Bakış Açısı

Görmek ve anlamak için nereye baktığımız kadar nereden baktığımız da mühimdir. Bakış açısı ile manzara tamamen değişebilir. Peki doğru açı diye bir şey mümkün müdür?

Zeynep YÜCEL

Görmek; bakmaktan daha kallavi bir fiildir. Çünkü bakmak, anlamını görmekten alır. Eğer göremiyorsan bakmanın bir anlamı da kalmaz. Zamansal bir sıralama yapacaksak, tabi ki önce bakılır, sonra görülür. Gördüğümüz şey, bir anlam olarak resmedilir tasavvurumuzda. Sonraki bakışlarda ve görüşlerde bir anlam yükleyici olarak artık bu resmin etkisi olacaktır. Bu bir çıkış noktası hatta sabite olacaktır belki de.

Görmek ve anlamak için nereye baktığımız kadar nereden baktığımız da mühimdir. Bakış açısı ile manzara tamamen değişebilir. Peki doğru açı diye bir şey mümkün müdür? Eğer mümkünse manzarayı en bütüncül şekliyle gördüğümüz açı, en doğrusu olsa gerek. Amacımız sadece bir parçayı, işimizi göreni ya da işimize geleni görmek değilse tabi… Çoğumuzun bildiği pek meşhur bir örnek vardır; bir taraftan 6 diğer taraftan 9 olarak okunabilen rakam, kendisine farklı cihetlerden bakan iki kişiye birden “sen de haklısın!” der. Empati yapmak, başka açılar olduğunu hatırlatmak noktasından gayet yerinde bir örnektir bu. Ama şu ana kadar şahsen o rakamı yazanın niyeti neydi acaba, diye merak edeni duymadım. Oysa büyük ihtimalle o rakamın kulağına bir “sen altısın” ya da “dokuzsun” diye üflenmiştir! Bir şey yazdığınızı düşünün mesela şu an, kastettiğiniz kavram bir iç ses olarak orada duruyor, öyle değil mi? İşte bunu demek istiyorum. Kalemin sahibi ikisinden birini murad etmiştir. “İki cihetten farklı okunuyor olabilir ama ben bunu kastettim, görüntüsü o ise de aslı budur” deme hakkı vardır. Öyle ya! Oraya bir rakam, resim, yazı, sembol vaaz edildiyse, bunun failinin niyetinin bir önemi yok mudur? Var edilme amacı başkalarının yüklediği anlama ve onun tarafından sınırlandırılmaya mahkûm mudur? Elbette hayır… Aksine bir şeyin ortaya konma amacı, manzaranın bütününe dâhildir.

Hayatın anlamı da onu var edenin niyetinden bağımsız olamaz. Şöyle dersek daha net olabilir: Ona bağlıdır. Resmin bütünü de ancak bu şekilde gösterir kendini. Resmeden bize ne kadar anlatırsa, onu anlayabildiğimiz ölçüde biz de bakmaya, görmeye çalışırız. Burada kilit taşı, var eden tarafından verilen bilgidir. Mutlak doğru bakış açısı ancak bu bilgiye dayalı olabilir. Zira bundan daha genişi mümkün değildir. Manzaranın bütününe dair başka nereden ve nasıl bakılabilir ki? Bu bakışla artık renkler, desenler, mesafeler bir yana, niteliksel farklılıklar belirginleşir. Zihin berraklaşır. Çünkü bu bakışın temelinde bir anlam dünyası vardır. Dışardan bakmak değil, içerden görmektir artık söz konusu olan.

Örneğin ortada olmak ile arada kalmak aynı değildir. Dışardan bakınca aynı koordinatları verebilir. Sıfır noktasına uzaklıkları eşit olabilir. Ama bu, niceliksel bir benzerliktir ve yanıltıcıdır. Meseleyi anlamak için niteliksel bir ölçü birimine ihtiyacımız var. Bu da duruşumuzdur. İlki, yani ortada olmak; kararında olmak, kararlılık, netlik demekken, ikincisi yani arada kalmak ise tereddüttür. Ortada olmak; etraf yani taraflar ile mesafeleri tayin edebilmek, arada kalmak ne tarafa gideceğini bilememektir. Ortada olmak adalet ve insaftır (nısf/yarı), arada olmak belirsizliğin zulmeti, karanlığıdır… Ortada olmak sağlam duruş ve istikamet üzere harekettir, arada olmak bir o yana bir bu yana teveccühtür.

Tarafsız olmak; adil olmak, adam kayırmamak anlamında olduğunda başımız üstüne… Ama arada olmak anlamında ise başımız belada! Çünkü bu ancak bir yanılsama olabilir. Mekân ile kayıtlı insan yönsüz olabilir mi? Kaçınılmaz olarak yüzümüz bir yöne doğrudur. Hakeza iç yüzümüz de öyle. Bunu gizlemek kurnazlıktan, korkaklıktan yahut faydacılıktan mütevellittir çoğu kez. İyi olan ihtimal, henüz tarafını belirlememiş olmak olabilir. Netice itibariyle diyebiliriz ki ortada olmak ile arada olmak ilişkisi farkı aşan, neredeyse bir zıtlık ilişkisidir. Bunu ise sadece yukarıda bahsettiğimiz bütüncül bakış açısıyla fark edebiliriz.

İmandaki sabite ve onun sağladığı bakış, bize bir emniyet, bir kararlılık verir. Varoluşsal konumunu idrak etmek, bizi arada kalmaktan, savrulmaktan korur, dengeye getirir. Aczini ve kıymetini, sınırlılığını ve sonsuza meyyal oluşunu, bedenini ve ruhunu aynı anda kavramanın insanı getirdiği bir kıvamdır burası. Anlam, yönelim, değer, duygu, düşünce, davranış, yani her yönüyle insan ve hayatı için sapasağlam bir kulp, bir mihenk taşıdır. Bu noktaya bir kere ulaştıktan sonra sağa-sola, ileri-geri gelgitler biter. Ayağını sağlam basmanın, sabitkadem olmanın itminanıyla, gelişim seyri yukarı yönlü bir yükselme imkânına dönüşür. Bu imkânın pratiği ise elbette Hz. Peygamber’in sünnetidir. Tüm işimiz bu toz dumanda Resul’ün ayak izlerini bulup, takip etmektir.

Ama kilit taşını yerinden oynatırsak, tüm taşlar yerinden oynar. “Neye göre, kime göre, bana göre…” diye diye göz gözü görmez olur. Zira görecelilik sadece savrulma vaad edebilir. Arada derede, bir orada bir burada derken başı dönen insan, dönüp dolaşıp, ilk soruyu belki de koca bir ömrün sonunda, dönülmez akşamın ufkunda sormak zorunda kalabilir: Neredeyim? Neden buradayım? Kim getirdi beni buraya?!