Siyonizm Kuramının Anatomisi

Bir başka ifadeyle Yahudiler yaşadıkları Avrupa ülkelerine ve onların sahip oldukları değerlere dahil olmak, Batı’nın bir parçası olmak istemiştir. Ancak bu karakterdeki Yahudiler çok geçmeden entegrasyon çabalarının nafile olduğunu anlamıştır. Bu başarısızlık bazısının vaftiz olarak din değiştirmesine neden olmuşsa da Heinrich Heine örneğinde görüldüğü üzere Hıristiyan olmanın da boş bir çaba olduğu anlaşılmıştır.

Semiha KARAHAN

İstanbul Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri Doktora Öğrencisi

Ekim, Yahudi takviminde Tanrı’nın mekânı, zamanı ve insanı Kudüs’ü merkeze koyarak yarattığı aydır. Ekim, her ne kadar bilinmese de Hıristiyan takviminde İsa Mesih’in Kudüs’ün yakınında doğduğu aydır. Ekim, Kudüs’ü fetheden Hz. Ömer’in şehit edildiği aydır. Ekim 1187 Selâhaddîn Eyyûbî’nin Kudüs’ü Haçlılardan kurtardığı ve vaat edilmiş topraklarda yüzlerce yıl sürecek Müslüman barışının temelini attığı aydır. Ekim 1898, Yahudiliğinden utanan aslında bir Alman asilzadesi olmayı hayal eden ve onların takdirini kazanmak için Batı’nın sömürgeciliğine ve milliyetçiliğine öykünerek Siyonizm’i kurumsallaştıran Theodor Herzl’in Kudüs’e geldiği ve orayı ve oradakileri sevmediği ve aşağıladığı aydır. Ekim 1917, İngiltere’nin Gazze’ye hücum ettiği ve Mehmetçiği geçerek vaat edilmiş topraklara girdiği, Kudüs’e doğru yürüdüğü ve oradaki barışı ve huzuru yok ettiği aydır. Ekim 1956, İsrail Devleti’nin Sina’yı işgal ettiği, Ekim 1973 Yom Kippur Savaşının başladığı, Ekim 1996 İsrail’in Mescid-i Aksâ’nın varlığını tehlikeye soktuğu illegal kazılarını protesto eden Kudüslü Müslümanlardan yetmişinin öldürüldüğü, Ekim 2000, II. İntifadanın üçüncü gününde Gazze Şeridinde öldürülen Muhammed Durra’nın şehit bedeninin Gazze’de mezara konduğu aydır.

7 Ekim 2023 Yahudi takviminde Tevrat hatminin yıllık başlangıcı Simhat-Torah günüydü, 1-7 Ekim 2023 binlerce Hıristiyan Siyonist’in “Kudüs Barışı İçin Dua” programına katılmak için Kudüs’e akın ettiği tarihti,  7 Ekim 2023 Gazze’nin Mescid-i Aksâ için kendisini son bir kez daha feda ettiği vaktin başlangıcıydı. 

