Şehbenderzade Filibeli Ahmed’in Gözünden Siyonizm ve Siyonistler

Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi Bey, 1865’te, bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’de dünyaya geldi. Babası, Filibe konsolosudur (Şehbender). İlk siyasi izlenimlerini, o dönemde zengin ve kozmopolit bir yer olan Filibe’de konumu itibariyle siyasete yakın olan babasının çevresinde edindi. 93 Harbi sonrasında henüz 13-14 yaşlarındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kaldı. Meşakkatli geçen göç yolunda anne, baba ve kız kardeşini kaybetti. Osmanlı tebaası olan Bulgarların eliyle ve Rusların destekleriyle yapılan mezalim sebebiyle, on bir bin kişilik kafileden sadece bin kişi Edirne’ye ulaşabilmişti. Filibe’de başladığı eğitimine Galatasaray Sultanisi’nde sürdüren Filibeli Ahmed Hilmi Bey, mezuniyet sonrasında Posta ve Telgraf idaresinde, ardından da Düyûn-u Umûmiye Nezareti’nde çalıştı, 1897’de görevli olarak gittiği Beyrut’ta Jön Türklerle tanıştı ve Mısır’a kaçarak, İttihat ve Terakki Cemiyeti için çalışmaya başladı. Fizan’a sürüldü, sürgündeyken tasavvufa ilgi duymaya başladı ve Arûsiyye tarikatına dâhil oldu. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a dönerek Darülfünun’da felsefe okuttu ve Cemiyyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye üyeliğinde bulundu. 30 Ekim 1914’te vefat etti. Kabri, Fâtih Camii hazîresindedir.

Ahmet GEÇER

Şehbenderzade Filibeli Ahmed, yazımıza konu teşkil eden dizi yazısını, günlük Hikmet gazetesinde (5-22 sayılarında, 05 Ağustos 1911- 22 Ağustos 1912 tarihleri arasında) yayınlamıştır. 1911-1912 yıllarında 77 sayı yayınlanan Hikmet, haftalık olarak başlayıp günlük olarak devam etti. Hikmet dergisinde “Siyonist Siyaset Menhûsesi” (Uğursuz Siyonist Siyaseti) üst başlığıyla yayınlanan siyonistlerin entrikalarına dikkat çektiği dizi yazısının en üstünde “انظار ملته / Milletin Dikkatine” bir ifade bulunmaktadır. 1911 yılından bugüne baktığımızda üstadın siyasi vukûfiyeti görülebilmektedir.

Şehbenderzade siyonistler hakkında 5. sayıda yazdığı dizi yazısın ilkinde gerekçesini şu ifadelerle anlatır:

“Türklere, Müslümanlara ve hele Türk gençlerine ve gayrimüslim Osmanlılara kurulan tuzakları aşikâr etmek lüzumu baş gösterdi. Eğer bu babda vazife-i irşadiyeyi ifa etmezsek, hala eski dolaplara aldananları gaflet içinde bırakmış olacağız.”

Siyonistlerin Osmanlı’yı parçalamak için yaptıkları planları dört ana kısma ayrılmaktadır.

A) Panturanizm/Türk birliği: “Türkleri aldatmak, izzeti nefsi millilerini okşayıp kendilerini Müslüm ve gayrimüslim diğer Osmanlı unsurlara karşı bir kuvvet olarak kullanmak”

B) Panislamizm/İslam birliği: “Müslüman unsurları Avrupa nezdinde sukut ettirecek ve Türk ittihadını akim bırakacak şekilde bir İttihad-ı İslam siyaseti”

C) Anasır siyaseti: “Osmanlı tebaası gayrimüslim unsurları aldatmak gibi çocukça bir emelden ibaret ittihadı anasır siyaseti.”

D) Gizli amaçlar siyaseti: Bu oyunların gerçek gayeleri için ortak bir ad bulmak zordur. Bu fikirlere sahip olanların şahsi menfaatleri ile siyonistlerin arz-ı mevûdu elde etmek hedefleri olan gizli gayeleri bu başlık altında incelenebilir.

Birbirleriyle uyuşması imkânsız olan bu fikirlerin çatışmaları hemen başlatmıştır.

Ama “Siyonist masonlar bu işi öyle bir maharetle idare ettiler ki pek az zaman sonra artık şirket-i inhisariye diye adlandırılan uygulamaya dâhil olanların kurulan tuzaktan kurtulması ve körü körüne alet olmaması imkânsız idi.”

