Acı; ilk anda sanılabileceği gibi sevinmeye, mutlu olmaya asla engel olmaz. Kibre, gurura, şımarıklığa perde olur. Aksine acı çeken, mutluluğun kıymetini bilir. Çünkü küçük şeylerden bile mutluluk (aslında şükür) devşirebilecek olgunluğa acı çeken bir kalp daha kolay erişir. Kendini, hayatı, insan oluşunu ve insan onurunu kaybettirecek “çılgın” sevinçlere prim vermez acıyla bir kez olsun kavrulmuş yürek…
Zeynep YÜCEL
Ciğeri yakan gerçek bir acı, insanı hakikatle buluşturma potansiyeline sahiptir. İflas eden, her şeyini kaybeden kişi yeniden doğrulmayı hedefleyebilir. Çünkü buna benzer kayıplar telafi edilebilir türdendir. Ama sevdiğini kaybetmenin acısı böyle midir? Değildir elbette… İlkinden farklı olarak, elemin hafiflemesi, katlanılır olması ancak uhrevi bir yönelişe muhtaçtır. Ya sevdiğine ahirette kavuşmak olacaktır artık umut edilen yahut daha esaslı olan diğer seçenek; sevginin sahibine kavuşmayı keşfetmek merhem olacaktır acıya. Her ikisi de hakikate ilişkindir ve dünyevilikten uzaktır. Acı, merhametin sahibi Rabbimizin bizi dünyevilikten; yani sahteliğe mahkûm olmaktan korumak için tattırdığı bir çeşni, bir terbiye yöntemidir.
Biraz canı yakılan, intikam hissi besleyebilir. Ama büyük bir acıyla yoğrulan kişi bunu şöyle ifade eder: “Allah düşmanımın başına vermesin”. Düşmanlık; kırgınlık-küskünlükten çok daha öte, muhatabın ötekileştirildiği, varlığının tehlike olarak görüldüğü, çatışma anlamını tazammun eden bir kavramdır. Acıyı derin bir şekilde yaşayan insan, haddi aşmaktan uzak durur. Düşmana merhameti öğreten olgunluğa eriştirebilecek az sayıdaki terbiyeciden biri de böylesi bir acı olsa gerek. Yine aynı şekilde, büyük bir haksızlığa uğradığı için acı çekenler, bunun müsebbibi için, “onu Allah’a havale ettim” derken, fark etmeseler de hakikatle ilişki kurarlar. İlahî adalete yönelirler. Böyle durumlarda sorumlular dünyada cezaya mahkûm edilseler de ahiretteki hesaplaşma hakkı mahfuz tutulur. Çünkü “asıl” oradadır hesap ve acı çeken gönül “asl”a yönelir…
“Gerçekler acıdır” diye çeşitli olaylar karşısında sıkça dillendiririz ve bununla çoğu zaman ilişkilerimizdeki şirinliklerin, iltifatların, ilgilerin kofluğunu vb. kastederiz. Ama burada kelimeleri değiştirelim ve acılar gerçektir diyelim. Çünkü o gelince gerçek sandığımız şeyler adeta yalan olurlar. Büyük bir acı, basit gündemlere yer bırakmaz. Güncel olan ne varsa flulaşır. Küskünlük, sitem, bir yıl dönümü kutlaması, misafir hazırlığı, iş yoğunluğu, hafta sonu planı, hatta sağlık sorunları… Hayatın rutin akışında elbette sadece askıya alınabilirler ancak büyük bir acı hepsinin anlamını dönüştürme gücüne sahiptir. Taşlar yerinden oynar ve yeniden yerleştirilir. Böyle bir durum, kendisini tanıdığını zanneden insanın, kendisine en çok hayret ettiği tecrübelerdendir. Bu, unutulanları hatırlamanın şaşkınlığıdır ki unutan, unuttuğunu da unuttuğu için, hatırlamanın etkisi genelde sert olur.
Acı, doğası gereği derindir. Onu azık edinmeye muvaffak olana derinlik katar. Bundan sonra artık o kişi sığ sularda boğulmaz. Derinleştikçe bakışlar ahireti de aşar ve onun sahibine yönelir… Adalet, merhametle ve afla taçlanır. Acı ve tatlı aynı kıvamda buluşur. Dostun acı söylemesi gibi, acı da bir dost misali dile gelir ve hakikati fısıldar. Dünya ve dünyevilikle arasına mesafe koyan acılı yürek, sabır ve umutla yüzünü hakikatin kaynağına dönmeye vesile kılan bir ışığa sahip olur.[1]
Acı; ilk anda sanılabileceği gibi sevinmeye, mutlu olmaya asla engel olmaz. Kibre, gurura, şımarıklığa perde olur. Aksine acı çeken, mutluluğun kıymetini bilir. Çünkü küçük şeylerden bile mutluluk (aslında şükür) devşirebilecek olgunluğa acı çeken bir kalp daha kolay erişir. Kendini, hayatı, insan oluşunu ve insan onurunu kaybettirecek “çılgın” sevinçlere prim vermez acıyla bir kez olsun kavrulmuş yürek… Dolayısıyla da acı, insan şahsiyetinde vazgeçilmez olan “denge”yi sağlayıcı bir unsurdur. Bu denge ise aynı şekilde adaletin önemli bir unsurudur.
Tüm bu muhtemel sonuçlar üzerinden düşündüğümüzde acı, nimetlerden bir nimettir. Ancak sonuçların potansiyel olması açısından elbette talip olunacak bir imtihan değildir. Her yürek ağusunu bal eyleyemez. Bize düşen merhamete talip olmak. Acının isyana gebe yanından Allah’a sığınmak. Bir Ramazan sohbetinde Sadettin Ökten Hoca’dan bu konuda had bilmekle ilgili kıymetli bir yorum dinlemişim. Demişti ki: “Kahrın da hoş lütfun da hoş diye Yunus desin. Biz lütfun da hoş lütfun da hoş diyelim…” Tatlıya bile şükreden azken (“Kullarımdan şükredenler pek azdır. -Sebe Suresi/13-) acıyı bal eyleyip, şükrü eda edenlerden olmak kolay değil.
Şu an bu meziyetin en büyük sahipleri Filistin’in özellikle de Gazze’nin çocukları. Acıdan bahsedip Gazze’den bahsetmemek olmayacak. Zira dediğimiz gibi tüm bu cümlelerin somut örneği ve ilhamı onlar, onlar gibiler. Sayıca yeryüzünde azın azı bir topluluğun, acının her türlüsünün iman, umut, sabır, tevekkül, şükür ve direnişle nasıl tüm dünyaya aydınlık olduğuna şahitlik ediyoruz. Esirlerin kendi dillerinden düşmana nasıl muamele ettiklerine, açlıkla boğuşurken kendi aralarındaki paylaşımlarına tüm dünya hayret ve hayranlıkla müşahede ediyor. İliklerine kadar maddi-manevi acı çekerken, acıdan nasıl özgürleşilebildiğini bize öğretiyorlar. Acıtılmaktan, beğenilmemekten, bir nebze rahatının bozulmasından ödü kopan modern insanın esaretine acıyarak bakıyorlar…
[1] “Temizlik imanın yarısıdır. Elhamdülillah duası mizânı, sübhânellah ve elhamdülillah sözleri ise yer ile gökler arasını sevap ile doldurur. Namaz nurdur; sadaka burhandır; sabır ziyâdır. Kur’an senin ya lehinde ya da aleyhinde delildir. Herkes sabahtan (pazara çıkar) nefsini satar; kimi onu âzâd kimi de helâk eder.” Müslim, Tahâret 1.,.Tirmizî, Daavât 86.