Fransız Devrimi ardından Avrupa’yı etkisi altına alan milliyetçilik ve ulus devlet anlayışı, din olgusunun yerini materyalizmin alması, gelişen yeni bilim dalları ve düşünce akımları 19. yüzyılda Avrupa’da büyük bir kaos yaşanmasının önünü açmıştır. Avrupalı halklar bu kaostan kimliklerini ulusalcılıkla şekillendirerek ve ulus devlet anlayışlarını hayata geçirerek yeni bir düzene geçmeyi hedeflemiştir. Bu amaçlar doğrultusunda da geçmişlerine dönerek ne kadar kadim ve özel bir ulus olduklarını ispat etme yarışına girmişlerdir. Bir başka ifadeyle milliyetçiliklerini sağlam bir zemine oturtmanın ancak bununla mümkün olabileceğini düşünenler geçmişi geri çağırmış ve kendilerine geçmişte yaşandığını iddia ettikleri “altın bir çağ” yazmıştır. Buna paralel olarak da gelecekte de bir altın çağ yaşayacakları inancına bel bağlamıştır. Tüm bunlar 19. yüzyılda tarih biliminin azami önem kazanmasının önünü açarken aynı zamanda din bilimleri, biyoloji ve antropoloji gibi bilim dallarının gelişmesine ve bunların milliyetçi ideolojiler için yardımcı bir ajan gibi çalışmasını sağlamıştır. Söz konusu dönemde milliyetçilik ve ırk teorilerinin popüler hale gelmesi şüphesiz Avrupa’da özellikle Balkanlar olmak üzere birçok azınlığı da fazlasıyla etkilemiştir. Azınlıklar, kimlik tanımlamalarını yaparak kendi devletlerini kurmanın gerekliliğine inanmış ve bu inançla bazısı bağlı bulundukları imparatorluklara isyan etmiştir. Diğer taraftan bu popüler kavramların en fazla ve çok boyutlu biçimde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan Yahudileri etkilediği muhakkaktır.

19. yüzyılda Avrupa’da birbirinden dağınık, siyasi lidersiz ve devletsiz biçimde yaşayan Yahudiler dönemin gelişmeleri doğrultusunda birçok yenilikle karşı karşıya kalmıştır. Avrupa’da asırlarca gettolara hapsedilen Yahudiler, “emansipasyon/özgürleşme” süreciyle gettolardan çıkmaya başlamış ve yaşadıkları toplumlara entegre olmaya çabalamıştır. Bu çaba içerisindeki Yahudiler (inançlı olanları) kendi dini kimliklerini evde bırakmış, (bazısı) önemli dini doktrinlerinden vazgeçmiş, sosyal hayatta “diğerleri” ile aynı görünmek için ellerinden geleni yapmış ve eşit vatandaş olabilmenin umuduyla beslenmiştir. Entegre olmaya çabalayan Yahudiler için bu uyumlanma, mekâna ve zamana dahil olmak ve “normalleşmek” ile eşdeğerdir. Bir başka ifadeyle Yahudiler yaşadıkları Avrupa ülkelerine ve onların sahip oldukları değerlere dahil olmak, Batı’nın bir parçası olmak istemiştir. Ancak bu karakterdeki Yahudiler çok geçmeden entegrasyon çabalarının nafile olduğunu anlamıştır. Bu başarısızlık bazısının vaftiz olarak din değiştirmesine neden olmuşsa da Heinrich Heine örneğinde görüldüğü üzere Hıristiyan olmanın da boş bir çaba olduğu anlaşılmıştır. Çünkü entegre olmaya çalıştıkları uluslar, modern dönemin kökleşmesiyle din olgusunu bir kenara bırakmış milliyetçilik ve ırk düşüncelerine kapılmıştır ve kendi içlerinde başka bir halkın harmanlanması düşüncesine katiyetle karşı gelmiştir. Üstelik bu halk Yahudiler ise daha da fazla karşıtlık göstermişlerdir. Çünkü Batı’da asırlarca süren Yahudi karşıtlığının yerini milliyetçilik ve ırk teorileriyle beslenen anti-Semitizm almıştır. Bu nefretin en ılıman halini örneklendirmek gerekirse; Yahudilere Fransa’da özgürleşme ve eşit yurttaşlığın kapısını açan Napolyon’un şu minvaldeki sözleri yeterli olacaktır. “Bu kan bozuk kandır ya kökü kazınmalı ya da Avrupa’dan gönderilmelidir.” Dolayısıyla Batılılar için bir Yahudi, Hıristiyan olsa da kanı değişmeyeceğine göre hala Yahudi’dir ve dışlanmalıdır. Ayrıca Yahudilerin entegrasyon çabası ve asimile olmaları Batılıların onlara daha da düşman olmasına neden olmuştur.  Tüm bunlar paralelinde Yahudiler, ulus devlet anlayışındaki ve hedefindeki toplumlar için önceki dönemlere göre daha da istenmeyen bir unsur haline gelmiştir.   

