlarından kaleler kuruyorlar. Diploma ardından koşturdukları çocuklarının yeteneklerine, duygularına dair en ufak bir fikirleri olmadan. Sağ cenah daha çok kendine müslüman çocuklar yetiştirirken, sol cenah da daha çok kendine eşitlikçi çocuklar yetiştiriyor. Her iki kesimde psikologların hemfikir olduğu; toplumun oluşturduğu ve sahip olduğu kültürün, geleneklerin ve göreneklerin aslında insan psikolojisinde ne kadar büyük ve önemli bir etkiye sahip olduğuna kulaklarını tıkamış durumda. Toplumun inancının şekillendirdiği çoğu gelenek ve göreneklerin, insanın, ailenin, çevrenin dolayısıyla tüm toplum refahı için nasıl bir otokontrol görevi üstlendiğini bilmiyorlar ya da bilmemezlikten geliyorlar. Kapalı kapılar ardında inançlarından, akraba ilişkilerinden, aile ve toplum içi sorumluluklarından, tüm sosyal bağlarından ve görevlerinden azade edilmiş bir gençliği, sosyal medyaya teslim ederek, sekülerizme yeni kurbanlar sunarak, kendilerinin ve çocuklarının daha öz(ü)gür daha mutlu olacaklarına inanıyorlar. Toprağın (medeniyetin) nefes alan, her tohumun kendi cinsinden hayat bulmasına vesile olan o tarafından bihaber bir halde.

Sekülerizm; düşünceyi, söylemi, yazıyı, geleneği, göreneği, eşyayı, siyaseti, hukuku, algıyı, ananeyi dolayısıyla bir topluluğu toplum yapan tüm değerlerden dini soyutlamak, köksüzleşmek, kuraklaşmak. Belki bir gün şehrin karşı tarafında bulunan o -istisna kişiler- koşarak gelirler. Uzaklarda aramaya gerek yok, kendi ellerimizle züccaciye dükkanına soktuğumuz, etrafı talan eden o semirmiş fiili dışarı çıkarırlar. Bizleri, “Hakikatin bilgisi size gelen o son elçide” diye uyarırlar. Yine, yeniden o aziz suyun hürmetine raflara kapaklı sürahileri dizerler.

Kaynakça

1)Kahraman, Hasan Bülent. «Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma.» Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce (İletişim Yayınları) 3 (2007)

2)Hanioğlu, M.Şükrü. «Kemalizm’in Tarihî Kökenleri.» Türkiye’de Demokrasi İslâm ve Laiklik içinde, düzenleyen: Alfred Stepan Ahmet T.Kuru, çeviren Hande Tatoğlu, 42-43. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013.

3) a.g.e.

4)  Söğütlü, İlyas. «Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de Modernleşme: Kırılmalar ve Süreklilikler.» Muhafazakâr Düşünce, no. 18 (2008)

5) İnalcık, Halil. «Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi.» Belleten, Kasım 1988: 989.

6) Yasak, Ak parti hükümeti  tarafından   2007’de  kaldırılarak üniversitelere başörtülü öğrencilerin girmesinin önü açılırken; kamu personeli için başörtüsü yasağının kalkması ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Ekim 2013’te açıkladığı demokratikleşme paketi ile olmuştu. Kılık kıyafet yönetmeliğinin 5. maddesinde yapılan değişiklikle kısıtlayıcı hükümler kaldırılmıştı.

7) Gürkan, Ülker. «Hukuk Sosyolojisi Açısından İbni Haldun.» Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi , no. 24 (1967).

8) Çağrıcı Mustafa, “Asabiyet” TDV. https://islamansiklopedisi.org.tr/asabiyet