Bu topluluklar arasındaki çatışmayı, ötekileştirmeyi tetikleyen şey sosyal iletişimin zayıf olması, gelir düzeylerindeki aşırı adaletsizlik, ortak değerlerin azlığı, sosyal gelişmişlik düzeyi, edilmesi gibi faktörler olabilir. Ancak en temel sebebin fanatizm, bazen manipülasyon, çoğunlukla asabiyet olduğunu söyleyebiliriz.
Derviş Çelebi
Kültür kavramının birçok tanımı vardır. Ancak genel olarak kültür, bir toplumu diğer toplumlardan farklı kılan; geçmişten beri değişerek devam eden, kendine özgü sanatı, inançları, örf ve adetleri, anlayış ve davranışları ile onun kimliğini oluşturan yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Topluma bir kimlik kazandıran ve dayanışma ve birlik duygusu verdiği toplumda düzeni de sağlayan maddi ve manevi değerlerin bütünüdür, diyebiliriz.
Yukarıdaki cümlede genel anlamda çerçevesi çizilen, tarifi yapılan kültürü herhangi bir topluluğun maddi ve manevi değerler bütünü olarak da özetleyebiliriz. Bu anlamda, tanım gereği kültür dediğimiz şey zaten “cemaat” dediğimiz olguyu da mümkün kılan şeydir.
Peki, başlıkta söz konusu ettiğimiz bir diğer kavramımız olan “öteki” ya da “ötekileştirme” nedir? Bir kişi ya da topluluğu, etnisiteyi, ulusu, “kendinden olmayanlar” şeklinde dışarıda bırakmaya ve onu farklılaştırmaya ötekileştirme diyoruz.
“Biz” dediğimiz zaman kolektif bir kimlikten bahsediyoruz demektir. “Öteki” ise başka bir kolektif kimliğin işaretlerini taşımaktadır. Bu anlamda biz ve öteki arasında, farklı kimliklere sahip ve aynı havzada yaşayan toplulukların asgari düzeyde ticaret, alışveriş vb. şekillerde sosyal etkileşim halinde olmaları kaçınılmazdır. Bu etkileşim, doğal olarak beraberinde diğer sosyal etkileşimleri de doğuracaktır. Bu etkileşimlerin her topluluğun diğerinin sembollerine karşın kültürel kimliği ile ortak kesişim kümeleri içermesi ya da diğerinin kültürel/dini değerlerine saygı göstermesi şeklinde tezahürü, sağlıklı ve güvenli bir toplum doğuracaktır. Biz ile öteki arasında zaman içerisinde ortak kültürel davranış, düşünüş kodları (oluştu ise) var ise bu ilişkiyi daha sürdürülebilir kılacaktır. Ancak bu saygı sınırı herhangi bir nedenle aşıldığında, artık ötekinin ötekileşme süreci başlamış demektir.
Burada biz kavramını en dar anlamda, bizim aile, bizim köy, bizim mahalle olarak; en geniş anlamda ise, işçiler, memurlar, patronlar, spor takımları, dini gruplar, ırklar kategorisine kadar tanımlamak mümkündür. Bu topluluklar arasındaki çatışmayı, ötekileştirmeyi tetikleyen şey sosyal iletişimin zayıf olması, gelir düzeylerindeki aşırı adaletsizlik, ortak değerlerin azlığı, sosyal gelişmişlik düzeyi, edilmesi gibi faktörler olabilir. Ancak en temel sebebin fanatizm, bazen manipülasyon, çoğunlukla asabiyet olduğunu söyleyebiliriz.
Manipülasyondan kastımız nedir?
Bazen toplumda fitne çıkarmaktan fayda uman odaklar (bu fayda çoğunlukla politik, ekonomik nedenlere dayanır), toplumdaki fay hatlarını zorlayarak, tarafların sinir uçlarını kaşıyarak taraflar arasında gerilim üretirler. Burada amaç, taraflardan birini diğeri üzerinde hâkimiyet kurmak için desteklemek ya da istikrarsız bir ortam yaratmaktır. Bunun tarihte onlarca örneğini sayabiliriz.
