Tasavvuf: Vuslat Yolculuğu

Tasavvufun gayesi nedir? Bu soruyu tasavvufun tariflerinden hareketle şu şekilde cevaplamak mümkündür: Allah’ın adını sevgi, ihlas ve acziyet ile daima dilde ve gönülde hazır edip yakin gelinceye, yani ölüm gelinceye kadar havf ve reca (korku ve ümit) halinde ve ihsan (Allah’ın daima bizi gördüğü) bilinciyle kulluk yapmaktır.

Mustafa ÖZSARAY

Dr.,, FSMVÜ İslami İlimler Fakültesi

İslami ilimler arasında tarifi en çok yapılan ilim dalı tasavvuftur dersek hatalı olmaz. Çünkü sûfîler tasavvuf hakkında farklı farklı tarifler yapmışlardır. Aynı sûfinin birden çok tarif yaptığı da görülmektedir. Bu sebeple tabakat ve tezkire türü tasavvufî kitaplarda yüzlerce tasavvuf tarifine rastlamak mümkündür.

Bunlardan birkaçı şöyledir:

            “Tasavvuf bir arınmadır. Allah’tan başkasından arınan kimseye sûfî derler.”[1] (Cüneyd-i Bağdadî)

            “Tasavvuf, hakiki olarak (Allah’ın ahdine ve misakına) vefa gösterme görevini yerine getirmek, şeriatta Peygamber’e (a.s.) tabi olmaktır.”[2] (Cüneyd-i Bağdadî)

            “Tasavvuf sadece ahlaktır.[3] (Ebu Hüseyin Nuri)

            “Allah’a giden yol, cahillerden uzak kalmak, alimlerin sohbetinde bulunmak, ilmi tatbik etmek, zikre devam etmektir.”[4] (Ebu Yakub İshak-ı Nehrecorî)

“Bizim terbiye yolumuzun temelini şu yedi şey oluşturur: 1. Kur’an’a sımsıkı sarılmak, 2. Sünnet’e uymak, 3. Helal yemek, 4. Kimseye eziyet etmemek, 5. Günahlardan kaçınmak, 6. Tövbe etmek, 7. Hakları yerine getirmek.”[5] (Sehl bin Abdullah et-Tüsterî)

            “Allah’a giden yol nasıldır? Ona giden yollar çoktur, ama bunların en sahihi, en mamuru ve şüpheden en uzak olanı, kavlen, fiilen, azmen, akden ve niyyeten Sünnet’e uymaktır. Çünkü Yüce Allah: “Eğer O’na uyarsanız, hidayete erersiniz” (Nur, 54) buyurmuştur.”[6] Ebu Ali Cüzcanî

Yukarıda birkaçı sayılan tasavvuf tariflerine bakıldığında Kur’an ve Sünnet’e bağlı kalma dairesi içerisinde sûfîlerin yaşadıkları hâl ve bulundukları makamlara dikkat çektikleri ve bunları bu iki kaynağın esaslarına göre anlayıp anlattıkları ve yorumladıkları görülür. Yani sûfîlerin tasavvuf diye anlattıkları hâller ve makamlar aslında bu iki kaynağın özü ve maksadıdır. 

Tasavvuf tariflerinin çokluğunun sebebi sûfîlerin yaşadıkları hâl ve bulundukları makamların yanı sıra “tasavvuf nedir?” sorusunu soran kişinin ihtiyacı olan davranışa göre cevap vermeleridir. Demek ki tariflerin çokluğunda bizatihi sûfînin kendi hâl ve makam değişimi etkili olduğu gibi soru soran kişinin hâlet-i rûhiyyesi ve soru sorma amacı da etkili olmuştur.     

