Benim için unutulmaz ve muhteşem bir gündü Kudüs’e girdiğim gün. Peygamber Efendimizin isra ve miracı yaşadığı bu kutsal şehir, Hazreti Ömer’in, Salahaddin Eyyûbî’nin emanetiydi. İşte ben o şehirdeydim şimdi. Davud, Süleyman, Musa, Harun, Zekeriya, Yahya ve İsa peygamberlerimizin maneviyatının kuşattığı Kudüs, bundan sonra Kuds-ü Şerif olarak anılacaktı.
Mustafa ÖZEL
Prof. Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fak.

Evlatlarım!
Civanmertlerim!
Ben Selim, Osmanlı padişahları içinde adı ilk Selim olan; Birinci Selim. Siz beni daha Yavuz Sultan Selim olarak bilirsiniz. Osmanlı’nın dokuzuncu padişahıyım. Çok kolay olmadı Devlet-i Aliyye’nin idaresini ele almak. Uzun mücadelelerin ardından babam İkinci Bayezid’den saltanatı devraldım. Kardeşlerim Ahmet ve Korkut’u, devletin selameti için öldürtmek zorunda kaldım. Bu hiç de kolay olmadı benim için. Her birimiz padişah olmak istiyorduk. Bunun için de devlet idaresinde, ordu içinde etkili olmaya çalışıyorduk.
Dedem Fatih Sultan Mehmed’i, ilk ve son kez on bir yaşındayken İstanbul’da gördüm. 1487 yılında uhdeme Trabzon sancakbeyliği vazifesi verildi. Tam yirmi üç sene bu vazifeyi bihakkın yerine getirmeye çalıştım. Devletimizin doğu sınırlarını muhafaza etmek için uzun yıllar mücadele ettim. 1508 yılında Gürcü Krallığına karşı tertip ettiğim sefer, Allah’ın izniyle zaferle neticelendi. Bu galibiyet, babam Bayezid-i Veli’yi çok memnun etti. Bu hususta babamdan çok büyük takdir gördüm. Safevîler’in 10 bin kişilik ordusunu Erzincan’da bozguna uğrattım. Bu başarılar beni Osmanlı tahtına hazırlıyordu. Her geçen gün kendimi çok daha iyi geliştiriyordum.
Safevîler’e karşı olan mücadelem, tahta geçtikten sonra da devam etti. Onlardan başka Memlüklerle de uzun mücadelelerim oldu. Dedem Fatih’in batıya doğru genişlettiği devletimizin hudutlarını koruyabilmek ve daha da ileriye götürebilmek için doğu hudutlarımızın sağlam, güçlü ve korunaklı olması lazımdı. Ben buna büyük ehemmiyet verdim. Doğu sınırlarımızda Safevîler’le savaşırken güneye doğru indim. Burada hâkim olan Memlüklerle harpler yaptım. Hedefim, Kudüs’tü.
Dedem Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u 1453’te fethetti. Böylelikle ilk hedefimiz gerçekleşmişti. Sırada Kızılelma olarak Roma vardı. Roma hem içinde Vatikan’ı barındırıyordu hem de dünyada uzun süre hâkim olan ve çevre ülkelerde büyük tesiri olan Roma İmparatorluğu’nun başkentiydi. Dediğim gibi biz Osmanlılar batıya doğru ilerleyecektik. Ancak doğunun sulh ve salaha kavuşturulması elzemdi. O zamanlarda İslam topraklarında muhtelif devletler bulunmaktaydı. Çoğu da birbiriyle didişmekteydi. Halife ismen vardı. Müslümanların birlik ve beraberliğe ihtiyacı çok fazlaydı. Şii Safevîler’i hizaya getirdikten sonra Mısır, Suriye, Filistin ve Hicaz’da egemen olan Memlükler üzerine yürümeye karar verdim. Babam Bayezid, Memlükler’le altı yıl savaşmıştı. Bunun sebebi, Çukurova’da ve Dulkadiroğulları Beyliği üzerinde hâkimiyet mücadelesiydi. Ayrıca Memlükler babam Bayezid’e karşı amcam Cem’i destekliyordu. Bu da Osmanlı devleti için büyük bir tehlike arz ediyordu. Ancak altı yıl süren bu savaşta hiç kimse galip olamadı. Babamın bu mücadelesini sonuçlandırmak, bana nasip oldu. Sünni olan Memlükler’in Şîî olan Safevîler’le birlikte hareket etmesini bir türlü anlayamadım. Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’in ordusunu, Allah’ın izin ve keremiyle bozguna uğrattım. Ardından Dulkadiroğulları Beyliği’ni ortadan kaldırdım.