Entegrasyon başarısızlığı, bunu isteyen bazı Yahudiler için çok büyük bir hayal kırıklığı olmuştur. Nitekim bu kısım Yahudiler, sekülerizm ve materyalizm gibi Batılı değerlerin peşinden gitmiş, dini eğitimi terk ederek seküler eğitime yönelmiş, uyum sağlayabilmek amacıyla dini geleneklerini gerektiğinde terk ederek gerektiğinde revize ederek diğerleri gibi olmak için ellerinden geleni yapmıştır. Ancak diğerlerinden bir türlü görmeyi bekledikleri saygı ve kabulü görememişlerdir. İşte bu yoksunluk, dışlanmışlık ve hayal kırıklığı hali bazı Yahudilerin, Siyonizmi kurgulamasının ana nedenidir. Nitekim normalleşmek için ellerinden geleni yapan Yahudilerin bazısı bunu başaramadıklarını anladıklarında “modern Yahudi bağımsızlık ve milliyetçilik hareketi” Siyonizmi kurgulamıştır. Bir başka ifadeyle kendi milliyetçiliklerini kurmak zorunda kalmışlardır. Siyonistler kendi ideolojilerini milliyetçilik, emperyalizm, kolonyalizm gibi Batılı değerler üzerine inşa etmiştir. Net bir şekilde Siyonizmin İngiltere’nin sömürgeciliğine, Almanya’nın da milliyetçiliğine öykündüğünü söylemek mümkündür. Bunun yanı sıra her milliyetçilik biçiminde olduğu gibi geçmişe/tarihe azami önem vermiş ve toprak ve ulus kavramlarının ön plana çıkarıldığı bir Yahudi tarihi yazmışlardır. Devletin kuruluşundan sonra “Siyonist tarih yazıcılığı” adında bir disiplin halini alacak bu tarih çalışmalarında Siyonistler diğer milliyetçilik biçimlerinden kendisini farklı hatta görece kutsal kılacak şekilde bir kaynağa başvurmuştur ki bu da Yahudi kutsal kitabı Tanah’tır. Nitekim bu kaynak, Siyonistlerin kendi tarihlerini “kutsal tarih” veya “Tanrı yazgısı” şeklinde savunmalarını sağlarken aynı zamanda ideolojinin Yahudi diniyle iç içe geçmesini kaçınılmaz kılmıştır. İşte bu nedenle Siyonizmin açıklaması, her tanımından daha ziyade “teolojik sömürge milliyetçiliği” şeklinde olmalıdır. 

Siyonistler, özellikle Tevrat bölümü olmak üzere Tanah’ın tamamını bir tarih kitabı gibi kullanarak Yahudiler için yeni bir tarih yazmış ve bu tarihte mekân olarak sadece Filistin’e yer vermiş, sürgün zamanlarını es geçmişlerdir. Tarih yazımında İbrahim’in Kenan diyarına göçüne, İsrailoğullarının bir halk olarak seçilmesine, Mısır’dan Arz-ı Mevud’a; Siyon’a yerleşmek için çıkış yaptığı ve Eretz İsrael’de yaşadığı müreffeh zamanlara yani antik dönemdeki Davud ve Süleyman gibi figür ve zaferlere yer veren Siyonistler, böylece kendi geçmiş altın çağlarını vaat edilmiş topraklara dayandırmıştır. Yani geçmişte altın çağ yaşayan ataları (ki İsrailoğulları ile Yahudiler arasındaki devamlılık dinsel, geleneksel ve genetik açıdan aslında oldukça zayıftır ve bir başka büyük tartışma konusudur) iki faktörle bunu başarabilmiştir: “Çıkış yapmıştır ve Siyon’a gitmiştir.” Siyonizm de başlangıç hedeflerini Avrupa’dan çıkarak Filistin’e kolektif biçimde göç etmek ve orada bir devlet kurmak şeklinde belirlerken işte bu iki önemli metaforu kullanmıştır. Böylece geçmiş altın çağlarından Siyonizme kopuntusuz ve linear bir köprü kurarken aynı zamanda Siyonizmi, Yahudilerin gelecekteki altın çağını kuracak bir reçete ve kurtuluş yolu şeklinde sunabilmiştir.