Tasavvufun gayesi nedir? Bu soruyu tasavvufun tariflerinden hareketle şu şekilde cevaplamak mümkündür: Allah’ın adını sevgi, ihlas ve acziyet ile daima dilde ve gönülde hazır edip yakin gelinceye, yani ölüm gelinceye kadar havf ve reca (korku ve ümit) halinde ve ihsan (Allah’ın daima bizi gördüğü) bilinciyle kulluk yapmaktır. Havf ve reca ve ihsan dengeli ve rızaya uygun kulluk için şarttır. “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbi’ne kulluk et”[7] emr-i ilahîsi buna işaret eder.

Yine sûfîler tam manada tevhid inancına sahip olmak için ise öncelikle kalpteki masiva putlarını kırıp kalbi Allah’a has kılmak lazımdır derler. Masiva, Arapçada başkası demektir; tasavvufta terim olarak Allah’ın dışında gönülde ne varsa o masivadır. Sûfîlere göre kalp nazargâh-ı ilâhîdir. O halde orayı sahibine tahsis şarttır. Bunu sağlamak için öncelikle gönüldeki çer çöpü, yani masiva sevgisini oradan atmak gerekir. Allah’ın daima kulun gönlünde yerleşmesi için ise nefsin terbiye ve kalbin tasfiye edilmesi lazımdır. Bu iki iş yapıldığı zaman ahlakı güzel, insan-ı kâmil yetişmiş olur. Bu konuda, yani Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak hususunda bizim güzel örneğimiz (üsve-i hasene) ise Peygamber Efendimiz (s.a.v)’dir. Sûfîlere göre güzel ahlaka ulaşmak ve insan-ı kâmil olmak için öncelikle bütün mahlûkatı yaratan ve yaşatan Allah’ın esması ve sıfatlarıyla bilinmesi, tanınması ve bunların icabına göre amel edilmesi de (marifet) şarttır. Bu mertebelere yükselmek kulun öncelikle kendisini tanımasına bağlıdır. Allah âlimdir, insan da ilim sahibi olmalıdır. Allah kerem ve lütuf sahibidir, insan da başkalarına karşı keremkâr ve lütufkâr olmalıdır. Allah âdildir, insan da adaletten ayrılmamalıdır. Allah rahman ve rahimdir, insan da başkalarına karşı merhametli olmalıdır. Allah zalimleri sevmez, insan da zalimleri sevmemelidir. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. İşte bu esmanın tecellileri kulda yerleştiği ve kökleştiği zaman onun ahlakı güzelleşmiş olur. Bunun olabilmesi için de öncelikle insanın kendini, yani kullukla mükellef ve halife sıfatıyla muttasıf olduğunu bilip tanıması gerekir. Bu temel ilke, tasavvufta, “Kendini bilen Rabbini bilir” kelam-ı kibarıyla özetlenmiştir. Kişi nefsini tanımak için ben kimim, nereden geldim, beni kim yarattı diye sorduğunda fıtrat icabı cevabını kendi içinde kolayca bulacaktır. Bizi ve bütün mahlukatı yaratan Allah’tır. Bu sorular kulu marifet denilen bilgilenme sürecine sokacaktır. İşte bu süreçte kulun yaratıcısıyla ilişkisini ilahi takdire göre temellendirip inşa ettiren marifet bilgisine sahip olması ona rızayı kazandıracak vuslat hedefiyle yaşamasını temin edecektir.

Sûfîlere göre, marifet denilen Allah’ı esma ve sıfatları ile bilmek ve her an O’nu hatırda tutarak yaşama derecesine ulaşmak için öncelikle kulun şeriat ilmini bilmesi, ardından bir mürşid-i kâmil rehberliğinde manevi olgunlaşma usûlü olan tarikat yolculuğunu tamamlaması ve bu sürecin sonucunda hakikat bilgisine ermesi beklenir. Bu uzun, çileli ve aynı zamanda zevkli vuslat yolculuğu tasavvuf usul ve adabına uyarak gerçekleşir. İşte tam bu noktada yolu bilen bir rehbere ihtiyaç vardır. Kulun bir mürşid-i kâmil rehberliğinde kendini ve Rabbini bilip tanımaya yönelik bilgi ile öğrenme, amel ile hâl sahibi olma ve çeşitli makamları geçerek insan-ı kâmil olarak vuslata erme yolculuğu sûfîler tarafından şeriat, tarikat, marifet hakikat şeklinde bütüncül bir kavramla açıklanmıştır. Yukarıda sıralanan bu ilimlerin bütüncül olarak değerlendirilerek anlaşılması ve önemlerinin kavranması konusunda sûfîler bazı benzetmeler de yapmıştır. Mesela;

Necmeddin-i Kübra şeriatı gemiye, tarikatı denize, hakikati inciye benzetir.