Türk birliği adına iğfal edilen gençlere materyalizm fikirleri telkin edilmekte, Türklüğün yükselmesi için İslamiyet fikirlerinden uzaklaşmanın gerekliliği anlatılmaktaydı. Gençleri heyecanlandıran “teceddüd” (yenilenme), “terakki” (ilerleme), “şerefi yüce tarih” fikirleri ortaya atılıyordu. Bir takım gazete ve dergilerde bu fikirleri yaymak için kalemler ve mecralar bulunup finans ediliyordu. Bu fikir içinde beslenenler, bir taraftan İslami bir ittihad fikirlerine, diğer taraftan anasır-ı Osmaniye muvazenesine karşı pek garip nazariyeler öğreniyorlardı.

Hikmet’in dergisinin 6. sayısında aynı konuya devam eden Filibeli Ahmed Hilmi, “Muvazene-i Anasır” fikrini savunmakta ve Osmanlı’nın dağılmasını önlemek için bunu tek çıkar yol olarak görmektedir. “Türkiye’de hiç şüphe yok ki geniş ve serbest bir meşrutiyet gereklidir. Lakin memleketimiz gibi muhtelif unsurlara, muhtelif tarihlere sahip, mezhep ve lisanları, ırk ve kavmiyetleri farklı insanların var olduğu bir memleket de “muvazen-i anasır sükûnetin, huzurun, terakki ve tekâmül gibi hususların varlık nedeni olacaktır.”

Fransız ihtilaliyle bütün dünyada öne çıkan ırki temele dayanan devlet fikrinin yayılması Osmanlı bünyesindeki unsurları da etkilemiştir. Osmanlı’nın dağılması ile neticelenecek bu gelişmeye çözüm arayan Filibeli Ahmed Hilmi’ye göre, “Meşruti memleketlerde hükümet bir ekseriyete dayanmak durumundadır.” Bu ırk esasına dayanma, Osmanlı’da diğer ırklara bir kavmî nasyonalizm arayışı ve hakkı getirecektir. Bu durum, daha iyiye götürmeyeceği gibi anarşi doğuracaktır. Bunun emareleri de mevcuttur.

“Meşrutiyetin ilanı, hâkim millet, tabi millet ayrımını kaldırdığı için unsurların nüfusunun güç dengesinde büyük önemi vardır.  Hâlbuki memleketimizde sırf nüfus itibariyle büyük bir ekseriyeti teşkil edecek bir unsur mevcut değildir. Şu halde kavmiyet fikrinden daha genel ve sosyal bir fikir etrafında bir ekseriyet oluşturmak gerekecektir.” Bu da ne ile olabilir? Şüphesiz birkaç unsurun müşterek hissiyatına uygun bir düşünce ile Müslüman unsurlar aynı mezhebe, birçok adet ve ananeye mensubiyette müşterektirler. Görülüyor ki Müslüman unsurların birlikteliği memleketin selameti için en çok düşünülmesi gereken meseledir.

Meşrutiyet makinesi ancak böyle bir ekseriyetle işleyebilir. Diğer mezheplere düşmanlıkla değil. Zaten var olan ittihat, bütün vatan evladının saadetine imkân verecektir. Bunda ne gayrimüslim unsurlara düşmanlık ne de sultan yakınlarına iltimas da yoktur. İşte dâhilde tasavvur ettiğimiz Müslümanlar ittihadı bundan ibarettir.

Hikmet’in 8. sayısında siyonistlerin oyunlarının bir yenisini açıklayan Filibeli, şöyle demektedir: Beşeriyeti kendi fikirlerine itaatkâr etmek isteyenler, daima iki şekilden birini uygularlar. Birincisi “İknâ ve istihsân.” Diğeri ise “İtmâ’ ve ifsâd”.

Birinci yol ikna etme ve güzellikle itaat ettirme; ahlaka ve yasalara uygun bir yöntem ise de tesiri yavaş ve uygulaması pek zordur. İnsanlar ihtiyaçlarının yönlendirmesi ve ihtirasları ile çoğu zaman hakkaniyetine inandıkları durumları reddedip inkâr edebilirler.

İkinci usulün (İtmâ’ ve ifsâd/ tamah ve fesat) tesir etmeyeceği kişi yok gibidir. İnsanların mutluluğa ulaşma adına çok fazla hayalleri ve beklentileri vardır, ancak buna ulaşma vasıtaları yoktur. Bu kişilere bu vasıtaları vermekle onların kendilerine itaat etmeleri sağlanır.

