İslamcılık Nedir, Ne Yapmalıdır?

İslamcılık, birey düzeyinde nefsi müdafaanın, aile düzeyinde taassubun, kabile düzeyinde asabiyetin, millet düzeyinde milliyetçiliğin ümmet düzeyindeki bir versiyonudur.  Ümmet düzeyinde yaratılıştan kaynaklanan (halk) bu tavır alış, vahyin etkisinde kaldığı oranda diğer bir ifadeyle ahlakiliği oranında diğerlerinden ayrılır. Ama ahlakın sınırlarının dışına çıktığı oranda seküler milliyetçiliği andıran taşkınlıklara imza atar, ümmet kavramı ırkçılığına dönüşür.

Vahdettin İNCE

Gazeteci-Yazar

İslam alimleri, insanın yaratılışında yer alan öfke gücünün (kuvve-ı gadabiyenin) varlık amacını “insanın kendisine yönelen zararları savması” olarak açıklamışlar. Birey (nefsi müdafaa), aile (taassup), kabile (asabiyet), millet (milliyetçilik) düzeyinde belirecek muhtemel zararlara karşı bu gücümüz potansiyel bir savunma mekanizması olarak yaratılışımızda mevcuttur. İbn Haldun’un dediği gibi insanın doğuştan sahip olduğu bir diğer özellik de başkasının sahip olduklarını zor kullanarak alma isteğidir. Bu isteği yerine getirecek güç, kuşkusuz sahip olduğumuz “öfke”dir. Öfkenin, başkasının sahip olduğu şeyleri zorla alma amacıyla devreye girmesi haline “tuğyan” (taşkınlık, azgınlık) diyoruz. Yüce Allah, insanın bu duygusunun yani öfkenin meşru çerçevede kalması için öncelikle insanın sahip olduğu aklın kontrolünde olmasını öngörmüştür. Bunun yanında başkalarının da bu duyguya sahip olması büyük ölçüde bu bağlamda caydırıcı bir rol oynamaktadır. Ancak taraflardan birinin öfke gücünü kullanma imkanları zayıf olabiliyor, akıl da çeşitli maddi ve manevi etkenlerin etkisinde kalarak dengeleyici, dizginleyici rolünü oynamayabiliyor. Bunun için yüce Allah vahiy aracılığıyla insanın sahip olduğu bütün güçlere, bu arada öfke gücüne doğal haddini bildiren ahlakî normları gösteriyor. Nitekim yaratılış kelimesi “halk” ile yaratılışa uygun, hareket etme de “ahlak” ile ifade edilir. Halk ile “huluk/ahlak” aynı kökten gelir.

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, birey olarak nefsi müdafaa, aile taassubu, kabile asabiyeti ve milliyetçilik insanın yaratılıştan sahip olduğu bir savunma refleksi olarak, güçler arası dengenin bozulduğu (bir tarafın maddi anlamda zayıf olması) ve aklın da çeşitli etkenlerin etkisiyle rolünü sağlıklı ve eksiksiz oynayamadığı durumlarda insanın kendisine yönelen zararları savma aracı olarak bahşedilen öfke gücü hem insanın kendisine hem de başkasına zarar verme aracına dönüşür. Mesela nefsi müdafaa bireysel bir serseriliğe, aile taassubu azgın bir kan davasına, milliyetçilik de ırkçılığa evrilir.

Kuşkusuz modern dönemlerde ortaya çıkan kavramlardan biri olarak İslamcılık da insanın ümmet düzeyinde varlığına yönelen zararları savma biçimi, refleksi olarak bu kategoride değerlendirilmelidir. Bu açıdan kavram olarak yenilerde üretilmiş olmakla birlikte anlam ve duruş olarak ümmetin ortaya çıktığı ilk günden itibaren var olagelmiştir. Müslümanların kendilerini savunma maksadıyla daha ilk günden itibaren attıkları her adım, giriştikleri her savaş bir İslamcılık hareketidir bu açıdan. Mekke’de tevhidi tebliğ etme, Medine’ye hicret, Bedir Savaşı, Uhud Savaşı, Hendek Savaşı, Mekke’nin fethi ve diğer bütün fütuhatlar kelimenin tam anlamıyla birer İslamcı hareketlerdir. Bu açıdan İslamcılık din olarak İslam’ın kendisi olmamakla birlikte İslam’ın ayrılmaz bir parçası, bir tavır alışı, bir duruşu olarak her zaman varlığını sürdürmüştür. Dolayısıyla İslamcılık, birey düzeyinde nefsi müdafaanın, aile düzeyinde taassubun, kabile düzeyinde asabiyetin, millet düzeyinde milliyetçiliğin ümmet düzeyindeki bir versiyonudur.  Ümmet düzeyinde yaratılıştan kaynaklanan (halk) bu tavır alış, vahyin etkisinde kaldığı oranda diğer bir ifadeyle ahlakiliği oranında diğerlerinden ayrılır. Ama ahlakın sınırlarının dışına çıktığı oranda seküler milliyetçiliği andıran taşkınlıklara imza atar, ümmet kavramı ırkçılığına dönüşür.