Bir diğer ötekileştirme kaynağı olan “asabiyet” nedir?
Câhiliye döneminde, aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa “asabe”, bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna da “asabiyet” denilmekteydi. Asabiyet, esas itibariyle soy (nesep) birliğinden kaynaklandığından, aynı soydan olanlar arasında organik yakınlık arttıkça asabiyet de güçlenir. Bu gerçek asabiyet yanında bir de hükmî veya itibarî asabiyet vardır ki bu kan bağına dayanmayıp herhangi bir akid, anlaşma, kefalet vb. uygulamalarla kurulan asabiyettir. Bunlardan gerçek asabiyet, modern sosyolojinin temel kavramlarından olan ve ırk birliğini aşarak vatan, tarih, kültür, gelenek ve görenek gibi müştereklere dayanan, milliyet fikrinden çok yalnızca ırk birliğinden kaynaklanan kavmiyete benzemekte, ancak bugün anlaşıldığı manadaki ırkçılığa göre daha dar çerçeveli ve kabilevî bir karakter arz etmektedir.
Düzenli bir siyasî birlikten ve hukukî yapıdan mahrum olan Câhiliye döneminde, bir kabilenin veya kabileden bir kişinin başka kabile tarafından -hangi sebeple olursa olsun- tecavüze uğramasını önleyen yahut herhangi bir tecavüzün vukuu halinde, bunun doğurduğu maddî ve manevi zararın telâfîsini sağlamaya sevk eden en önemli ve tesirli âmil asabiyet kanunu idi. Saldırıya mâruz kalan tarafın kendi kabilesini yardıma çağırması halinde bütün kabilenin galeyana gelerek bu çağrı uyarınca hareket etmesi asabiyet kanununun kaçınılmaz bir gereği idi ki Câhiliye döneminde ardı arkası kesilmeyen kabileler arası savaşların temelinde bu kanun vardı. (TDV, İslam Ansiklopedisi, M. Çağrıcı)
Ben bu yazımda asabiyet kavramını kavmiyet bağlamı dışında, “ait olduğu sosyolojik gruba (cemaat) ölçüsüz ve koşulsuz bağlılık” anlamında kullanacağım. Bu çerçevede, kendi cemaat mensubunun haksız cürmünü dahi diğer topluluklara ait şahıslara karşı mazur, hatta haklı gören; kendi cemaatini diğer bütün cemaatlerden üstün, yüce, seçilmiş gören anlayışın diğer toplulukları ötekileştirmesi, her türlü kötülüğün kaynağı olarak görüp bir aşama sonra şeytanlaştırması kaçınılmaz olacaktır. Üstelik ötekileştirmek ve çatışmak için çok kutsal, transandantal gerekçelere de ihtiyaç olmadığını bir spor müsabakası sonrası aynı takıma mensup birbirini hiç tanımayan insanların birbirlerine sarılmasından ve sonrasında karşı takım seyircilerine hiçbir makul gerekçe olmaksızın saldırmasından anlayabiliriz. Bir diğer yaygın örnek, sosyal medyada değişik görüşlere müntesip insanların diğer grup aleyhine olabilecek haberleri doğru olduğuna bakmaksızın (hatta çoğunlukla yalan olduğunu bildiği halde) büyük bir şehvetle sırf ötekini kötülemek adına ölçüsüzce küfürler eşliğinde paylaştığına şahit olmamızdır.
Asabiyet, tarihin her döneminde bir topluluğu diğer topluluklara karşı kışkırtan başat bir faktör olarak zulmetmeye neden olmuş; bunun için uydurma gerekçeler üretmeye hatta bazen buna bile ihtiyaç duymadan yağmalara yol açmıştır. Halen de, bütün şiddeti ile asabiyetin ötekileştirmeye hizmet ettiğine şahit oluyoruz.
