İslâmcılık tepeden gelen bir anlayış değildi, toplumun alt tabakasında da mâkes bulmadı. Esas olarak başta yazarlar, akademisyenler ve bürokratlar olmak üzere orta sınıf insanlar tarafından desteklendi. Osmanlı bakiyesi bir toplum olarak bugünden baktığımızda II. Abdülhamid’in siyaseti bu iddiamızı nakzeder gibi görünebilir.
Vejdi BİLGİN
Prof. Dr., Uludağ Üni. İlahiyat Fak.
“İslâmcılığın Sonu” mu?
Dikkatli kitap okuyucuları “… Sonu” şeklindeki başlığa sahip ne kadar çok kitabın olduğunu muhakkak ki fark etmişlerdir. İngilizce “The End of…” şeklindeki bu başlık olduğu gibi Türkçemize aktarılarak popüler hâle geldi. Düşünürler, akademisyenler, yazarlar hâlâ bu popüler başlıktan vazgeçmedi ve sonuna geldiğini öngördükleri yeni şeylerin peşindeler. Şüphesiz bir düşünce veya sosyal olgu bir anda ortaya çıkmadığı gibi, bir anda da ortadan kalkmaz; sosyolojik anlamda “son” dediğimiz şey de bir süreci ifade eder. Dolayısıyla yeni olarak görülen durum, eskisinin tamamen zıddına yepyeni bir durum değil, eskisinin farklılaşmış hâlidir. İşte burada eskiye referansla bir yeni isimlendirme yapılır. Örneğin modernliğin sonunun geldiğine inanan düşünür, yeni duruma geç-modernlik veya (pek çok durum için yaygın olarak kullanıldığı biçimiyle) post-modernlik der.
Ülkemizde “Milli Görüş” geleneğinden bir partinin iktidara gelmesiyle birlikte ideallerin ve hayallerin yerini katı sosyal, siyasal, ekonomik gerçekliğe bıraktığı, dolayısıyla İslâmcılığın öldüğünü iddia edenler söz konusu. Nitekim iktidar partisi de kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlıyor ve cumhuriyet değerlerine vurgu yapıyor. Bu iddianın dışında iktidarın ekonomik, toplumsal, eğitsel ve uluslararası politikalarının sonuçlarından hareketle İslâmcılığın öldüğünü düşünenler de var. Birinci görüş iktidarın “İslâmcı” olmadığını iddia ederken ikinci görüş “İslâmcı” olduğunu ancak İslâmcılığın başarısız olduğunu söylüyor. Bu ikinci görüş için özellikle ekonomide faiz meselesi ve Suriye, Mısır gibi ülkelere yönelik politikalar argüman olarak kullanılıyor.
Bu tartışmalardaki temel problem, İslâmcılığın iktidara endekslenmesi. Oysa İslâmcılığı anlamak için iktidardan daha öte tabana, ayrıca yerel-küresel konjonktüre ve dinin temel metinlerine bakmak gerekiyor.
İslâmcılık Niye Ortaya Çıktı?
İslâmcılığı Fundamentalizm gibi bir tepki hareketi olarak düşünmek doğru değildir. Fundamentalizm denilen ve 19. yüzyılın sonlarına doğru ABD’de ortaya çıkan hareket, modern bilim, düşünce ve hayat tarzına ayrıca liberal Hristiyan yorumlara bir tepki olarak doğmuştu. Batı bu dönemde siyasal, toplumsal, bilimsel ve teknolojik anlamda çok büyük atılımlar içerisindeydi. İslâmcılık ise Batı karşısında geri kalmış, İslâm coğrafyasının hızla sömürge haline geldiği, aynı zamanda büyük toplumsal, ekonomik, eğitsel problemlerin olduğu bir dönemde yeniden ayağa kalkmanın reçetelerinden birisi olarak ortaya çıkmıştı. Fundamentalizmin aksine modern bilimle İslâm’ı uzlaştırmaya, bunun yanında modern siyasi kavramları İslâm’a mal etmeye çalışan bir yaklaşıma sahiptir. 20. yüzyılın başında birkaç ülke hariç bütün İslâm coğrafyasının sömürgeleştirilmesi, yüzyılın ikinci yarısına girerken bağımsızlığını kazanan devletlerin İslâm’a referanslarının olmaması, ayrıca adaletsizlik, yoksulluk ve yolsuzlukların devam etmesi İslâmcı anlayışı daha sonraki dönemde de besledi.