Kendi milliyetçi, ulus ve toprak eksenli ideolojileri için geçmişe ihtiyaç duyarak tarihi çağıran Siyonistler, Yahudi teolojisindeki “Tanrı, Tevrat, İsrael (İsrailoğulları), Eretz İsrael (vaat edilmiş topraklar)” şeklinde yer alan birbirine içkin dört olmazsa olmazı kendi ideolojileri için bir rol model olarak kullanmıştır. Tevrat, ideolojinin tarihi ve kökeni vazifesi görürken İsrael; ulus, Eretz İsrael ise toprak eksenine karşılık getirilmiştir. Tanrı’nın yerini ise Siyonizm sonrasında da Siyonist devlet almıştır. Bir başka ifadeyle Tanrı’nın yerine Siyonizm ikame edilmiştir.  Siyonizm böylece Tevrat’ı ve Yahudi geleneğini kullanarak birbiriyle bağlantılı ve birbirine muhtaç olan halk, toprak ve devlet kavramlarını birleştirmeye ve içini doldurmaya çalışmıştır. Ve geldikleri noktada da Tevrat’taki vaat edilmiş topraklar ve seçilmiş halk inancına zemin hazırlayan pasajları kendi ideolojilerinin bir parçası haline getirmişlerdir.  Tevrat’a adeta demir atan pragmatist Siyonistler, vaat edilmiş topraklar ve seçilmiş halk inancını içeren pasajları literal, ayıklayıcı ve seçici biçimde okuyarak dini hükümlerinden koparmıştır.  Böylece Yahudilerin Tanrı tarafından seçilmiş, üstün ve kutsal bir halk olduğunu ve Kudüs merkezli Filistin’in de kendilerine sonsuza kadar bir mülk olarak verildiğini iddia edebilmişlerdir. Dolayısıyla milliyetçi hareketlerin olmazsa olmazı tarih, toprak ve halk şartları Batı’da ortaya çıkan Siyonizmi kaçınılmaz bir biçimde Avrupa’dan Doğu’ya sürüklemiştir. Keza Siyonistlerin bolca dillendirdiği üzere “Yahudilerin çok tarihi vardır ama sadece bir coğrafyaları vardır, burası da Kudüs merkezli Filistin’dir. Yani aslında Avrupa’nın özellikle de Almanya, İngiltere ve Fransa’nın parçası olmak isteyen ve Batılı olduklarına inanan bazı Yahudiler, bunu başaramadıklarında mecburen ve istemeden kendi milliyetçi hareketlerini inşa etmiş ve Siyon’a/Kudüs’e dönüş yapmıştır. Ve kurguladıkları bu ideolojileriyle de Doğu’da küçük bir Batı olacaklarına inanmış ve Avrupa’dan saygı ve takdir görmeyi umut etmişlerdir.