Günümüze gelecek olursak, halihazırda “cemaat” kavramının dini topluluklar için kullanıldığına ve bu toplulukların toplumun diğer kesimleri tarafından ötekileştirildiğine şahit oluyoruz. Bunun arka planında elbette ki, Orta Doğu’yu tabiri caizse kan gölüne çeviren ve adına DAEŞ denilen yapıların ve ülkemizde 15 Temmuz gecesi bir darbe kalkışmasında bulunan FETÖ diye isimlendirilen “cemaatin” payı inkâr edilemez bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
Ne gariptir ki bu iki yapıyı da manipüle eden ve daha büyük bir cemaat olan Müslümanları “İslamofobi” üreterek ötekileştiren bir algı yönetiminin ardında aynı karanlık güçlerin ellerini görüyoruz.
Yakın tarihte ise hayali ve küçük topluluklar üzerinden, sahte şeyhler üretip medya üzerinden şeytanlaştırıldığına 28 Şubat sürecinde şahit olduk. Günümüzde de siyasi manipülasyonlar ile dijital medya kullanılarak cemaatlerin ötekileştirildiğini apaçık görüyoruz.
Peki, ötekileşme kültürünün ardındaki tek sebep dış güçler mi? Elbette değil. İletişim teknolojilerinin gelişimi, mahalle kavramının yok oluşu, büyük ailenin dağılması gibi sosyolojik etkenler sonucu bireyin yalnızlaşması, kültür aktarımının zayıflaması gibi etkenlerle yalnızlaşan insanın geleneksel anlamda cemaat kültüründen uzaklaşması kaçınılmaz oluyor. Konvansiyonel cemaat anlayışının yerini sosyal medya idolleri veya fenomenler üzerinden kimlik ibraz eden yeni nesil cemaatlere ve seküler tarikatlara şahit oluyoruz. Bu profildeki gençler klasik cemaatlere uzak durduğu gibi aynı zamanda tepki de gösteriyorlar. Bir arada yaşama kültürünü oluşturamamış, dayanışma tecrübesini tecrübe etmemiş toplulukların bu anlamda yabancılaşması kaçınılmaz oluyor.
Bir diğer önemli etken, ülkemizdeki muhtelif müktesebatları olan toplulukların, kendi içinde kapalı ve içe dönük bir kültür havzasında yaşamalarıdır. Bu toplulukların bütün etkinliklerini içe dönük yaşamaları “öteki” ile sağlıklı bir iletişime geçme teşebbüsünde bulunmamaları, birbirleri hakkında kulaktan dolma bilgileri ve yargılarının olması, ötekini hızlı bir şekilde ötekileştirilmesine olanak sağlıyor. Hatta bu, aynı ideolojiye/inanca sahip gruplar arasında bile ötekileştirmeye ve çatışmaya yol açabiliyor. Nitekim tarihimizde de sol gruplar arasında da İslamcı gruplar arasında da örneklerini yaşadık, biliyoruz.
Ötekileştirme belki de çağımızın en önemli problemlerinden biri olarak önümüzde duruyor. Biz, Müslümanlar olarak bunu aşmak zorundayız. Hızlıca buna yönelik çözümler bulmalıyız. Zira tarihte çok kültürlü yaşamın örneğini bütün dünyaya göstermiş bir ümmetiz. Medine’den başlayıp, Selçuklu, Osmanlı ve Endülüs ile devam eden bir arada yaşama kültürüne ve deneyimine sahip olan medeniyetlerin mirasçısı olarak, Müslümanlar bu imkâna sahiptir. Batı dünyasının Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi bu alana önemli katkılar yaptığı inkâr edilemez. Ancak günün sonunda bunun dünya barışına bir katkı sağlamadığı ve hala beyaz adamın özgürlüğüne ve refahın hizmet ettiği ortadadır.
Bu aşamada bize düşen görev, öncelikle yaşantımızla örneklik oluşturmak, ötekileştirmeden öteki ile birlikte yaşama konusunda içerik üretmek, topluma kendimizi doğru anlatacak yol ve yöntemler bulmaktır.