İslamcılık: Dinin Hayatlaşması

İslam dünyasının hemen her bölgesinde farklı meydan okumalara, düşmanlık biçimlerine karşı bir cevap olarak gelişen İslamcılığın ortak zemini İslam’ı bütüncül bir sistem ve kapsamlı bir dünya görüşü olarak sunmak; farklı ideolojilerin bilhassa eğitimli kesimleri, gençleri kuşattığı bir süreçte sahih, kapsayıcı ve özgüvenli bir kimlik inşasına girişmekti.

Rıdvan KAYA

Yazar- Aktivist

Müslüman halklar 18. ve 19. yüzyıllarda sömürgecilik olgusu ile yüz yüze geldiler. İslam coğrafyası bu dönemde neredeyse bir uçtan diğerine esaret altına girdi. Yenilgi sadece askeri alanla sınırlı kalmadı, zihinsel düzeyde de ağır bir tahakküm yaşandı. Saldırı ve kuşatma çok boyutluydu. Askeri, siyasi, ekonomik işgalle birlikte kültürel, psikolojik, zihinsel teslimiyet de dayatılıyordu

Hilafetin çökmesi, merkezi otorite yokluğunun en açık ifadesini oluşturuyordu Yenilgi ve aşağılanma kaçınılmaz biçimde sorular doğurdu, tartışmalara yol açtı ve çözüm arayışlarını beraberinde getirdi. Çözümü galiplerin düşünme ve yaşam biçiminde arayanlar elbette mevcuttu ve sayıları da az değildi. Buna karşın içine düşülen zillet halinin İslam’dan uzaklaşmanın bir neticesi olduğu tespitinden hareketle çözümün ancak İslami bir nizamla mümkün olabileceğini düşünenler içinse nevzuhur arayışlara gerek yoktu. Ümmetin güçlü, köklü bir ihya ve tecdid geleneği mevcuttu. İnşa da ancak bu temelde gerçekleştirilmeliydi.

Köklü Bir Mirasa Dayanan İnşa Çabası

Genel manada İslamcılık olarak adlandırılan çizgi işte bu hatt-ı hareketin devamı olarak ortaya çıkmıştır. Karşılaşılan çok yönlü ve yaygın saldırıya ancak İslam’ın kuşatıcılığı ile cevap verilebileceği tezi öne çıkarılmış; bu doğrultuda akidevi-ideolojik bir yenilenme ve siyasi-pratik karşı koyuş çabaları önemsenmiştir. İslam dünyasının hemen her bölgesinde farklı meydan okumalara, düşmanlık biçimlerine karşı bir cevap olarak gelişen İslamcılığın ortak zemini İslam’ı bütüncül bir sistem ve kapsamlı bir dünya görüşü olarak sunmak; farklı ideolojilerin bilhassa eğitimli kesimleri, gençleri kuşattığı bir süreçte sahih, kapsayıcı ve özgüvenli bir kimlik inşasına girişmekti.

İslami hareketler önce sömürgecilerle, bilahare de sömürgeciliğin adeta gönüllü köleliğini üstlenmiş ve kimliğine, halkına, köklerine yabancılaşmış yerli despotik kadrolarla mücadele ederek varlığını sürdürdü, bugüne geldi. Hem fikri hem siyasi pek çok bölgede de askeri alanda zalim güçlerle mücadele ederek varlığını muhafaza etti, Ümmet için çıkış yolu göstermeyi ve umut ışığı olmayı sürdürdü. İslamcılığın bu noktada ümmete kazandırdığı en önemli haslet, egemen anlayışla aynileşmeye karşı kendi olma bilincini öne çıkarması ve sürüleşmeye dirençtir.

Boğucu Kuşatma

Bugün itibariyle dünden daha hafif olmayan bir saldırıyla karşı karşıya olduğumuz görülebiliyor. Hayatı siyasal, kültürel, ekonomik, askeri vd. alanlar şeklinde ayırt etmeksizin inhisarına alan bir küresel sistem olgusuyla yüz yüzeyiz. İnsanların düşünme biçimlerinden olaylara, gelişmelere verdikleri tepkilere, kılık kıyafet tercihlerinden yeme içme tarzlarına kadar giderek daha fazla aynileştirilmeye, tektipleştirilmeye çalışıldığını görmemek mümkün değil. Batılı hayat tarzı ve yaklaşım biçimine mahkûmiyet tüm dünya haklarına adeta bir kader gibi benimsetilmeye çalışılmakta.