Beşeriyeti kendi emellerine hizmet ettirmek isteyen, bununla birlikte emelleri gayri meşru olanlar bu yöntemi kullanırlar. Bu yöntemle toplumdaki açıkgöz, cesur, müteşebbis, hilekâr, ahlaki bağlardan uzak adamlar seçilir. Kâh kandırarak, kâh taltif ve ödülle kâh tamahkârlıklarını kullanarak, bazen de tedhiş ve korkutmayla ele geçirilirler. İşte siyonistlerin memleketimizde maharetle uyguladıkları yöntem, budur. Uygun evsaftaki ihtiraslı, ihtiyacı çok, imkânları sınırlı birini tasavvur ediniz. Akıllı, hayatın zevklerinden haberdar böyle birinin meşru bir suretle aylık kazancıyla ancak kıt kanaat geçinebildiğini farz edelim. Bu adamın çoluk çocuğu da var ve halen bir eve sahip olamamış, sağlıklı olmayan bir yerde oturmaktadır. Siyonist, böyle birini amaçlarına uygun kullanmak ister.  İzzet-i nefsini okşayan, ihtirasını kamçılayan bir şekilde yaklaşır, sefahat ve dünya lezzetlerinden tattırarak bunlara sahip olabileceğini ima eder. Sonra da görünüşte makul ve meşru bir unvanla kazancının on katını kazanma imkânını gösterir. Artık bu adamın siyonist ağdan kurtulabilmesi için ender bir halis ahlaka, safiyetli bir vicdana sahip olması gerekir. Siyonistler bu yöntemle yüzde doksan dokuz muvaffak olurlar. Artık bu adam, satılmış bir adamdır, yegâne vazifesi aldığı emirlere itaatten ibarettir. İkna ile bu ağa katılan ve vicdanını kaybeden safdiller de olabilir. Bunlar artık cinayet bile işleyebilecek hale gelirler.

“Bu mekruh usulleri sadece siyonistler kullanmazlar. Ancak doğuyu bilen doğudaki işlere vakıf ve büyük bir servete sahip olduklarından ve önemli bir iktisadi fikirlere malik olmaları nedeniyle bu tür mekruh usullerde olağanüstü başarılıdırlar.”

Dördüncü olarak seçilen başlık, “inhisâr /tekel” dir (sayı 9).

“Artık herkes şirketi inhisâriye terkibine alıştı. Lakin bizim bahsettiğimiz inhisâr, şirket-i inhisâriyeden daha kapsamlı daha genel bir inhisardır. Ve bu inhisardan maksat, bildiğimiz rejiler değildir.” 

“Herkes bilmeli ki; medeniyet âleminde en dehşetli felaketlerden birisi de ticaret sanat ve farklı birtakım işlerde fazla kazanmak, diğerlerini kazandırmamak, küçük sermayeleri gayri meşru ve atıl bırakmak, rekabetleri mahvetmek gibi maksatlarla icat edilen inhisar = tekel durumudur.”

Filibeli Ahmed Hilmi’ye göre tekel, sadece ticarette olmaz. Başta büyük şirketler olmak üzere maarif, sanayi ve siyasette de tekel, bünyede tahribatlar yapmaktadır.

İnhisâr (tekel) toplumun çoğunun hukukunu çiğnemek, menfaatlerini gasp etmek için icat edilmiştir bir yağma silahıdır.

Günümüzde burada anlatılanların vahşi sonuçlarını ticarette, sanat dünyasında, hatta siyasi entrikaların nasıl finanse edilip desteklendiklerini görerek idrak ediyoruz.

Enzâr-ı Millete serlevhalı Filibeli Ahmed Hilmi’nin beşinci makalesi, “Siyaset ve İdare” başlığını taşımaktadır.

En büyük maharet, inhisarın (tekelleşme) siyaset ve idareye tatbikinde gösterildi. İdare-i millet iki ayrı “mihanikiyetle” (mekanik) tanzim olundu. Bunun birisi, gizli (hafi) teşkilat ve diğeri resmi teşkilattır.

Siyonistlerin kurdukları teşkilat-ı hafiyenin hedefi, bütün milli cemaat ve güç odaklarını, kendine bağlayarak bu sahada tekel oluşturmaktı.

Teşkilat-ı resmiye, hiçbir farklılık ve muhalefet gözetmeden bütün manasıyla itirazsız işleyecek bir makine vücuda getirmekti.

“Teşkilat-ı hafiyeyi ikiye ayırabiliriz.: “iç” ve diğeri “için içi” olmak üzere birbirleriyle bazen ve kısmen temas eden bu iki oluşum mekanik bir ilişkidedirler. İçin içi, doğrudan doğruya siyonist cemiyetin reisleridir. İç ise şirketi inhisariyede bulunan, bahsedilen yöntemlerle siyonistleştirilmiş bazı kişilerle çoğunun isimleri umumun bilmediği siyonistlerdir.”