Takdir görme isteği Siyonizmin psikolojik boyutunu gözler önüne sermektedir. Ortaya çıkışından bugüne de bu boyutun hiçbir zaman yok olmadığını söylemek mümkündür. Yukarıda da aktarıldığı gibi 19. yüzyılda Avrupa’daki bazı Yahudiler zamana ve mekâna uyumlanmalarının normalleşmeleri için bir gereklilik olduğuna inanmıştır. Bu ters bir açıdan bakıldığında bu kesim Yahudilerin kendilerini “anormal bir halk” olarak gördükleri manasına gelmektedir. Nitekim entegrasyonda başarısız olarak sonrasında Siyonizmi kurgulayan Yahudilerin çoğunluğu da bu anormal hali sürekli dillendirmiş ve vurgulamıştır. Onların düşüncesinde Yahudilerin asırlarca ulusal bir dile, kimliğe, devlete hatta siyasi bir lidere sahip olmaması kendilerini anormal bir halk statüsüne taşırken, sahip oldukları din ve tutucu dini gelenekleri bulundukları ülkelerde ayrık otu gibi yaşamalarının önünü açmıştır. Bu yoksunluklar ve “dini fazlalıklar” çoğu Siyonist kuramcı tarafından Batılılardan saygı, takdir ve kabul görmemelerinin ana nedeni olarak telakki edilmiştir. Dolayısıyla Siyonist psikolojinin kökeninde; ideolojiyi kuranların kendilerini anormal ve saygı duyulmayan bir halk olarak gördükleri şeklinde bir düşünce ve eziklik duygusu yatmaktadır.

Diğer taraftan bu anormal hissetme durumunda sadece siyasi ve dini nedenler değil, aynı zamanda sosyal, kimliksel, fiziksel ve hatta cinsiyete bağlı sebepler de fazlasıyla etkindir. Sosyal ve kimliksel açıdan bakıldığında Yahudilerin hem kendi içlerinde hem de dışarıya karşı bölünmüş profil çizmeleri önemlidir. Öyle ki bahis konusu dönemde Avrupa’da özgürleşme ve eşit yurttaş olabilme fırsatından yararlanmak isteyerek gettolardan hızlıca dışarıya çıkan Yahudiler olduğu kadar değişime karşı koyan Yahudiler de olmuştur. Böylece Avrupa’da birbirinden farklı iki Yahudi tipolojisi hasıl olmuştur. Birincisi din ve geleneklerini terk etmeyerek değişmeyen Yahudiler, ikincisi de değişimin şart olduğunu düşünerek yeni Batılı bir kimlik inşa eden hatta dinsizleşen Yahudiler. İkinci gruptakiler kendilerini kadim bir geçmişe dayandırmak maksadıyla İbrani şeklinde tanımlarken aslında ortaya çıkan tipolojinin S. Freud’un da adlandırdığı gibi “Tanrısız Yahudi” şeklinde açıklanması mümkündür. Ayrıca Siyonizmi kurgulayanların bu yeni profildeki Yahudiler olması da şu önemli bilgiyi açığa çıkarmaktadır. “Siyonistler Yahudilikten Siyonizm’e değil, Siyonizm’den Yahudiliğe geçmiştir.” Bu sosyal ayrışma beraberinde nefret ve utanç duygusunu getirmiştir. Değişen “Tanrısız Yahudiler” kendileri gibi değişmeyen ve geleneğe bağlı kalmakta ısrar eden Yahudilerden nefret etmiştir. Bu nefret duygusu da aynı zamanda hem onlardan hem de kendilerinden utanmalarına yol açmıştır. Bunlara paralel olarak Siyonizmi kuranların Yahudilerden ve Yahudilikten utanan ve nefret eden dolayısıyla da öz saygısını kaybetmiş bir psikolojide oldukları gerçeği açığa çıkmaktadır. Bu gerçeklik aslında bir paradoks olarak gözükse de Siyonist kuramcıların anti-Semitik olduğunu ortaya koymaktadır. Keza bolca dillendirildiği gibi 19.yüzyılın en ateşli anti-Semitiklerinden biri Herzl iken, her Yahudinin yaşamak zorunda olmadığını söyleyerek Nazi kamplarındaki Yahudilere yardım elini uzatmayan Ben-Gurion ve türevleri 20. yüzyılın en zalim anti-Semitikleri listesine adlarını yazdırmıştır.

