İmam Gazâlî’nin Tasavvuf Anlayışı

Tasavvufta silsilenin ve bir önceki gönül halkasına dâhil olmanın ne kadar kıymetli olduğunu ehli bilir. Birileri hüdâ-i nâbit gibi ortaya çıkıp şeyhlik ve mürebbilik iddiasında bulunamazlar! Bulunsalar da ehli katında itibar edilmezler. Her ciddi meselenin bir kuralı olduğu gibi ilim ve irfan mektepleri de kendilerini böyle bir ilim ağının dinamizmi ve bütünlüğü içinde konumlandırmışlardır.

Mülayim Sadık Kul

Besmele, hamdele ve salveleden sonra,

Mustafa kardeşim, İnsicam dergisinin temmuz sayısı için İmam Gazâlî’nin tasavvuf anlayışını yazmamı istedi. Bu vazife bu konuda doktora yapmış birisi için aslında bir açıdan çok kolay gözükmekle birlikte, diğer taraftan konunun genişliği ve ihtiva ettiği konular açısından müşkül bir durumdu. Günlerdir nasıl bir çerçeveyle başlayayım ve bu kısa değerlendirmeye neler girsin diye düşünüyordum. Küçük bir deneme yazısının doğumu bile böyle sancılı oluyor. Öyle ya İmam Gazâlî gibi büyük bir âlimin İhyâ gibi devasa kitabında söylediklerini az ama özlü (mâ kalle ve delle) yazabilmek kolay değil. Bir de buna tasavvuf konusunu bir şekilde ele aldığı diğer kitapları da eklersek, gel de işin içinden çık! Neticede hacimde küçük ama manada büyük bir vazifenin hakkını verebilmek. Rabbime sığınıp klavyenin başına geçtik.

İşte tam bu demlerde nereden başlayayım diye zihnimde gelgitleri yaşarken, eğer aynı soru muasır sufi büyüklerinden birisi için sorulsa ne olurdu, diye gönlüme düştü. Mesela bir Mehmed Zahid Kotku Efendi, Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi, Mahmud Efendi veya Muhammed Emin Er Hocaefendi’nin tasavvuf anlayışı nedir? diye sorulsa, bu soruya herhalde kolaylıkla bu zikri geçen Allah dostları İmam Gazâlî’nin tasavvuf anlayışının günümüzdeki temsilcileridir cevabını verebilirdim. Bu şahıslar gerçekten şeriat ve tasavvufun birbirinden ayrıştırılmadığı zâhir ve bâtını birlikte ihtiva eden bütüncül bir din anlayışın savunucularıdır. Tasavvufun dinin şeriat temelinde zevk ve aşk makamında yaşandığı bir kıvamın temsilcileri. İmam Gazâlî’nin tasavvuf anlayışı nedir, sorusunun en kısa tarifi; işte bu şahısların şahsında ete kemiğe bürünmüş olan orta yolu temsil eden din anlayışı, desek olmaz mı!

Diyeceksiniz ki sen bunları yakînen tanıdın mı? Bu soru temsil ettikleri sufî neşve ve İslam anlayışı bağlamında sorulursa cevabım hiç tereddütsüz “Evet!” olacaktır. Zira bu şahısları M. Emin Er Hocaefendi dışında şahsen tanımamış olsam da kitapları ve en önemli eserleri olan talebeleri üzerinden tanıma imkânına sahip oldum. Çoğunun eserlerini ve hayat hikayelerini okuma şerefine erdik. Hani derler ya “Güneş balçıkla sıvanmaz!”. Bu Allah dostları da günümüzü  aydınlatan, zor zamanda çileye talip olup, her türlü sıkıntı ve baskıya rağmen binlerce insanın hidayet ve istikametine vesile olan devlerdir. Bunların gölgesi bugün bile on binlere sığınaklık yapmaya devam etmektedir.

Bu devasa çınarlardan biri de Türkiye’nin, zamanın cuntacı cumhurbaşkanı Evren’le mülakatı sebebiyle, yakinen tanıdığı Ahmet Akın Çığman Hocaefendi’dir. O Mehmed Zahid Kotku mektebinin son olmasa da en önemli temsilcilerinden biridir. İlmi ve Allah dostlarını sevmeyi biz ondan öğrendik. Elbette üzerimizde hakkı olan pek çok güzel insan olsa da bir âlim ve ârif olarak bizi gölgesinde koruyup kollayan ve İslam’ı zevk makamında tattırmaya çalışan hep o olmuştur. Dostların şehadetiyle bir sohbetinde, “Tasavvuf, imanın kalpte aşka dönüşmüş halidir” buyurur. İhyâ’nın özeti de zaten budur desek, abartmış olur muyuz?

Tasavvufta silsilenin ve bir önceki gönül halkasına dâhil olmanın ne kadar kıymetli olduğunu ehli bilir. Birileri hüdâ-i nâbit gibi ortaya çıkıp şeyhlik ve mürebbilik iddiasında bulunamazlar! Bulunsalar da ehli katında itibar edilmezler. Her ciddi meselenin bir kuralı olduğu gibi ilim ve irfan mektepleri de kendilerini böyle bir ilim ağının dinamizmi ve bütünlüğü içinde konumlandırmışlardır.