Siyonist cemiyetler kendini tamamen gizleyen, gelecekte önemli görevlere gelebilecek kişileri seçip belirliyorlar, bunları cemiyet içinde ve cemiyete tamamen hâkim diğer bir cemiyete mensup yaparak hem kendilerini gizlemek hem de henüz başlangıç düzeydeki farmasonluğa teşvik ve tanzimle görevlendiriyorlardı. Zaten her yerde bu şekilde çalışan kulüpler açılmaya başlamıştı.

Bu dehşetli idare makinesi başlarda varlığı hissedilmeden işledi. Lakin siyonistler belirsiz bir hayal, böbürlenme ve İbranilere has asabiye davranışlara sahip olmasalardı işlemeye devam edecekti. Acelecilikleri ve seçtikleri kişilerin beceriksizlikleri ve cehaleti sebebiyle dini, toplumsal anane ve temayüllerle çatışmaya başladılar.  Hâlbuki ülke yönetimi için tasarlanan şeyler, içteki adamları tarafından müzakere edilerek dıştakilere empoze edilmek suretiyle onlar tarafından kendi düşünceleriymiş gibi sahiplendikleri menfaatlerine uygun karar, kanun ve usullere dönüşecekti.

“Ayan, mebus, vükela, matbuat… İşte bunlar hep gizli kuvvetin verdiği kararları tekrar ve tasdik etmeye mecbur makinecikler idi. Bunlar siyonist kuvvetinin iki kısım icra ordusundan birisini teşkil ediyordu. Diğer ordu ise diğer komisyoncu, dükkancı tuhafiyeci, müteahhit, sarraf, banker, gazeteci, muharrir, muallim, hatip, vesaire gibi ekseriyeti Avrupalıların Şibh-i Musevî dediklerinden, bazı Avrupalı ve yerli Musevilerden, emniyet kazanmış veyahut ne yaptığını bilmeyecek seviyede Müslüman ve Hristiyanlardan müteşekkil idi.  Bunların cümlesi, siyonist fikirlerini ve hareketlerini tatbik ve siyonist sütununu tesis için her münasebet düştükçe ve hatta düşmedikçe var kuvvetleriyle “Yaşasın Osmanlılar!” diye bağırıyorlardı. Acaba şirket-i inhisariye namıyla ittihat-ı Türkî kitlesinden seçilen ademler, nasıl dehşetli bir avuç içine alındıklarını fark etmişler mi idi?”

Maalesef bir iki kişiden başkası hakikate vakıf değildirler. Ne zekâları, ne tahsilleri, ne de duyguları bunu ayırt edecek derecede değildir. Siyonistlerin müthiş kudretlerine, servetlerine manyetize edilmiş durumdadırlar. Belki de Türklüğü müdafaa ettiklerini, Müslüman birliği fikrini savunduklarını, bazıları da terakkiye mani taassupla mücadele ettiklerini sanmaktaydılar.

6. bölümün başlığı, Türklerin Vaziyeti ve Muvazene-i Anasır (sayı 11).

Osmanlı imparatorluğunun hal ve istikbalindeki meseleler şunlardır. Türkler inkılaptan evvel bir itibarla millet-i hâkime idiler. Bir itibarla diyoruz, çünkü Türkler Osmanlı İmparatorluğunu kurdukları günden beri bütün Müslüman unsurlarla aynı hukuka muhatap kılındılar ve hatta onları kendi ananeleri dairesinde ve kendi reisleriyle idare etmişlerdi.

İnkılap ile Osmanlıda bulunan her unsuru, aynı haklara sahip kıldılar. Böylece farklı unsurlardan meydana gelen bir Osmanlı milleti meydana geldi.  Osmanlı birliğinin bozulmaması konusu da, herkesçe kabul ve teslim edildi.

Lakin söz ve uygulamada dağlar kadar fark ortaya çıktı. Nazariye itibariyle itiraz edilmeyen birçok husus, tatbikatta birçok arızayı ortaya çıkardı. Her şeyi şüpheli vaatlere bağlama yerine Türklüğün alacağı vaziyetle unsurların dengelenmesi meselesi her şeyin önünde tutulması gerekirdi.  Bu önemli noktalar, bazı zorluklar nedeniyle karanlıkta kaldı. İttihat ve Terakki, Türkleri ve ittifak etmeleri gereken İslami unsurları birbirlerinden uzaklaştırdı. Arada oluşan soğukluk, her gün biraz daha arttı ve artık son zamanlarda çirkin bir rekabet şeklini almıştı.