Ziyadesiyle dikkat çekici olan taraflardan biri de utanç ve nefretin kökeninde fiziksel nedenlerin de yatmasıdır. Öyle ki değişmeye ve Batılı gibi görünmeye çalışan ve sonrasında Siyonizmi kurmuş Yahudiler, fiziksel özelliklerinin de buna mani olduğuna inanmıştır. Siyonist kuramcıların bazısı “kanca burunlarından” kurtulamayacaklarını nereye giderlerse gitsinler Yahudiliklerinin anlaşılacağını söylerken bazısı da göbekli miskin peyotlu dindarlarla bir yere varamayacaklarından şikayetçi olmuştur. Hatta onların düşüncesinde vücut yapılarının “kassız ve çelimsiz” olması da büyük bir sorundur. Bir başka büyük dert de sünnetli olmalarıdır ki sünnet onları Batılılardan ayıran vücutlarına kazınmış bir emaredir.

Yahudiliğin izlerinden bir türlü kurtulamamak; kassızlık, kanca burun, sünnet Siyonistleri fazlasıyla dertlendirirken aslında Avrupa’da Yahudileri Siyonizmi kurma psikolojisine götüren en önemli faktör Batılı halkların Yahudilere yaşattığı büyük bir haksızlıktır. Anti-Semitik halklar Yahudileri türlü ifadelerle aşağılarken bu haksız tutumların vardığı noktalardan biri de Yahudilerin cinsel kimliklerine dair olmuştur. Bakıldığında çok da uzak bir geçmiş değildir ama 19. yüzyılın Avrupa’sında Yahudilerin erkekliği sorgulanmış, eksik görülmüş ve Yahudi erkeklerin kadınlar gibi menstrual kanama geçiren farklı bir cins oldukları iddia edilmiştir. Çok trajikomiktir ama bu iddialar ırkçılıkla yoğrulan Batı’da halklar nezdinde kabul görmüştür. Bu iftiralar ve aşağılamalar Batı’nın Yahudileri psikolojik açıdan yıprattığı ve uçuruma sürükleyerek Siyonizmi kurgulattığı ve onlara Avrupa’dan gitmeyi dayattığı psikolojik bir istasyondur. Ve işte tüm bunlar bir Yahudi olan Freud’un kendi bilimini neden cinsel dürtüler üzerine inşa ederek kendi erkekliğini çaresizce ispat etme isteğini gösterdiği gibi Yahudilerin neden kendi milliyetçiliklerini yani Siyonizmi kurduklarının psikolojik boyuttaki açıklamasıdır. Yahudiler Siyonist olduklarında kaslı olacaklar, kanca burunlarından kurtulamasalar da fiziksel görüntülerinden dolayı dışlanmayacakları bir toprakta yaşayacaklar, sünnetleriyle barışacaklar ve kanama geçirmeyen tam bir erkek olduklarını ispat edebileceklerdir. Dolayısıyla kökeninde yatan psikolojik sorunlar göz önünde tutulduğunda Siyonizm aslında Siyonistler için Siyon’dan daha ziyade erkekliğe ve normalliğe dönüştür.

