Anadolu’daki Müslümanlar da geçen yüzyılın başlarından itibaren zor zamanlardan geçmektedirler. Necip Fazıl’ın ifadesiyle, Allah demenin bile yasak olduğu zamanlar yaşanmaktadır.
Mehmet Kahraman
Dr.
![](https://insicam.net/wp-content/uploads/2024/06/resized_617f0-e6bbb42dnecip-733x1024.jpg)
Efendimiz aleyhisselam, zor zamanlar geçirmekte olduğu bir vakitte Rabbine şöyle dua eder: “Ya Rabbi, bu dini iki Ömer’den biri ile şereflendir!” Bunlardan biri Ebu Cehil’dir. Nasipsizliğe bakın ki ömrü boyunca bu dine düşmanlık etmiştir. Diğeri de Hazret-i Ömer’dir. Efendimizi öldürmeye giderken Efendimizin duasına icabet eden Rabbimizin inayetiyle Müslüman olur. Efendimiz ve arkadaşları o zamana kadar henüz meydan yerine çıkmamışlardı. Dâru’l-Erkam denilen bir yerde toplanıyorlar, ibadetlerini de orada yapıyorlardı. Hazret-i Ömer kendisiyle birlikte kırk kişi olduklarını öğrenince “Haydi Kâbe’ye gidiyoruz!” der. Kâbe, Mekke’nin meydan yeridir. Yani Müslümanlar Hazreti Ömer ile birlikte meydan yerine çıkarlar. İbadetlerini de açıktan Kâbe’de yapmaya başlarlar.
Necip Fazıl da Gençliğe Hitabe adlı o meşhur konuşmasında meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençliği beklemekte olduğunu ifade eder.
Ama aslolan şu ki önce kendisi, yıllar önce meydan yerine çıkmıştır. Ve hayatı boyunca da o meydanı hiç terk etmemiştir.
Anadolu’daki Müslümanlar da geçen yüzyılın başlarından itibaren zor zamanlardan geçmektedirler. Necip Fazıl’ın ifadesiyle, Allah demenin bile yasak olduğu zamanlar yaşanmaktadır.
Necip Fazıl da önceleri adı büyük şaire çıkan, herkesin parmakla gösterdiği bir insandır. Çıkardığı Ağaç dergisinde döneminin bütün kalburüstü sanatçıları yazmaktadır.
Ama bir yandan da yaşamakta olduğu ruh burkuntularının pençesinde kıvranmaktadır. Henüz yirmili yaşlardayken Kaldırımlar şiirini kaleme alır. Orada “Uzanıverse gövdem taşlara boydan boya/ Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi/ Dalıp yıldızlar kadar esrarlı bir uykuya/ Ölse kaldırımların kara sevdalı eşi” dediğine bakılırsa ölümü özleyecek kadar bunalımlardadır. O günlerde, kendi ifadesiyle, serseri ve derbederdir. Bunu, “Yeryüzünde yalnız benim serseri/ Yeryüzünde yalnız ben derbederim.” şeklinde ifade eder. Bir taraftan da içine düştüğü açmazlardan, girdaplardan kurtulmak için bir arayış içindedir.
Ve bir zaman gelir, deliler gibi arayışları meyvesini verir.
O zaman, “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum/ Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” noktalamasında belirttiği üzere otuzlu yaşlardadır. Abdülhakim Arvasi’yi tanımış ve yaşamakta olduğu sıkıntılardan kurtularak birkaç yıl içinde derlenip toparlanmış; şiiri, sanatı, düşünceleri yepyeni bir mecraya girmiştir. Çile şiiri bu oluş macerasını safha safha anlatmaktadır. Çile şiirinin bir dörtlüğünde bu oluşu, “Gece bir hendeğe düşercesine/ Birden kucağına düştüm gerçeğin/ Erdim çetin bilmecesine/ Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin” şeklinde anlatır.
Birçok ünlü sanatçının çevresinde dönüp dolaştığı zamanlardan sonra Büyük Doğu dergisini çıkarmaya başlayınca, onun eski hâline hayran olanlar dağılmış, o, kendi başına eriştiği hakikati omuzlamaya başlamıştır. “Ver cüceye, onun olsun şairlik/ Benim gözüm büyük sanatkârlıkta” dediği bir yola girmiştir.
Özlediğini söylediği meydan yerine çıkma eylemi de bu yıllarda gerçekleşir. Şiiri, dergisi, düşünceleri, tiyatroları, günlük yazıları, konferansları velhasıl kullanabileceği bütün enstrümanları tek başına omuzlayarak meydan yerine, başka bir tabirle de agoraya çıkmış, büyük bir cesaretle mücadele etmeye başlamıştır.
Necip Fazıl’ın bu çıkışını bendeniz nedense Hazreti Ömer’in Müslüman olduktan sonraki tavrına benzetirim. Herkesin kabuğuna çekildiği, pustuğu, korktuğu günlerde o, bütün cesaretini toplayıp sanat ve düşünce dünyasında yeni kimliği ile ortaya atılmış, başkalarının kendisine ve sanatına yazık etti demelerine aldırış etmeden ve gözünü kırpmadan girdiği yolda yürümeye devam etmiştir.
