“Garkad Ağacı” Hadisi Üzerine

Kur’ân’ın birçok yerinde Yahudilerle alakalı âyetler yer almaktadır. Hatta bir Yahudi, mushafı eline alıp baştan itibaren okumaya başlasa Kur’ân’ın Yahudilerle alakalı bir kitap olduğunu sanabilir. Kur’ân bir tarih kitabı olmamakla birlikte, Yahudilerin geçmişleri ve karakterleri hakkında bize apaçık bilgiler verir. Yukarıda verdiğimiz ayetlerdeki Yahudilerle ilgili vurgulanan en önemli nokta ise, Yahudilerin “fesatçı” olmasıdır. Cenâb-ı Hak, bu özellikleri sebebiyle onları hem geçmiş dönemlerde hem Efendimiz (s.a.v) döneminde uyarmış ve devam ettikleri müddetçe önce dünyada sonra da ahirette cezalandırılacaklarını haber vermiştir.

Selinay KELEŞ

İstanbul 29 Mayıs Üni. Yüksek Lisans Öğrencisi

“Müslümanlar, Yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu savaşta Müslümanlar Yahudileri öldürürler. Hatta bir Yahudi; taşın, ağacın arkasına gizlenir. Bunun üzerine o taş, o ağaç, ‘Ey Müslüman, ey Allah’ın kulu! İşte arkamda bir Yahudi! Gel, onu öldür!’ der. Yalnızca garkad bir şey söylemez. Zira o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”[1]

Yukarıda tercümesini verdiğimiz hadis-i şerîf, hem Buhârî[2] hem Müslim’de[3] yer alan “muttefekun aleyh” bir hadistir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)[4], İbn Mâce (ö. 273/887)[5] ve Beyhakî (ö. 458/1066)[6] gibi muhaddisler de rivâyet etmiştir. Kimileri tarafından mevzu/uydurma olarak nitelendirilip kabul edilmek istenmese, “Aman birilerinin canı sıkılmasın!” diye düşünülse de bu hadis-i şerîf, bu iki kitapta yer alması sebebiyle sahihtir ve Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e nispeti sabittir. Hadisin bize nasıl ulaştığını ve sıhhatini merak edenler, klasik hadis kaynaklarına ve usûl kitaplarına bakabilirler. Bu yazıda sened incelemesi üzerinde değil, hadisin muhtevası üzerinde durulacaktır.

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, herhangi bir hadisi tek bir rivâyet üzerinden anlamlandırmak doğru değildir. Çünkü bir hadis, tek başına Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in söylediği sözün bağlamını bize ifâde etmez. Bu sebeple her hadis için hadisin diğer rivâyetlerini, klasik dönemde âlimlerin bahsi geçen hadis hakkındaki görüşlerini ve konu bağlamındaki âyetleri göz önünde bulundurmak elzemdir.

Bu hadis-i şerîf, muttefekun aleyh bir rivâyet olması sebebiyle birçok şerh kitabında yer almış ve üzerine açıklamalar yapılmıştır. Fakat özellikle klasik dönemde yazılmış Buhârî ve Müslim şerhlerine bakıldığında, hadis hakkında etraflıca bir açıklama pek bulunmamaktadır. Şârihler, hadisin lafzına bağlı kalarak açıklamalar yapmış, özellikle “garkad” kelimesinin üzerinde durmuş ve kendi dönemleri için bir yorumda bulunmamışlardır. Şârihlerin açıklamalarını şöyle özetleyebiliriz:

Müslim’in en önemli şârihlerinden biri olan Nevevî (ö. 676/1277), garkad ağacının Beytülmakdis bölgesinde bilinen bir ağaç olduğunu, Deccâl ve Yahudilerin öldürülmesinin bu bölgede olacağını ifade etmiştir.[7] Buhârî şârihlerinden olan İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1449) ise, bu hadisin açıklamasında ağacın ve taşın konuşmasının iki ihtimal taşıdığını yani, hakikî mana veya mecaz olabileceğini ifade etmektedir. Fakat ona göre daha isabetli olan gerçek manadır ve saklanmak Yahudilere fayda vermeyecektir.[8] Daha sonraki dönem âlimlerinden Ali el-Kârî (ö. 1014/1605) ise, garkad ağacının Yahudilere izafe edilmesini, ednâ mülâbese olarak açıklar.[9] Ednâ mülâbese, kişinin mülkü olmayan şeylerin kendisine izafe edilmesi ve onunla ilişkilendirilmesidir. Yani asıl itibariyle, yaratılmış hiçbir ağaç Yahudilerin değildir. Tüm ağaçların hatta kâinatın sahibi, Allah Teâlâ’dır. Hadiste bu şekilde ifade edilmesinin sebebi, Yahudilerin karakterleri ve bu ağacın özelliklerinin birbirine benzemesi olabilir. Ayrıca Ali el-Kârî, hadiste geçen “Müslümanlar Yahudileri öldürür.” cümlesinin, “Müslümanların Yahudilere galip geleceği” manasında olduğunu ifade etmektedir. Ali el-Kârî’nin yorum olarak sunduğu bu ifade, Buhârî’de hadisin farklı bir rivâyeti olarak geçmektedir.[10] Bu ifade, ümmetinin bugün düşmüş olduğu hâle rağmen, Efendimiz (s.a.v)’in bize vermiş olduğu bir müjdedir. Nitekim Ömer Karaoğlu’nun bir ezgisinde geçen, “Kim bilir kaç kere biz öldürüldük? Kim bilir kaç şehre çöktü karanlık? Kim bilir nice odun taşındı nara?” ifadeleri, ümmetin ve İslam coğrafyasının bugünkü hâlini özetlemektedir. Bugünkü hâle rağmen, bir gün gâlip gelineceğini öğrenmek, büyük bir umut vesilesidir.

Görüldüğü üzere, şerhlerde yer alan ifadeler, hadisin daha iyi anlaşılması için kelimelerin açıklanması ve kısmî olarak yorumlanması üzerinedir. Şerhlerde Yahudilerle alakalı ayetler üzerinden bir bağlantı kurulmamıştır. İsmail Lütfi Çakan Hoca’nın bu hadisle alakalı yazısında[11] şu âyetlerle irtibat kurması, hadisin günümüze ışık tutması açısından son derece önemlidir: “Biz kitapta İsrâiloğulları’na şöyle bildirmiştik: “Yeryüzünde mutlaka iki defa fesat çıkaracak, çok böbürleneceksiniz. Bu iki fesattan ilkinin zamanı gelince üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar, evlerin arasında dolaşıp köşe bucak her tarafı aradılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaat idi. Bir zaman sonra onlara karşı size tekrar üstünlük verdik, servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık; adamlarınızın sayısını daha da çoğalttık. Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz; kötülük ederseniz yine kendinize edersiniz. Nihayet ikinci cezalandırma vakti gelince, düşmanlarınız onurunuzu çiğnesinler, daha önce girdikleri gibi yine mescide girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi yakıp yıksınlar istedik. Umulur ki rabbiniz size acır. Ama eğer yine fesatçılığa dönerseniz biz de cezayı tekrarlarız. Biz cehennemi kâfirler için ebedî bir ceza yeri yaptık.”[12]

Kur’ân’ın birçok yerinde Yahudilerle alakalı âyetler yer almaktadır. Hatta bir Yahudi, mushafı eline alıp baştan itibaren okumaya başlasa Kur’ân’ın Yahudilerle alakalı bir kitap olduğunu sanabilir. Kur’ân bir tarih kitabı olmamakla birlikte, Yahudilerin geçmişleri ve karakterleri hakkında bize apaçık bilgiler verir. Yukarıda verdiğimiz ayetlerdeki Yahudilerle ilgili vurgulanan en önemli nokta ise, Yahudilerin “fesatçı” olmasıdır. Cenâb-ı Hak, bu özellikleri sebebiyle onları hem geçmiş dönemlerde hem Efendimiz (s.a.v) döneminde uyarmış ve devam ettikleri müddetçe önce dünyada sonra da ahirette cezalandırılacaklarını haber vermiştir.