Yaklaşık 170 yıllık bir mesele olan ve 76 yıl önce devletleşen Siyonizmin mecburen dönüş yaptığı Kudüs’te psikolojik sorunlarına çözüm bulamadığı açıktır. Siyonist Yahudiler fırtınalı bir denizden kurtularak Filistin’e çıktıklarında Avrupa’da gördükleri ayrımcılığın ve düşmanlığın aynısını teorik ve pratik açıdan ziyadesiyle Filistinlilere yaşatmıştır. Bu düşmanlık Filistinlilerin “Nekbe/büyük felaketi” iken, Siyonistler için kendi güçlerini ve erkekliklerini ispat etme sahası haline gelmiştir. 1918’de başlayıp, 1948 sonrasında artarak devam eden ve yıllardır mikro ve makro boyutuyla Filistinlilere yaşatılan “bu zulüm bir Freud çaresizliğidir.” En küçük örneğiyle Kudüs’te Filistinli bir kadının birden fazla İsrail kolluk kuvveti tarafından dövülmesi, Kudüslü bir çocuğun 13 yaşındayken tutuklanması ve 3 yıla yakın hücre hapsinde tutulması, El Halil’de namaz kılanların kurşuna dizilmesi, Gazze’de duvar dibinde kurşunlardan saklanmak için babasına sığınan bir çocuğun tam kalbinden vurulması; Siyonistler için “kendi erkekliklerini” ispata çalışmaktır. Gelişmiş güçlü silahları ile savunmasız masum insanların üzerine binlerce ton bomba yağdırmak da Siyonistler için kendi kaslı vücut güçlerini gösterme çabasıdır. Daha doğrusu kassızlıklarını perdeleme dramasıdır. 

Ne ironidir ki gelinen noktada bazı Siyonist askerler, Gazze’de farklı ve çarpık cinsel eğilimlerini arsızca tüm dünyaya servis etmektedir. 7 Ekim sonrasında Gazze’de İsrail askerlerince LGBT bayrağı açılırken (bu bayrak Gazze’de ilk defa açılmıştır), bazı askerler yıktıkları evlerdeki kadın kıyafetlerini giyerek poz vermiş hatta güzellik ve estetik bakımlarını da ihmal etmediklerini defalarca göstermiştir. Yine bu soykırım sırasında İsrail askerleri Filistinli mahkumlara tecavüz ederek, Siyonist hahamlar bu tecavüzleri normal karşılayarak ve yüzlerce Siyonist işgalci, askerlerin bu suç dolayısıyla yargılanmasını protesto ederek ne dehşet bir sapma ve sapıtma halinde olduklarını ortaya koymuştur. Ayrıca kolluk kuvvetlerinin yıllardır pedofil yaklaşımlar sergilediği ve cinsiyet fark etmeksizin taciz ve tecavüz vakasına adını yazdırdığı da unutulmamalıdır.

Sonuç olarak, önemli olan insan kalabilmekken Siyonistlerin ispat ettiği tek şey ahlaklarının ve psikolojilerinin daha da bozulduğudur. İlk temsilcilerinden bugüne Siyonistler, erkek, kaslı ve düzgün burunlu olmayı isterken görünen o ki insanlıktan çıkmışlardır. Kendi ideolojilerini dayandırdıkları Tevrat’ı okumuş ama anlamamış, Tanrı’nın hüküm ve emirlerini tek tek çiğnemişlerdir. Siyon’a dönmüşler ancak döndükleri andan itibaren vicdan ve ahlaktan uzaklaşmışlardır. Kendi ideolojilerini İbrahim’e, Musa’ya, Davud’a ve nice güzel peygambere atfetmişler lakin onlara ihanet etmişlerdir. Geldikleri noktada ola ola zalim ve gaddar olmuşlardır. Adaletli, objektif ve her şeyden daha da önemlisi düzgün bir insan olan İsrailli bir akademisyenin Siyonistlere hitaben yazdığı gibi “Yahudiler, İbrahim’in çocukları… Kendileri onca gaddarlığın kurbanı olmuş Yahudiler böylesine gaddar olabilir mi?… İşte görülüyor Siyonizmin en büyük başarısı Yahudileri Yahudilikten çıkarmak olmuş… Bunlar Filistinlilerin bedenini ortadan kaldırırken İsraillilerin de insani duygularını tamamen yeryüzünden silmeyi planlıyorlar.”

Özlenen geçmişin ve kurulması gereken geleceğin Kudüs’ün kapısına “La İlâhe İllallah İbrahim Halîlullah” yazdıran Kanuni Sultan Süleyman’ın Kudüs modeli olduğu bilinci ve hedefiyle…