Maziyle bağlantısı olmayanın, bugün ve gelecekle de aslında ilişkisi yok demektir. Dinler, gelenekler ve büyük fikir ekolleri dayandıkları köklerle varlık iddiasında bulunurlar. Köksüzlük çoğunlukla iddia edilen fikrin soysuzluğu ve sorgulanabilirliği anlamına gelir. İnsan gibi fikirlerin de dayandıkları temel bir soyağacı, yani kaynağı vardır. Kökünün olması elbette sorgulama hakkımızı elimizden almazsa da en azından o bilginin kaynağını takip edebilme imkânı verir. 

Tasavvuf ve İslami ilimlerde icazet sistemi ve bir ekolün içinde olmak, böyle bir sorumluluğu beraberinde getirmiştir. Bu ismini saydığımız şeyh efendilerin de silsilesinde mutlaka Cüneyd-i Bağdadî, Kuşeyrî, Bayezid-i Bestamî, İmam Gazâlî ve İmam Rabbânî gibi isimler bir şekilde yer almaktadır. Peygamber Efendimizle başlayan bu ilmi gelenek, İslam ilim ve irfan geleneğinin en temel yapı taşlarından birini oluşturur. Sağlam bir isnad zinciri olmayan rivayetler makbul değildir. Dolayısıyla bugün varlık iddiasında olan irfan mekteplerinin dayandıkları sünni tasavvuf anlayışının temelinde böyle bir hassasiyet vardır.

Gazâlî Hazretlerinin önemi tam da sünni tasavvuf anlayışının dönüm noktasında oynadığı kilit rol sebebiyledir. Tasavvuf ve şeriat ilimleri arasındaki süregelen kavga ve anlaşmazlıklar, büyük ölçüde onunla sona ermiştir. Zülcenâheyn dedikleri, zâhirî ve bâtınî alanda otorite olması, hem ulema nezdinde hem de halk arasında fikirlerinin kabul edilmesini beraberinde getirmiştir. Bunun güzel bir semeresi olarak genel dindarlık anlayışıyla sufilerin İslam pratikleri ortak bir noktada buluşmuştur.

Birçok âlimin aynı zamanda sufi olması da bunun en büyük işaretidir. Birkaç istisna dışında tüm sufi büyükleri aynı zamanda İslami ilimlerde söz ve eser sahibi büyük âlimlerdir. Bu anlayışın bir neticesi olarak tasavvufî meşrepler daha rahat bir ortamda tarikatlar şeklinde ekolleşme imkânı bulmuşlardır. Aslında silsile meselesi de büyük ölçüde bir kontrol mekanizması olarak bu dönemden sonra yerleşmiştir.

Daha önceki satırlarda A. Akın Çığman Hocaefendi’nin tasavvuf tarifinin İhyâ’nın özeti olabileceğini ifade ettik. İmam Gazâlî’nin İhyâ’da ele aldığı en önemli konulardan biri de, tasavvuf bağlamında muhabbet makamıdır. Bu başlık altında sevmenin farklı mertebelerine işaret eden İmam, bu sebeplerin hepsinin son tahlilde Allah’ı sevmeyi gerektirdiği tespitini yapar. Bu konuyu farklı bir üslupla İhyâ’nın Farsça özeti mesabesindeki Kimyâ-ı Saâdet kitabında da enine boyuna tartışan İmam Gazâlî sevginin sebeplerini beş temel noktada özetler.

Bu bağlamda önce sevgi ile bilgi arasında kurduğu muhteşem ilişkiye işaret etmek gerekir. Gazâlî gönül dünyamızla zihin dünyamız arasında var olan epistemik ilişkiyi şu sözlerle ifade eder: Sevgi arttıkça bilgi, bilgi arttıkça da sevgi artar. Muhabbetullah ile Marifetullah arasında böyle bir telâzüm ve etkileşimin varlığı, dinin iki temel bilgi kaynağı arasındaki ilişkinin en güzel ifadesidir.

Yaratılışın gayesini Yaratanı bilmek yani marifetullah olarak açıklayan büyük âlim, bunun gerçekleşmesi için insana verilen tüm idrak yollarının kullanılması gerektiğini söyler. Bu konuda da genel anlayışı tasavvufa yaklaştırarak kalbi idrak noktasında akıldan bir adım öne geçirdi diyebiliriz. Dolayısıyla insan Rabbini sevdikçe daha çok bilir ve -hangi yolla olursa olsun- Rabbini tanıdıkça da O’na olan sevgisi, bilgisi nispetince artar. Yani bilgi ve sevgi birbirini besler. Birinin artması, diğerini de zorunlu olarak artırır. Eksilmesi de elbette aynı neticeyi tersinden verir.

Özetle söylemek gerekirse İmam Gazâlî’nin tasavvuf anlayışı denildiğinde önümüze çıkan iki temel kaynak vardır. Bunlardan birincisi onun kısaca İhyâ diye bilinen İhyâu Ulûmi’d-dîn (İslami İlimleri Yeniden İhya) adını verdiği kitabıdır. Diğeri ise hakikate götüren bütün idrak ve bilgi yollarını test edip birbirleriyle kıyasladığı el-Münkiz mine’d-Dalâl (Delaletten Kurtuluşa) adlı kitaptır.