Artık yavaş yavaş Memlükler’le karşı karşıya geliyordum. İstanbul ve Edirne’de geçirdiğim günlerde Mısır Seferi için hazırlıklarımı sürdürüyordum. İsteyen kardeşlerim o günlerle ilgili daha fazla bilgiyi, Haydar Çelebi’nin yazdığı Rûznâme’de bulabilirler. Yine bu bağlamda İdrîs-i Bitlîsî’yi hem Sünni ve Şâfiî olan bölge halkını Safevîler’e karşı teşkilatlandırması hem de bölgedeki Kürt beylerini bizim safımıza çekmesi için Diyarbekir taraflarına gönderdim.
Doğuya doğru hareket ettiğimde, takvimler 5 Haziran 1516’yı gösteriyordu. Yirmi bir gün sonra Akşehir’e varmıştık. Biz yolda ilerledikçe varacağımız şehirlerle ilgili bilgiler de ulaşıyordu. İstanbul’dan çıkarken ve yolda ilerlerken herkes seferin nereye doğru olduğu konusunda değişik görüşler serdediyordu. Uzun süre hedefin neresi olduğunu söylememiştim.
Bu esnada Memlük sultanının Halep’e geldiği bilgisini aldım. Anladığım kadarıyla sultan, bize karşı Şah İsmail’in yanında yer almıştı. 30 Temmuz’da hedefimin Memlük sultanı ve Halep olduğunu, resmen ilan ettim. İki ordu, 24 Ağustos’ta Mercidabık ovasında karşılaştı. Ateşli silahlarımızın etkisiyle Memlük ordusu darmadağın oldu. Savaş bittikten ve bizim galip olduğumuz anlaşıldıktan sonra Memlük sultanı Kansu Gavri’yi araştırttım. Cenazesi bulununca bir arabayla Halep’e gönderdim ve orada defnettirdim. Abbasi halifesi Mütevekkil Alellah ve üç mezhep kadısı da esir olarak elimizdeydi. İki hafta kadar bir zamanı Halep’te geçirdikten sonra Şam’a hareket etmek zorunda kaldım. Halep’te şöyle bir şey de oldu: Cuma namazında imam efendi hutbeyi îrâd ederken bu abd-i âcizden Hâdimü’l-Haremeyn diye bahsetti. Açık söylemek gerekirse, Mekke’ye ve Medine’ye hizmetkâr olmaktan büyük bir sevinç duydum. Hatta bunu bir emir olarak telakki ettim.
Kahire’ye doğru gitme arzusundaydım. Ancak bazı vezirler ve paşalar buna karşı çıkıyorlardı. Birçok kişi bu sefere karşı çıkarken İdrîs-i Bitlîsî benim gibi düşünüyor, sefere çıkılması gerektiğini söylüyordu. Hazırlıkları başlattım. Sinan Paşa’yı 4000 kişilik bir birlikle Gazze’ye gönderdim. Onun yola çıkışının ardından iki gün sonra yapılan divanda Mısır’a sefere çıkılacağını resmen ilan ettim. Sınırlarımızın ötesinde durumun nasıl olduğunu tetkik ettirdim. İç ve dış şartlar sefer için gayet uygundu. 15 Aralık 1516’da Şam’dan yola çıktım. Yaklaşık on gün sonra Sinan Paşa’nın Hanyunus’ta Gazzâlî’nin askerlerini hezimete uğrattığı haberi geldi. Bu zafer, bende birden Kudüs’ü ziyaret etme arzusu doğurdu. Konuyu bazı paşa ve vezirlere açtım. Bunun tehlikeli olacağı ifade edildi. Ama İdrîs’î Bitlîsî’nin teşvikiyle bazı yakın adamlarımla, 1500 kişilik silahlı bir birlikle 30 Aralık’ta Kudüs’e girdim.