Mevlânâ’ya göre şeriat bir meşale, tarikat bu meşale ile yol alma, hakikat ise maksada ulaşmadır.

Bazan şeriat ağaca, tarikat çiçeğe, hakikat meyveye benzetilir.

Hz. Peygamber’in sözleri şeriat, fiilleri tarikat, halleri hakikattir.

Kimi sûfîler bu ilimleri şeriat-tarikat-marifet-hakikat şeklinde sıralarken kimileri de şeriat-tarikat-hakikat-marifet şeklinde sıralamışlardır. Her iki sıralamada da görüldüğü üzere öncelikle şeriat, ardından tarikat gelmektedir. O halde şeriatsız tarikat batıldır. Biz işin özüne erdik diyerek şeriatın emirleri ve yasaklarına uymamak ilhaddır. Şeriat her basamaktaki kul için bağlayıcıdır. 

Tasavvuf ilmini kendi kendine tahsil etmek mümkün müdür? Yoksa bir mürşid-i kâmil şart mıdır? Kitaplardan tasavvuf öğrenilerek maksada ulaşılamaz mı? Bu mesele sûfilerce de tartışılmış ve kişinin kitaplardan edindiği bilgilerle kendi kendine nefs terbiyesi ve kalp tasfiyesine kalkışması yolun birçok inceliğinin olması ve yine tehlikeli birçok geçidinin olması sebebiyle pek kabul görmemiştir. Bu hakikati ifade etme sadedinde “Bu ilim satırlardan değil sadırlardan elde edilir” sözü ilke olarak benimsenmiştir. Yani bir mürşid-i kâmile intisap ederek nefs ve gönül terbiyesinin gerekli olduğu tavsiye edilmiştir. Zira bu Peygamber Efendimiz (s. a. v.)’in ashabını terbiye metodudur. Mürşid-i kâmiller de üsve-i hasene olarak kabul ettikleri Peygamber Efendimiz’in bu metodunu izlerler.