“Tarihin sonu” küresel emperyalizmin hegemonik karakterini en belirgin tarzda yansıtan iddialardan biri olarak karşımıza çıkmakta. “İdeolojilerin sonu” olarak da anlamlandırılan ve bir tür mutlak üstünlük teorisine büründürülen bu tez üzerinden insanlığın sadece bugününün değil geleceğinin de belirlendiği, son sözün söylendiği ve söylenebilecek başka bir şeyin kalmadığı anlayışının, iddiasının usturuplu bir dille propaganda edildiğini görüyoruz.

“Tarihin sonu” iddiası siyasal kurumlar ve bunların işleyişi ya da ekonominin kurallarının belirlenmesi ile sınırlı değil sadece. Eğitimden kültüre, sağlıktan mimariye kadar her şey “orada” belirlenen çerçevede ele alınıyor. Mesela artık tüm dünyanın şehirleri birbirine benziyor, daha doğrusu “diğerleri” “onlarınkine” benzetiliyor. Şehrin en merkezi yerine kurulmuş dev alışveriş merkezlerinde, aynı markalar, aynı tüketim kalıpları içinde insanlara sunuluyor. Buralarda insanlar her türden açlıklarını aynı kalıplar içinde gidermeye çalışıyorlar.

İdeolojik Tutum Suçlamasının İdeolojik Arka planı

Küresel çapta sürdürülen bu hegemonik yaklaşım ‘değişim’ kavramını bir tür külte dönüştürürken aslında koyu bir statükoculuk geliştiriyor. Sıkça öne çıkarılan ‘konjonktür’, ‘olgular’, ‘hayatın gerçekliği’ vb. birtakım kavramlar üzerinden kendi tezlerini, işleyişini ‘tartışılmaz gerçekler’ konumuna oturtuyor. Sonuçta da ideolojik/akidevi kimlik sahibi olmayı, gelişmeleri bu perspektiften tahlil etmeyi ve çözüm önermeyi anlamsız ve değersiz addediyor.

Aslında bu tutumda eleştirilen, küçümsenen şeyin ideolojik kimlik sahibi olmaktan öte, muhalif olmak olduğu görülüyor. Yani özünde karşı çıkılan şey, bizatihi ideolojik/akidevi bir perspektiften hayatı ve gelişmeleri anlamlandırmak değil; bunu mevcut statükoya, süregelen iktidar ilişkilerine, hâkim siyasete karşıt bir konumdan yapmak, kısacası muhalif bir kimlik ve tavır belirlemektir. Sorun teşkil eden budur. Yoksa her halükârda bir ideolojik çerçeve söz konusudur zaten.

‘İdeoloji karşıtı’ tutumun bizatihi ideolojik bir içerik ve karakter taşıdığı ama bunu sahip olduğu propaganda gücü sayesinde sanki ideolojiler üstü bir konumdan konuşuyormuşcasına sürdürerek kamufle ettiği görülmelidir. Bu siyasi tartışmalardan dış politikaya, ekonomiden kültüre kadar her yerde aynıdır. Örneğin ekonomi gündemine ilişkin bir konuda, diyelim ki faizli işlemlere karşı çıkışları, itirazları ekonominin gereklerine sırt çevirmek ve “ideolojik tutum” şeklinde eleştirenlerin, mahkûm edenlerin argümanlarına dikkat edildiğinde onların da elbette bir ideolojik/politik tutumdan hareket ettikleri görülecektir. Nedir bu? Liberal-kapitalist dünya görüşüdür; yani sonuçta dünyaya, gelişmelere ilişkin bir tahlil ve reçete sunan bir ideoloji! Ama nasıl sunulmaktadır? Bu yaklaşım “ekonominin gerekleri” ve benzeri tezlerle savunulmak suretiyle (Marksizmin bilimsellik iddiasında olduğu gibi) tartışılmazlık zırhına büründürülmektedir.