Şehre girerken halktan ve ileri gelen zevattan bizi karşılamaya gelenler olmuştu. Bunlar arasında Ermeni Patrik’i III. Serkis ile Rum Patrik’i Attali de vardı. Kendilerine bir emânnâme verdim. Çünkü kendilerine nasıl bir muamelede bulunacağımı merakla bekliyorlardı. Burada onlara Hz. Ömer ile Salahaddin Eyyûbî’nin gayri müslimlere tanıdıkları hakların tümünün güvence altında olduğunu bildirdim. Habeş, Kıpti, Süryani gibi hıristiyan toplulukların sorumluluklarını da Ermeni Kilisesi’ne tevdi ettim.
Benim için unutulmaz ve muhteşem bir gündü Kudüs’e girdiğim gün. Peygamber Efendimizin isra ve miracı yaşadığı bu kutsal şehir, Hazreti Ömer’in, Salahaddin Eyyûbî’nin emanetiydi. İşte ben o şehirdeydim şimdi. Davud, Süleyman, Musa, Harun, Zekeriya, Yahya ve İsa peygamberlerimizin maneviyatının kuşattığı Kudüs, bundan sonra Kuds-ü Şerif olarak anılacaktı. Onlardan önce bu topraklarda yaşayan İbrahim, Yakup ve Yusuf peygamberleri unuttuğumu sanmayın. Bunu, size yazmakta olduğum mektubun heyecanına verin. Bu barış ve esenlik yurduna, çevresi kutsal kılınan bu topraklara girdiğimde tarih, 30 Aralık 1516’ydı. Başta Kubbetü’s-Sahre olmak üzere şehrin tarihî ve kutsal yerlerini ziyaret ettim. Allah’ıma sonsuz kere hamdolsun, akşam namazını Mescid-i Aksâ’da, yatsıyı ise Kubbetü’s-Sahre’de eda etmek nasip oldu. Ne saadetli vakitlerdi onlar evlatlarım, siz bunu asla bilemezsiniz. Ben ve bendelerim fevkalade zamanlar yaşadık. Bu mübarek zamanları bütün varlığımızla, bütün ruhumuzla yaşadıktan sonra geceyi geçirmek için ordugâha döndük.
Yâ Rab! Ne mümtaz, ne müstesna anlardı onlar! Yedi ayı aşkın bir süredir süren sefer esnasında çektiğimiz her türlü zahmet aklımızdan, gönlümüzden, zihnimizden uçup gitmişti.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Memlükler’le olan savaş henüz bitmemişti. Bendeniz, büyük bir aşk ve şevkle Hz. İbrahim’in adını taşıyan el-Halîl’e gittim. Yanıma orada dağıtmak için bir miktar para almıştım. Bunları o mübarek şehirde fukaraya, muhtaçlara dağıttım. Aynı şeyi Kuds-i Şerif’te de yaptım. Sonradan öğrendim ki halk buna kendi arasında, “Sadaka-i Sultânî” adını vermiş ve böylece bir gelenek başlamış.
İşte böyle başlamıştı Devlet-i Aliyye’nin Kudüs’e hizmet süreci. Belki ben çok hizmet edemedim bu mübarek beldeye. Ama benden sonra gelecek olan oğullarımın, torunlarımın, evlatlarımın başta Kudüs olmak üzere Filistin’in muhtelif şehirlerinde birçok kalıcı hizmet yapacaklarına, dindaşlarımıza ve diğer dinlerin mensuplarına hizmet sunacak nice eserler inşa edeceklerine eminim.
Evlatlarım!
Hepinizi Allah’a, Kudüs’ü ise size emanet ederim. Peygamberler beldesi, Rabbimizin kitabı Kur’an-ı Kerim’de “etrafını mübarek, bereketli kıldığımız” diye nitelendirdiği bu şehre hizmet etmek, büyük bir şereftir. Bu şereften mahrum kalmamanızı dilerim.