İslâmcılık tepeden gelen bir anlayış değildi, toplumun alt tabakasında da mâkes bulmadı. Esas olarak başta yazarlar, akademisyenler ve bürokratlar olmak üzere orta sınıf insanlar tarafından desteklendi. Osmanlı bakiyesi bir toplum olarak bugünden baktığımızda II. Abdülhamid’in siyaseti bu iddiamızı nakzeder gibi görünebilir. Zira II. Abdülhamid’in güttüğü İttihad-ı İslâm siyaseti İslâmcı bir politika olarak değerlendirilebilir, ancak sultanın fikirleri, döneminin İslâmcı aydınlarının siyasi fikirleri ile aynı değildi. Üstelik II. Abdülhamid’in Cemaleddin Afgani gibi birisini İstanbul’da zorunlu ikamete tâbi tutması, saray dışında sivil hareketlere hoş bakmadığına işaret eder.
İslâm ülkelerinin bağımsızlıklarının üzerinden ortalama 70-80 sene geçmesine rağmen İslâmcı olarak nitelendirilebilecek liderlerin veya partilerin iktidarı pek nadirdir, olanlar da yakın tarihlidir. İslâmcı hareketler 1990’lardan sonra siyasette güç kazansalar da pek çok ülkede iktidar olmadılar/olamadılar. Örneğin 1991’de Cezayir’deki İslâmi Selamet Cephesi genel seçimlerin birinci turunu kazanınca ikinci tur iptal edildi ve akabinde ülke bir iç savaşa sürüklendi. Mısır’da 2011 yılında İhvan-ı Müslimin iktidara gelse de askeri darbe ile devrildi. Tunus’ta Raşid el-Gannuşi 2014’te ülkesine döndüğünde devlet başkanlığına aday olmamayı tercih etti ama bu ihtiyatına rağmen adli takibatlara maruz kalıyor. Sonuç olarak İslâmcılar hâlâ muhalefet konumundadırlar. Bu hareket içinde de çoğunluğu en zengin sınıf ve en üst bürokratik tabakadan ziyade orta düzeydeki kişiler oluşturuyor.
Dünya Kurumsal Dinden Uzaklaşırken İslâmcılık Niçin Devam Ediyor?
Sosyolojinin son 50-60 yılı sekülerleşme tartışmaları içinde geçti. Klasik sekülerleşme yaklaşımına göre toplumlar modernleştikçe, bir başka ifadeyle sanayileşmenin, şehirleşmenin, eğitim düzeyinin artması, bilimsel gelişmeler, geleneksel normların çözülmesi vb. süreçler sonucunda bireysel anlamda bilinç, toplumsal anlamda kurumlar dinden uzaklaşacaktı. Ancak sekülerleşmenin önemli kuramcılarından Berger’in de dikkat çektiği üzere hem modernleşmenin en hızlı olduğu A. B. D’de hem de modernleşme yolunda ciddi adımlar atan bazı Müslüman ülkelerde sosyolojik öngörülerin tersine gelişmeler yaşandı. Amerika’da Evanjelik Fundamentalist hareket, İslâm dünyasında ise İslâmcı hareketler yükselişe geçti. Bu ve benzeri gelişmeler Berger’i sekülerleşme teorisi üzerinde yeniden düşünmeye sevk etti ve ünlü sosyolog sekülerizmin bir kriz içerisine girdiğini iddia etmeye başladı.