Ya da konuyu dış politik ilişkiler açısından düşünecek olursak, örneğin İsrail’e karşı tavır almayı “ideolojik tutum” olarak küçümseyen ve gerçekçilikten uzaklaşma ve bir tür anakronizm olarak algılayan ve sunan yaklaşım acaba ideolojik olmaktan ne kadar uzak bir yaklaşımdır? Gerçekçi dış politika ya da reel-politik ve benzeri kavramsallaştırmalarla gerekçelendirilen bu yaklaşım gerek siyonist gerekse de batılı emperyalist çevrelerin çabalarından ve yaygınlaştırmaya çalıştıkları anlayışlardan bağımsız düşünülebilir mi?  Siyonist çetenin meşru görülmesi ve tanınmasına yönelik olarak on yıllardır kesintisiz biçimde sürdürülen propagandaların, kampanyaların, dayatmaların ideolojik zemini açık değil mi?

Muhalif Kimlik ve Tutumun Daraltılan Alanı

Açıkçası muhalif olmanın alanı giderek daraltılıyor. Bir yandan egemenlerin iktidarlarını geniş bir alana yayma ve görünmez kılma becerisi, diğer yandan ise itiraz yükseltmenin maliyetinin giderek artması, muhalif kimlik iddiasında olanlar cephesinde bir kırılma ve hızlı dönüşümü de beraberinde getirmekte. Bu çerçevede hayata, topluma, ülke ve dünya gerçeklerine karşı daha olgun ve ayakları yerde bir tutum alma iddiasıyla köklü savrulmaların, pozisyon değiştirmelerin yaşandığı bir vakıa. Aslında söz konusu tutum değişikliğinin otopsisi yapıldığında ortaya çıkan manzaranın son tahlilde tipik bir düzene eklemlenme tavrı olduğu açıktır.

Bu tavır iki eksen üzerinde gelişiyor: Öncelikle mevcut statükonun, düzenin, sistemin tanımlanması zemininde ciddi kaymalar yaşanıyor. Bu bilahare sahip olunan kimliğe dair kabullerin sorgulanmasına ve giderek aşınmasına zemin oluşturuyor. Sonraki aşama ise bekleneceği üzere bu iki eksenin birbirini besleyen ve destekleyen bir çifte spirale dönüşmesidir.

Değişen, farklı kimlikler benimseyen, çizgi ve kulvar değiştirenlerin dönüşüm serüvenleri ya da bu süreci nasıl gerekçelendirdikleri üzerinde uzunca durulabilecek bir konu ama burada daha ziyade Türkiye özelinde ve “içeriden” yükseltilen İslamcılık eleştirilerinin alt zeminini teşkil eden konjonktürel etki ve kaygılara dikkat çekmek istiyoruz.

İslamcılık Kimlerin, Niçin Hedef Tahtasında?

Hemen belirtelim ki, İslamcılık, ister bir sosyal-siyasal olgu olarak isterse de ideolojik/akidevi kimlik ve çerçeve olarak eleştiriye, tartışmaya açık olmalıdır. Gerek mahiyet itibariyle gerekse de bünyesel zaaf ve yanlışlardan arınmanın ve gelişmenin başka yolu yoktur. Ama elbette bu eleştiri ve tartışmanın kimler tarafından ve hangi zeminde sürdürüldüğü belirleyicidir. Şüphesiz sahih niyetlerle ve daha ileriye taşıma ve hatalardan arındırma kaygısıyla geliştirilen tutumlar ile konjonktüre teslimiyetin formülü olarak pazarlanan teorileri birbirinden kesin biçimde ayırt etmek gereklidir.

Çevreye bir göz gezdirdiğimizde önceden savunduklarını ve sürdürdüklerini bugün reddeden, çok farklı endişe ve hedefler benimsemiş kişiler görebiliyoruz. Geçmişinde İslami endişeler zemininde şekillenen bir hayat tercihi ya da arzusu ile hareket etmelerine karşın bugün farklılaşan bu insanların bir kısmının İslamcılık üzerinden geçmişleriyle bir hesaplaşma mantığı ile hareket ettiğini görebiliyoruz. Birileri için “İslamcılık” adeta unutmak istedikleri, her şeyiyle gömmek ve kurtulmak istedikleri bir belalı miras! İslami hareketlerin sürdürdüğü mücadeleler ve İslami kaygılarla şekillenen çabalar bu tiplerin rahatsızlıklarını artırmakta; kapatmak istedikleri defterlerin yeniden açılmasına yol açıp, arınmak istedikleri geçmişlerini bir karabasan gibi yeniden canlandırmakta sanki.