“Fesatçılıkları” yüzünden yüzyıllarca topraklarına hasret kalmışlar, gittikleri yerlerde hep istenmeyen olmuşlar ve daima sürülmeye mahkûm olmuşlardır. 1948 tarihine gelene kadar hâl böyledir. Bu döneme kadar çektikleri çilelere rağmen yine ders almamış ve yeryüzünde fesat çıkarmaya ant içmişçesine, yüzyıllar önce fesat çıkararak kovuldukları topraklara yine fesada sebep olarak geri dönmüş, barışın hüküm sürdüğü toprakları işgal etmişlerdir. Zaman geçtikçe güçlenmiş ve dünyayı türlü kötülüklere maruz bırakmışlardır. Fakat hadis öyle haber veriyor ki, dünyaya yaydıkları fesada karşılık, o gün geldiğinde onlar için hiçbir şey kâr etmez olacaktır. Nitekim Sezai Karakoç, “Ey Yahudi!” adlı şiirinde[13] bu hadise bir atıf yapmış ve şöyle demiştir: “En vahşi taşların arkasına saklansan bile/Taşlar olduğun yeri haber verecek/Çünkü sen taşı bile yakacak kadar kinlisin ey yahudi”

Elbette ki burada tek suçlu Yahudiler değildir. Meseleye diğer taraftan baktığımızda ise kendi ahvâlimizi görmemiz de elzemdir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v) Yahudilerin hâlini haber verdiği gibi, bizim bugünkü hâlimizden de bahsetmektedir. Ebû Dâvûd’un Sünen’inde, Melâhim bölümünde yer alan rivâyette Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.” Bunun üzerine birisi: “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Resûlullah (s.a.v), “Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.” buyurdu. Adam bu kez: “Vehn nedir ya Resûlullah?” diye sorunca Allah Rasulü (s.a.v): “Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.” cevabını verdi.”[14]

Hadis, bugün bizim ahvâlimizi ifade etmek açısından yeterince sarihtir. Bugün iki milyardan fazla Müslümanın yaşadığı dünyada, yine en çok zulme maruz kalan da Müslümanlardır. Bugün kan deyince de gözyaşı deyince de bizim coğrafyamız gelir akıllara. Çünkü Müslümanlar, bugün ne kudret ne kuvvet sahibidir. Oysa Müslüman hem kudret hem kuvvet sahibi olandır, olmalıdır. Kudreti eksik kuvveti fazla olana zâlim, kudreti fazla kuvveti eksik olana mazlum denir. Müslüman ne zalim ne de mazlum olmalıdır. Müslüman daima, zalimin karşısında, mazlumun yanında olandır, olmalıdır.

Müslümanların güçten düştüğü bir zamanda, zulümle kurdukları yeni dünyaya sadece kendi haklarını koruyan bir “uluslararası hukuk” ve sadece kendi insanına hizmet eden “insan hakları sözleşmesi” serpiştirilmiş ve böylelikle modern bir dünya düzenine geçiş yapılmıştır. Fakat bugün yaşadıklarımız bize göstermektedir ki dünyada “insan hakları” diye bir şey yoktur. İsmet Özel’in deyimiyle; “Bir Yahudi’nin dünyanın her yerinde rahat yaşaması için gerekli şartlara insan hakları deriz.”

Üç mabedimizden biri yıllardır, fiilen esaret altındayken; bizim gözlerimizi o topraklara hâlâ yöneltmeyişimiz, gönüllerimize vehnin yerleştiğini açıkça göstermektedir. Bundan hareketle belki şu sonuca ulaşabiliriz: Yahudi’den değişmesini beklemek anlamsızdır. Çünkü Kur’ân’da yüzyıllar önce anlatılan Yahudi, o gün neyse bugün de aynıdır. Biz bunu oturduğumuz yerden göremiyoruz belki ama onlarla bugün mücadele eden Filistinliler, Bakara sûresi daha dün inmiş gibi tanıyorlar Yahudileri. Yalnız bırakıldıkları dünyada, tek başlarına mücadele ederken yine rabbin yüce âyetleri teselli ediyor onları. Âyet, “onları insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun”[15] o yüzden “ölümü isteyemezler”[16] diyor. Filistinliler, onların gözlerinden okuyor bunu. “Onların yüreklerinde size karşı duydukları korku, Allah’a karşı duydukları korkudan daha şiddetlidir.”[17] diye buyuruyor Cenâb-ı Hakk, üzerlerindeki zırhlara rağmen saklayamıyorlar yüreklerindeki korkuyu. Filistinliler, onların yüzlerinden okuyor bunu. Onlar görüyorlar ama biz göremiyoruz, görsek bile ne Kudüs’teki kara bulutlara engel olabiliyoruz ne de gökleri sarsan anne feryatlarını dindirebiliyoruz.