Şüphesiz her olguyu kendi bağlamı içerisinde değerlendirmek gerekir. Zira evrensel bir sekülerleşme veya dinî canlanmadan söz ettiğimizde herkesi ikna edecek bir açıklama getirmek güçtür. İslâmcılığın zayıflamak yerine kuvvetlenmesinin iki temel sebebinden söz edilebilir. Bunlardan birincisi, Müslüman ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen siyasi, hukuki, eğitsel alanlarda dinî kodlardan Batı’ya doğru kaymaya devam etmesi, İslâm’ı kültürel bir öğe olarak tarihin bir dönemine terk etme niyeti, geçmişle günümüz arasındaki irtibatı koparma çabalarıydı. İkinci sebep ise modern eğitim anlayışı içinde yetişen pek çok aydın, şair-yazar, öğretmen, doktor, mühendis vb.lerinin geleneksel ve alternatif dinî eğitim kanallarından beslenerek dinî dünya görüşüne yönelmeleriydi. Bu durum, yukarıda zikrettiğimiz Berger’in dikkatini çekmiştir. Genelde entelijansiya dinden uzaklaşırken İslâm dünyasına, dine referans yapan bir entelijansiya ortaya çıkmıştır.[1] Dolayısıyla Müslüman ülkelerde İslâmcılık ne bir köylü ne de bir işçi hareketidir; aksine ilk ortaya çıktığı zamanda olduğu gibi daha çok orta sınıf, eğitimli, bürokraside yer alan ya da nitelikli mesleklere sahip insanlar tarafından taşınıyor. Peki, nasıl oluyor da ülkelerindeki modern eğitim kurumlarına devam eden ya da doğrudan Batı’da eğitim gören insanlar daha reformist bir İslâm anlayışına sahip olacaklarına ya da İslâm’ı tamamen özel hayatlarının nostaljik bir öğesi haline getireceklerine siyasi ve toplumsal talepleri olan bir anlayışı (İslâmcılığı) savunuyorlar? Kanaatimizce burada devreye dinî metinler giriyor.
Şüphesiz metinler bize kendilerini zorla empoze etmez, aynı metinden birbirine oldukça iki zıt yorum çıkarmak mümkündür. Fakat İslâm’ın metinleri söz konusu olunca, bin yıllık geleneğin de etkisiyle hâlâ marjinal yorumlar ana akımlardan birisi haline gelecek yapıdan uzaklar. Dinî eğitim almış Müslümanlar, dünyanın çok farklı coğrafyalarında da olsalar, neredeyse aynı kaygılarla hareket ediyor, aynı hassasiyetleri gösteriyor, aynı tepkileri veriyorlar. Giyimlerinden kadın-erkek ilişkilerine, boş zaman faaliyetlerinden ekonomik eylemlerine kadar pek çok alanda ortak tutumlar sergiliyorlar. Kendi içlerindeki bu benzerliklerin yanında, Müslümanlar farklı kültürlerle karşılaştıklarında da arzu edilen düzeyde entegre olmuyorlar, bireylerin dindarlık düzeyleri yükseldikçe entegre olmama ihtimali de artıyor. Müslümanları bu şekilde tutan temel faktörün temel dinî metinler olduğundan şüphe edilemez. İslâm, hayatın pek çok alanı ile ilgili hükümler ihtiva ediyor, bu hükümler birer dinî el kitabı olan ilmihâllerde detaylı bir şekilde anlatılıyor, ilmihâllerde yer almayan konular da fetva kitaplarında bulunuyor. Dolayısıyla Kur’an ve Sünnet ile başlayıp mezhep kitaplarına, oradan da ilmihallere ve fetva kitaplarına aktarılan bir anlayış söz konusu. Geleneksel İslâm fıkıh geleneği içinde kavranan bu metinler yeni yorumlarla bir yapı-bozumuna uğramadıktan sonra her bir Müslümanın politik, ekonomik, eğitsel ve gündelik hayata dair taleplerde bulunması olağandır. Bu taleplerin sertlik derecesini de çevresel faktörler belirliyor. Bir başka ifadeyle küresel anlamda sömürü ve işgaller, mahalli anlamda da İslâm’ı kendisine rakip gören siyasi elitler ve seküler kurumsal düzenlemeler İslâmcılığı besliyor.
Sonuç olarak İslâmcılık söyleminin sona ermesi için ya temel dinî metinlerin yeni yorumlara tâbi tutulması ve bu yorumların marjinallikten çıkıp geniş halk kitlelerince kabul görmesi ya da İslâm coğrafyasındaki çeşitli sınıf ve zümreler ile toplumsal kurumların İslâm ile olan mesafelerini kapatmaları gerekiyor. Yakın vâdede bu tür gelişmeler de mümkün görülmediğinden 19. yüzyılda ortaya çıkan İslâmcılığın, bugün yeni-Selefilik gibi anlayışları da içerisine alıp yoluna devam edeceğini iddia etmek zor değildir.
[1] Berger’in görüşleri için bkz. Peter L. Berger, “Sekülerizmin Gerilemesi,” Sekülerizm Sorgulanıyor. Haz. Ali Köse. İstanbul: Ufuk Kitapları, 2002, s. 16-23.