Modern zamanlarda İslam dünyasının önce kültürel olarak, ardından askeri ve siyasi bakımdan işgal edilmesinin neticesinde bu duygu, bu savunma mekanizması İslam ümmetinin her tarafında İslamcılık olarak kendini gösterdi. Ümmet büyük bir işgale uğramıştı, doğal olarak ümmetin öfke gücü İslamcılıkta baş gösteren zararı savacaktı. Nitekim kısa sürede Hindistan’dan Mağribe kadar bütün İslam aleminde İslami hareketler ortaya çıktı. İstila büyüktü, doğal olarak ümmetin öfkesi de o oranda büyüktü. Her bölge, her ülke, her ümmet kendi öznel koşulları bağlamında, İslamcılık genel ismi altında birtakım hareketleri sahneye sürdüler. Türkiye’de Nurculuk, Hindistan ve Pakistan’da Cemiyet-i İslami, Mısır’da ve diğer Arap ülkelerinde İhvân-ı Müslimîn gibi. İslamcılık hareketi yaratılıştan, yani ümmetin öfke gücünden kaynaklanması itibariyle meşruydu ve İslam’ın normları içinde hareket etmesi itibariyle de ahlakî idi.

Ancak zaman içinde istilanın büyüklüğü, dehşetengizliği karşısında öfkenin başvuracağı maddi imkanların yetersizliği de ortaya çıktı. Bu da çeşitli sapmalara, savrulmalara, en hafifinden yanlış tavır alışlara sebep oldu. Ama en ölümcülü bu meşru hareketin ahlakiliğini yavaş yavaş yitirmeye başlamasıydı. Çünkü masum suçlu, haklı haksız ayrımı gözetmeden kör bir şiddete, teröre saptı. Bunun bir nedeni, kuşkusuz güçler dengesinin İslami hareketler aleyhine bozulmuş olmasıydı. Ama en önemli neden ise İslami hareketin modernist Batı düşüncesinin etkisiyle medrese ve tekke gibi geleneksel kurumlar ile bağını peyderpey kesmesidir. Mevcut olumsuz durumu neredeyse tamamen geleneğe, geleneksel kurumlara bağlamasıydı. Hurafe ismi altında eskiye ait her şeyi bir kenara atmasıydı. Feodal, gericilik, ilkellik gibi müstevlilerin kavramlarını kullanmaktan bile çekinmediler. Doğal olarak gelenekle bağını iyice kestiği için de ahlakî nosyonları hatırlatacak, uyaracak takviyeden yoksun kaldı. Bugün gözlemlediğimiz gibi, insanlığın özgürlüğü, kurtuluşu, huzuru, dünya ahiret mutluluğu için gönderilmiş bir din, terör gibi çirkin bir nitelikle özdeşleştirilmiş oldu. Nitekim yüce Allah, ümmetin meşru öfkesinin ahlakilik sınırları içinde kalması, ahlakî normlardan yoksun seküler bir din milliyetçiliğine, diğer bir ifadeyle ümmetçilik adı altında başka bir milliyetçiliğin erdemden yoksun mahiyetine bürünmesini önlemek için vahiy aracılığıyla şu ilkeyi koymuştur:

“Müminlerin hepsinin toptan savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve seferden dönen topluluklarını uyarmak üzere geride kalmalıdır.” (Tevbe, 122)

İbn Haldun, düşmana saldırmak üzere ilerleyen bir ordunun bir hezimet anında ya da bir yeniden toparlanma ihtiyacı hasıl olduğunda arkasına sığınacağı bir destek gücünün, bir barikatın her zaman bulundurulmasının gerekliliğini vurgular. Yukarıdaki ayet de buna benzer bir duruma işaret etmektedir. Savaş ortamı öfke, hırs, şehvet, şiddet, korku, panik gibi duyguların öne çıktığı bir zemindir. Böyle bir zeminde ahlaka bağlılığı korumak son derece zor olur. Bu yüzden cephe gerisindeki korunaklara sığınır gibi geleneğe, medrese, tekke gibi geleneksel kurumlara sığınmak, adeta oralardan ahlak ve moral devşirmek bir zorunluluktur.

İslamcılık, ümmetin meşru bir savunma hareketidir. Savaş ve şiddet ortamında duygularını kontrol etmesi güçtür. Bu yüzden bu hareketin en kısa zamanda gelenekle, geleneksel kurumlarla bağlarını yeniden sağlamlaştırıp ahlaki üstünlüğü ele geçirmesi kaçınılmazdır.