Tasavvufta mürşid-i kâmil olmak için şeriat ilimleri ile tarikat adab ve erkânını bilmek ve Resulullah’a kadar uzanan silsilenin bir halkası olarak görevin icazetle ifa edilmesi şartı vardır. “İlim satırlardan değil sadırlardan elde edilir” sözünden kitaptan öğrenilen bilgilerin küçümsendiği anlaşılmamalıdır. Elbette burada manevi eğitimde mürşid-i kâmilin önemine dikkat çekilmektedir. Zaten mürşid-i kâmil olmak için de öncelikle dini ilimlerin tahsili şart görülmüştür. Bilindiği gibi dinimiz ilme son derece önem vermektedir. İlk vahiy “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla”[8] diyerek başlamıştır. Yine “O insana bilmediği şeyi kalemle öğretti”[9] ayeti vardır. Demek ki okumak ve yazmak önemlidir ve kaleme vurgu vardır. Bu sebeple başka bir surede “Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun”[10] denmektedir. Bu açıdan hakiki alimler ve sûfîler ilim ve irfanı bir arada tahsil etmiş ve buna göre sâlih amelleri işlemişlerdir. İslâmî ilimlerin oluşumundan itibaren hem şeriat hem de tarikat ilimlerine dair kitaplar yazmak suretiyle fikirlerini umuma ve talebelerine açıklamışlardır. Bununla birlikte insanın şeriat dairesinde sade bir şekilde dinini yaşamak istemesi ve gerek zahirî gerekse batınî ilimlerde derine dalmak istememesi de bir tercihtir. Muhakkik ulema ve sûfilerce her mü’minin tasavvufî tecrübeyi yaşaması şart koşulmamış, bu onun seçimine ve talebine bırakılmıştır. Bu yolun başında talep çok önemli görülmüştür. O halde tasavvuf yoluna talib olan kişinin öncelikle ilahî zikir ve nazar mahalli olan gönlünü dünyevî bağlardan kurtarıp Rabbi ile daima beraber olma yönünde güçlü bir arzu, sevgi ve azme sahip olması gerekir. Burada şunu belirtelim ki dünyevi bağlardan, yani masivadan kurtulma doğru anlaşılmalıdır. Tabiidir ki kulun dünyadaki nasibini ihmal etmemesi, öncelikle iyi bir eğitim alarak kendinin ve aile efradının geçimini temin için çalışması şarttır. Sûfîliği ve dervişliği tembellik, miskinlik ve dilencilikle karıştırmamak lazımdır. Maalesef dünyadan el etek çekme, masivaya gönül vermemek demek olduğu halde bu deyimi veya bazı tarikatlarda bulunan ve geçici olarak çile, uzlet ve halvete çekilme usûlünü yanlış anlayanlar çalışıp kazanmadan onun bunun eline bakma zilletine düşmüşlerdir. Yine yanlış tevekkül anlayışıyla çalışmadan rızık bekleme yoluna kapılmışlardır. Oysa “dünyadan el etek çekmek” veya “bir lokma bir hırka” demek masiva sevgisini gönülden koparmak anlamında söylenmiş bir sözdür. Yani, dünya sevgisi yerine Allah sevgisini gönle yerleştirmek için söylenmiş bir söz, zamanla cahiller tarafından miskinliğin gerekçesi haline getirilmiştir. Evet, insan bir şekilde açta açıkta kalmaz, onun bunun vermesiyle de geçinip gider ama bu davranış kişiyi zillete düşürür. Oysa doğru tevekkül, Rezzak olanın Allah olduğunu bilerek ona dayanıp güvenerek çalışmakla birlikte gönlü dünyalığa kaptırmamak, onu zikir mahalli olarak saf ve temiz tutmaktır. Yani el işte gönül yârda olmaktır. Eli işte gönlü yârda olanlara Kur’an’da, ticaret ve alışverişin kendilerini zikirden alıkoymadığı kişiler olarak şöyle vurgu yapılır: “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar, buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.”[11]

Bu ayetten de anlaşılmaktadır ki insan dünyada rızkını temin için çalışırken yaratılış gayesine uygun olarak kulluk şuuruyla hareket edip Allah’ı anmak, farzları eda etmek, haramlardan kaçınmak, zühd, vera ve takva sahibi olarak ahireti kazanmak zorundadır. İnişli çıkışlı, çilelerle dolu bu dünyada ahireti önceleyerek sürdürülen bir hayat sonucunda Allah’ın razı olduğu kullar arasına dahil olup O’na dönmektir. İşte tasavvufun amacı da budur; çıkılan vuslat yolculuğunda daima Allah’ın rızasına uygun bir hâl üzere Allah için yaşamak ve O’na dönmek…

“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.”[12]


[1]Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-evliya, çev. Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür Yayınları, İstanbul 1985, s. 476.

[2]Attar, Tezkiretü’l-evliya, s. 481.

[3]Attar, Tezkiretü’l-evliya, s. 509.

[4]Attar, Tezkiretü’l-evliya, s. 544.

[5]Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, çev. Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları, İstanbul 2009, s. 94.

[6]Attar, Tezkiretü’l-evliya, s. 596.

[7] Hicr, 15/99.

[8] Alak, 96/1.

[9] Alak, 96/4-5.

[10] Kalem, 68/1.

[11] Nur, 24/36-37.

[12] Bakara, 2/156.