İslamcılık eleştirileri yapanların eleştirileri, iddiaları ya da tespitlerinin elbette tümü yanlış değil. Ama en genelde pozisyon alışlarında, konumlanmalarında yanlışlık var. Küresel sistemin rüzgârına kapılıp ya da Kemalist resmî ideolojinin çok yönlü dayatmaları karşısında acziyet ve çaresizlik duygularıyla teslim bayrağı çekmenin ve bilahare buna uygun teoriler geliştirmenin hiçbir haklı yanı olamaz. Bu tutum akidevi, ahlaki, siyasi ve her açıdan yanlıştır, tutarsızlıktır.

Şurası açıktır ki, hayatlarının belli bir aşamasında yaşadıkları ve yaşayabilecekleri zorluklar, ödedikleri veya ödeyebilecekleri bedellerden yılan, ürken ya da artık dünyevi planda bir şeylere erişme, iktidar, güç, nüfuz ve huzur elde etme anlamında kendilerine daha geniş imkânlar sunan alternatiflere yönelmeyi seçen insanların durdukları yer, söylemlerinin içerdiği ya da içerebileceği doğruları değersiz ve anlamsız kılmaktadır.

Ortada ciddi bir samimiyetsizlik ve tutarsızlık var. Her fırsatta İslamcılık eleştirisinde bulunan ve İslamcılık çizgisiyle hesaplaşma tavrı içine girenler öncelikle kendi nefisleriyle hesaplaşmalı, heva ve heveslerini ölçü ittihaz edip etmediklerini sorgulamalıdırlar.

İslamcılıktan Arda Kalan Ne?

Öte yandan İslami geçmişlerini ve Müslümanlarla olan hukuklarını olumsuzlamamakla beraber sürecin negatif etkileri sebebiyle ciddi kafa karışıklıkları yaşayanların sayısı da azımsanacak gibi değil. Çoğu zaman açıkça telaffuz edilmese de bu kategorideki insanların kafasına üşüşen sorulardan biri özetle “ne elde ettik?” sorusu olmakta. Özellikle farklı kesimler ve şahısların bilhassa da dünyevi planda sahip oldukları güç, imkân ve prestijle kıyaslandığında “bunca uğraş ve fedakarlıktan arda kalan ne?” sorusu, daha sarsıcı etkiler oluşturmakta. Oysa soruya baz alınan ölçütler çoğunlukla sahih olmayan, yanlış ölçütler olmakta.

Biz gayba iman eden insanlarız. Eğer bugüne dek süregelen hayatımız, çabalarımız, ilişkilerimiz bizi Müslümanlarla bir ve beraber olmaya, Rabbimizin rızasına yönelttiyse bundan daha büyük bir kazanç ne olabilir ki? Elbette sahih niyetler ve yöntemlerle ortaya konan çabaların dünyevi planda da önemli kazanımlar getirdiği, Müslümanlar açısından önemli birikimler doğurduğu kesindir. Sadece tecrübi kazanımlar dahi paha biçilmez niteliktedir.

Bununla birlikte en önemli kazanım, en belirleyici varlık Müslüman olarak kalmak, Müslümanlarla birlikte olmaktır. Müslüman kalmak, hayata İslami kimlik sahibi insan(lar) olarak devam etmek başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak derecede büyük bir kazanım, büyük bir başarıdır. Müslüman kalmak hiç de sıradan, basit bir şey değildir, bilakis çok önemlidir, çok değerlidir; nitekim bunu başaramayanların sayısının çokluğu da ortadadır.

Tam bu noktada İslamcılığın en özet ifadesiyle bağlılarına kimlik düzeyinde çelişkilere sürüklenmeden ve de hayatı bölüp, parçalamadan sadece alemlerin Rabbi için yaşama, yalnızca O’nun rızası istikametinde hareket etme bilinci kazandırdığını ifade etmek doğru olur. Hevaya tabi olup saadeti geçici dünya menfaatlerinde arayanlar anlayamasa da insana izzet ve şeref bahşeden bir süreç ve kimlik olarak İslamcılığa sahip çıkanlara ne mutlu!