Bu kitaplarında ortaya koymaya çalıştığı şey, tasavvuf anlayışını İslami idrak/bilgi kaynakları ve yaşayışının merkezine yerleştirmektir. İhyâ projesiyle diriltmeye çalıştığı bilinç, budur. Başta tasavvuf ve ahlâk olmak üzere fıkıh, kelâm gibi ilimlere, bilhassa amaçları bakımından yeni yaklaşımlar getirdiği en önemli eseri budur. Ona göre tasavvufla zâhirî ilimler arasında var olduğu farz edilen mesafe, gerçek olmayıp yanlış anlaşılma ve algıdan kaynaklanmaktadır. Bu sebeple ibadetlerdeki manevî sırları konu eder. Mesele sadece şeklen kurallara uymak olmayıp aynı zamanda gönül dünyamızda da, yaptığımız ibadetin farkında olmaktır. Bu sebeple secde etmesi gereken organın sadece alnımız olmayıp aynı zamanda kalbimizin de vücudumuzla birlikte secde etmesi gerektiğini söyler. Hatta gönüldeki niyetin amelin kabulü için esas olduğuna vurgu yapar.

Eğer bu İhyâ projesiyle ehl-i sünnet anlayışı sufi aşısıyla beslenir ve canlandırılabilirse ulema ve sufiler arasındaki gereksiz ayrılığa da son verilmiş olacaktır. İmam Gazâlî bunun yolunu da dinî bilginin temeline tasavvufu yerleştirmek şeklinde hayata geçirmeye çalışmıştır. Bunu yaparken fıkıh ve kelâm disiplinlerdeki maharetini de sonuna kadar seferber ederek İhyâ’yı bütün temel yaklaşımları bir araya getirdiği ortak bir din anlayışı projesine dönüştürmüştür. İhyâ ve Münkiz adlı her iki kitabın temel yaklaşımı budur.

Bunu bir taraftan bilgi kaynağı noktasında gerçekleştirmeye çalışırken, diğer taraftan da bu anlayışın genel İslam dindarlığının da merkezine yerleşmesini hedeflemektedir. İhyâ’nın önsözünde bu kitabın yazılma maksadını dile getirirken mevcut problemlere ve yanlış anlaşılmalara dikkat çekmiştir. Dinî hayatın en kıymetli umdesi olan ihlas ve samimiyetin sadece zahirî ilimlerin tahsiliyle mümkün olmadığına işaret etmiştir. Dünyevî gayelerle Kadı olmak için fıkıh tahsili yapan ilim talebelerini uyarmıştır. 

İhyâ’nın ilk kitabının ilim konusunu ele alması, tesadüfi değildir. İmam Gazâlî her şeyden önce bilgi kaynaklarının ne olup olmadığına dikkatleri çekmiştir. Burada kalbin ve aklın bilgi edinmedeki ortaklıkları öne çıkarılmıştır. Her ikisi de görevini, birbirini destekler mahiyette yaptıklarında maksimum fayda elde edilecektir. Aklın tespit ettiğini gönül, gönlün hissettiğini de akıl teyit etmelidir.

İkinci kitabın akaid konusuna ayrılmış olması da yine bu ortak hedefin gereğidir. Ehl-i sünnet inanç sisteminin, şeriatı kendine esas edinmiş sufi anlayışla ortak olduğunu vurgular. Dolayısıyla ne bilgi kaynakları noktasında ne de inanç sistemi ve kurallarında herhangi bir farklılık olmadığını ispat eder.

Netice itibariyle artık günlük dini yaşayışımız -adı konulmasa bile- tasavvufî neşve ve anlayış içinde şekillendirilmelidir. İmam Gazâlî’nin İhyâ’da ortaya koymaya çalıştığı en önemli hedef, budur. Genel sünni İslam dindarlığı ve ahlakî değerlerinin sufi geleneğin epistemik, amelî ve ahlakî anlayışları çerçevesinde yeniden canlandırılması. Dolayısıyla bunu gerçekleştirebilmek için İslami ilimler yani fıkıh ve akaid anlayışımız içinde tasavvuf anlayışının genel İslam dindarlığıyla nasıl meczedilebileceğinin teorik ve ameli imkânlarını sorgular. İhyâ projesiyle de bunu büyük ölçüde başarılı bir şekilde ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Aslında yaptığı şey, kendiyle başlamış yeni bir proje de değildir. Bu, Bağdat-Nişabur veya Horasan-Bağdat sufi anlayışının İmam Gazâlî tarafından İslami ilimler içine meczedilerek genel dindarlık anlayışının bu çerçevede oluşması ve gelişmesidir. Diğer bir ifadeyle bu yaklaşım Muhasibî ile başlayıp Sülemî ve Kuşeyrî çizgisiyle temsil edilen Nişabur ehli sünnet tasavvuf anlayışının/ekolünün devamı niteliğindedir.