Nihayet Genç Türkler, Osmanlıyı Türkleştirmekle ve Türk unsurları diğerleri aleyhine menfaattar etmekle suçlandılar. Bu suçlama hakkaniyetli değildi. Şayet önemli işlerde Türk unsurunun çokluğu tespitine dayandırılıyorsa, bu İttihat ve Terakki’nin kendi cemiyetleri adına yaptığı bir uygulamadır. Türk unsuru adına yapılmamaktadır. Bunun böyle olduğu aynı zamanda Türklerden birçoğunun iktidardan uzaklaştırılması ile anlaşılmaktadır.

Zerre kadar insafı olan itiraf eder ki eski müstebit idareden en çok zarara uğrayan Türkler olduğu gibi, inkılaptan sonra da en büyük zarara uğrayan yine Türklerdir.

Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Hikmet’in 16. sayısında siyonistlerin kullandıkları ve büyük oranda başarılı oldukları bir uygulamaya dikkat çekmek için yeni bir yazı daha kaleme almıştır ki bunun alt başlığı, propagandadır.

“Her asırda her şekl-i medeniyette icra-yı tahribat etmiş en dehşetli bir sessiz silahtır. Bu silahı kullanmasını bilenler, yüzde doksan dokuz muvaffak olurlar. Bu melun silaha mukavemet göstermek, imkânsızdır.”

Her asrın muhterisleri, hukuk gaspçıları, ahlak ve fazilet düşmanları muvaffakiyete azmetmiş adamlarının velhasıl beşeriyete tahakküm etmek gayesi bulunanların ebedi silahı propagandadır. Gizli cemiyetler daima bu müthiş silahla savaşmışlardır. Safiyeti çok olan toplumlarda propaganda çok hızlı tesir eder.

Avrupa’da görülen örneklerinden birkaçını açıkladıktan sonra bütün gizli cemiyetlerin kullandıkları yöntemlerden bahsedeceğiz. Farz edelim bir gizli örgütün emellerine engel olan bir kişi var. Mühim bir mevkideki bu kişi, namuslu ve muhterem birisidir. Emellerine hizmet ettirmekten ümidi kestiği bu şahıs için derhal propagandaya başlarlar. Kaynağı belirsiz bir takım çirkin rivayetler yayılmaya başlanır. Mevkiine uymayan davranışlardan bahisle para gücüyle namus zafiyeti olduğu iftiraları duyurulur. Bir hizmetçi itirafı için para veya başka bir menfaat teminiyle sözlü itiraflar ortaya atılır. Bir süre sonra gençliğindeki yaşantısı üzerinden şayialar yayılmaya başlanır. Gizlice kumar oynadığı, milyonlar kaybettiği gibi şeyler o kadar yayılır ki ne ailesi ne akrabası bu iftiralardan kurtulamaz. Bu iftiralar o kadar ustaca ve defalarca tekrarlanır ki, nihayet insanların tereddütleri ve şüphelerine kin vesaire de eklenir. Nihayetinde bu gizli düşmanın propagandalarına mukavemet gösteremeyerek manen mahvolurlar.

Gizli cemiyetlerin genellikle büyük bir serveti ve pek çok mensubiyeti bulunduğundan mahvetmek istediği bir bankeri, bir fabrikatörü, bir taciri iflas ettirmek, onlara göre zor değildir.

Bu propagandanın kötü etkisinden kurtulmak ender olarak mümkün olur. Bu usulleri Cizvitler, masonlar vs. çok iyi bilirler. Bu, propagandanın batırma kısmıdır. Bir de çıkarma kısmı vardır ki bayağı bir kişi öne çıkarılmak istenirse, hemen onda birçok meziyetler vehmedilir. Bilcümle faziletler onda toplanmış olur. Bu şekilde propagandaya başlanır. Bir zavallının gizlice imdadına yetişmesi, meğer çok dindar ve ahlaklı birisi olduğu, benzer yakıştırmalarla artık başlar üzerine çıkarılır.

Filibelinin görüş ve anlayışını kısaca aktarmaya çalıştığımız bu yazıda çok net olarak görüleceği üzere yazar, yaşadığı günlerde Osmanlı coğrafyasının karşı karşıya olduğu tehlikeyi görmüş, kendince milleti dikkatli olmaya davet etmiştir. O günden bugüne pek bir değişiklik yok ki, aynı sorunlarla, aynı kirli emellerle hâlâ yüz yüzeyiz. Tarihten ibret alınmazsa, kaçınılmaz sonuç bellidir. Bu dertli kalem ve fikir erbabını rahmetle yâd ediyoruz.