Onun gözünde sanat, artık hakikati aramaktan ibarettir: “Anladım, sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet bu, gerisi çelik çomakmış”
Daha önceleri onun sanatını, hatta bir tek mısrasını Türk edebiyatını kurtaracak kadar güzel ve fevkalade bulanlar, yeni oluşumu karşısında dehşete kapılırlar. Devrin Başbakanı Recep Peker, yaratıcısını yani Allah’ı arama konusunda yazdığı Bir Adam Yaratmak oyununun çok ses getirmesi ve sezonda hep kapalı gişe temsil edilmesi üzerine Necip Fazıl’ı İstanbul’dan Ankara’ya makamına çağırtır. “Bir Adam Yaratmak piyesini siz mi yazdınız?” der. Evet, deyince, “Siz,” der, “Türkiye’nin iki numaralı adamı, nasıl oluyor da Müslüman olabiliyorsunuz?”. Ve ilave eder: “Şimdi delik pabuçlu, kandilinden yağ damlayan softa manzarası var sizde!” Necip Fazıl, bu türlü aşağılama ifadelerine karşı, her zaman gereken cevabı vermiştir. Müslüman deyince burnuma ayak kokusu geliyor diyen birine, o koku, Müslümanın çoraplarından değil, senin kendi ciğerlerinden geliyor, diyecektir.
Sanat dünyasının bir numarası Nazım Hikmet, iki numarası Necip Fazıl’dır. Bu tasnifi, Türk Yenilik Edebiyatı adlı edebiyat tarihinde İsmail Habip Sevük yapar. Sevük, bu iki şaire ikişer sayfa ayırdıktan sonra diğerlerine birer cümleyle yer verir.
Çünkü o, artık büyük meydandadır: “Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem/ Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem/ Üstün çile birden gelip çattı tos/ Sen cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos.”
Ancak Necip Fazıl’ın elinde kılıç değil, kalem vardır; son derece keskin bir dili vardır. Büyük Doğu’nun bir sayısının kapağına bir kulak resmi koyar ve altına “Başımıza Kulak İstiyoruz” ifadesine yer verir. Tabii, dergi hemen kapatılır. Çünkü İnönü’nün kulakları ağır işittiği için kulaklık kullanmaktadır.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde hoca olarak çalışırken Büyük Doğu’nun bir köşesinde “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez” yazısını kullanır. Dergi derhal kapatılır ve Milli Eğitim’den bakan imzasıyla kendisine bir yazı gönderilir: “Büyük Doğu ile hocalık arasında bir tercih yapmanızı ihtar ederim.” Buna şöyle cevap verir: “Akademideki elli kişilik sınıftansa bütün Anadolu gençliğine hitap ettiğim kürsüyü tercih ettiğimi ihtarınıza karşılık ihtar ederim.”
Bir gazetede çerçeve adlı günlük yazısını yazdıktan sonra altına bir not düşer. “Dostlarım,” der, “her zaman kendisine çatan birisine cevap vermemi istiyorlar. Yüz yirmilik topun ağzına bir sinek kondu diye top ateşlenmez ki!”
Hiç kimsenin hakkında konuşmaya cesaret edemediği konularda kitaplar yazar. Son Devrin Din Mazlumları, kendilerine büyük acılar çektirilmiş son devrin âlimlerini anlatır. Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin, bunlardan biridir. Ulu Hakan Abdülhamid Han bunlardan bir diğeridir. Evet, o tarihçi değildir ama mihenk taşı denebilecek şahsiyetlerle ilgili kimsenin cesaret edemediği konuları dile getirmesi de biz sonradan gelen nesiller için fevkalâde önemlidir. Ayrıca Yeniçeri ve Benim Gözümde Menderes adlı kitapları da bir tarih bilincini destekleyen kitaplardır. O, bilimsel olacağım diye kem küm etmez. Doğrudan yine belgelere dayanarak en can alıcı noktaları dile getirir.
On beş tane tiyatro eseri vardır. Her birisi bir şaheserdir.
Senaryo romanları vardır. Her biri film olarak çekilmiş ve zevkle seyredilmiştir.
Eserlerini tek tek sayacak değilim. Ama Çile’yi yazmadan önce, edebiyat dünyasının büyük şair dediği dönemde üç kitabı vardır. Kendine yazık etti dedikleri dönemden sonra ise doksan kadar esere imza atmıştır. Şiir, roman, hikâye, tiyatro, tarih, düşünce, hatıra, dini eser, fıkra gibi birçok türde doksan civarında kitap…
Kırklı yıllardan sonra zaman zaman aksasa bile Büyük Doğu dergisini hayatı boyunca çıkarmaya devam etmiştir. Bu dergi, çıktığı müddetçe bir okul gibi işlev görmüştür. Meclis kürsüsünden bir milletvekili, insanlar ekmek alır gibi Büyük Doğu dergisi alıyor diye şikâyet etmektedir.
Bütün Anadolu’yu dolaşarak verdiği, birkaç saat süren konferanslarıyla toplumu aydınlatmayı sürdürmüştür.
Kısacası üstad Necip Fazıl Kısakürek, söz verdiği gibi bütün Anadolu insanlarını bilinçlendirmiş, şiirleri, fikirleri ve eserleriyle insanların gönüllerinde taht kurmuş, ulaşılması gereken her yere ulaşmış, kendinden sonra gelen sanatkâr ve mütefekkirlere yol göstermiştir.
Velhâsıl Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâvâ taşını gediğine koymuş olarak 25 Mayıs 1985’te inanmışlar ordusunun omuzlarında ebedi yolculuğuna uğurlanmıştır.