Bugün kurtuluş, ancak Efendimiz (s.a.v)’in verdiği haberleri idrak edip, ideal hâline getirmekle mümkündür. Sünneti idrak edip dünyaya bağlanmayı bırakırsak; kaybettiğimiz, uğrunda mücadele edeceğimiz değerleri aramaya başlarız. Resûlullah sözlerinde yanılmaz, onu konuşturan rabbidir. Bir gün Yahudiler karşısında Müslümanlar galip gelecekse, elbette bu olacaktır. Bugün Yahudiler, Sezai Karakoç’un deyimiyle; tanrıdan çekinmediğini, inançsızlığını, kara yürekliliğini ve zulüm aşkını, bir kez daha ilan etmiştir.[18] Onlar, apaçık bir şekilde Kur’ân’ın anlattığı kavimdir ve hadisin haber verdiği üzere yeniden yenilmeye mahkûmdur. Mesele Yahudi’nin yenilmesi değil, onlar karşısında bu zaferin kime nasip olacağıdır. Biz, hadiste geçen Müslümanlardan olabilecek miyiz ya da gerçekten olmayı hak ediyor muyuz? Belki de işe kendimize sorduğumuz bu soruyu cevaplamakla başlamamız gerekiyordur.


[1] Tercüme tüm rivâyetler göz önünde bulundurularak yapılmıştır.

[2] el-Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmail, el-Câmiʿuaî, nşr. Muhammed Züheyr b. Nasr Beyrut: Dâru tavki’n-necât, 2. Basım, 1422/2001), “Cihâd”, 94.

[3] Müslim b. el-Haccâc, Ebü’l-Hüseyn Müslim, el-Câmiʿuaîh, nşr. Muhammed Fuâd Abdülbâkî (Kahire: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-ʿArabî, 1374/1955), “Fiten”, 82.

[4] Ahmed b. Hanbel eş-Şeybânî, el-Müsned, nşr. Şuayb el-Arnâvût vd. 1. Baskı (Beyrut: Müessesetü’r-risâle, 1421/2001), 15/233 (No. 9398).

[5] İbn Mâce, Ebû Abdîllah, es-Sünen, thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî (Kahire: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-ʿArabî, 1395/1975), “Fiten”, 33 (No. 4077).

[6] el-Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Alî, el-Baʿs̱ven-nüşûr, thk. Ebû Âsım eş-Şevâmî el-Eserî (Riyad: Mektebetü dâru’l-Hicâz, 1436/2015), 184-185.

[7] en-Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref b. Mürî, el-Minhâc fî şeri aîi Müslim b. accâc, (Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-ʿArabî, 1392/1972), 18/45.

[8] İbn Hacer el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Ahmed b. Alî, Fetu’l-bârî bi-şeri aîi’l-Buârî (Beyrut: Dâru’l-maʿrife, 1379/1960), 6/610.

[9] Ebü’l-Hasen Nûrüddîn Alî b. Sultân Muhammed el-Kârî el-Herevî, Mirâtü’l-mefâtî şerh mişkâtü’l-meâbî (Beyrut: Dâru’l-fikr, 1423/2002), 8/3408-3409.

[10] Buhârî, “Menâkıb”, 25 (No. 3593)

[11] Yazının tamamı için bkz. İsmail Lütfi Çakan, “Hadis-Sünnet Üzerine Tartışmalar ve Değerlendirmeler” 4. Baskı (İstanbul: İFAV Yayınları, Mart 2023), 67-74.

[12] İsrâ, 17/4-8.

[13] Bkz.: Diriliş, sayı: 1, Ekim 1969, ss. 49

[14] Ebu Davud Süleyman b. el- Eş’as b. İshak es-Sicistânî ez-Ezdi, es-Sünen, thk. Şuayb el-Arnâvût (Beyrut: Daru’r-Risâleti’l-alemiyye 1430/2009), “Melâhim” 5. (No. 4297).

[15] Bakara, 2/96.

[16] Bakara, 2/95.

[17] Haşr, 59/13.

[18] Bkz.: Diriliş, sayı: 1, Ekim 1969, ss. 48.