Hak Dediğin, Hak mıdır?

Nitekim, aynı şekilde vatandaşı olduğumuz ülkenin kanunları çerçevesinde de sorumluluklarımıza ilave olarak haklarımız var. Bu haklar da benzer şekilde, temel olarak mal, can, kişisel dokunulmazlık ve düşünce hürriyeti gibi alanları kapsıyor. Bu haklar, yukarıda zikrettiğimiz üzere, din perspektifinden baktığımızda, tıpkı seküler hukuk gibi, İslam hukuku açısında da kutsal kabul edilmiş ve koruma altına alınmıştır.

Derviş Çelebi

Geçenlerde bir akraba ziyaretinde laf döndü dolaştı enflasyon, pahalılık ve dolayısıyla ülkenin ekonomik durumuna derken oradan da geçim telaşına geldi. Vatandaş olarak haklarımıza, taleplerimize ve bu konuda ne kadar mağdur olduğumuza kadar dayandı. Malum, demokrasilerde vatandaş her türlü haklıdır. Bu nokta, siyaset bilimcilerin dediğine göre, demokrasinin birçok zaafının yanı sıra en yumuşak karnıdır. Demokrasi havarilerinin bu handikapını, yani zaafını söz konusu ederek çok üzerlerine gittiğinizde,  “Daha iyisini buluncaya kadar şimdilik bu” deyip kenara çekilirler. Neyse, yazımızın gündemi, yani tartıştığımız konu demokrasi değil; bir insan/vatandaş olarak hak ettiklerimiz üzerine. Müsaadenizle, konumuza tekrar kaldığımız yerden, akraba sohbeti üzerinden devam edelim.

Akrabalardan birisi “Ben eski kaşar yiyemedikten sonra bu hayatın ne kıymeti var? Benim buna hakkım yok mu?” dedi. Diğeri atıldı: “Peki, kardeşim ben bir iPhone 16 Pro Max’ı hak etmiyor muyum? Benim bir vatandaş olarak buna sahip olmaya hakkım yok mu?” diyerek el yükseltti.  Mesele, oradan başlayıp hak ettiklerimiz ve nelerden mahrum kaldığımız üzerine uzadı gitti. Ancak dikkat ettim, ton farkları olsa da hepimiz mahrumiyetlerimiz, mağduriyetlerimiz, kıyısından köşesinden haksızlığa uğradığımız konusunda ittifak etmiş gibiydik. Şimdi ben size de sorsam “Ne tür haksızlıklara uğradığınızı nelerden yoksun bırakıldığınızı düşünüyorsunuz?”diye.  Dahası, şu “hak” dediğimiz şey nedir?

Siz bunun üzerine düşünedurun. Ben akraba ziyareti sonrası bu soruyu kendime yöneltince, dönüp sözlüğe bakma ihtiyacı hissettim. Sözlükler bu konuda oldukça dolu; tariflerin tamamını aktarmak niyetinde değilim elbette. Merak edenler açıp bakabilir. Sadece konu ile doğrudan ilgili olduğunu düşündüğüm iki tarifi sizinle paylaşmak istiyorum.

Birinci tarif şöyle: “Hak: Bir kimsenin sorumluluğunu üstlenerek yaptığı işin karşılığıdır.” Peki, herhangi bir sorumluluk üstlenmeden, bir iş üretmeden, sırf insan olarak var olmamızdan kaynaklanan bir hak yok mu? Evet, bununla ilgili de hem birinci hem de ikinci anlamı kapsayan daha kapsamlı ikinci bir tarif var: “Hak: Dine, kanunlara, adalete, vicdana uygun olandır.”

Yani tariften benim anladığım, mensup olduğumuz dinin bize yüklediği sorumluluklar ve hisseler bağlamında, yani bir başka deyişle, sevaplar haramlar ve mubahlar konusundaki tutumumuzdan, eylemlerimizden ya da başkalarının bize yönelik eylemlerinin sonuçlarından kaynaklanan haklar var. Bununla birlikte, amellerimizden bağımsız olarak, herhangi bir eylemin sonucu olmaksızın salt kul olma pozisyonu, dolayısıyla; doğal olarak sahip olduğumuz haklar var. Mal, can ve namus emniyeti gibi.

Nitekim, aynı şekilde vatandaşı olduğumuz ülkenin kanunları çerçevesinde de sorumluluklarımıza ilave olarak haklarımız var. Bu haklar da benzer şekilde, temel olarak mal, can, kişisel dokunulmazlık ve düşünce hürriyeti gibi alanları kapsıyor. Bu haklar, yukarıda zikrettiğimiz üzere, din perspektifinden baktığımızda, tıpkı seküler hukuk gibi, İslam hukuku açısında da kutsal kabul edilmiş ve koruma altına alınmıştır.

Güncel meselemize dönecek olursak, yazımızda söz konusu ettiğimiz bağlamda, yani modern insanın hak talebi, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz hak kavramının dışında tamamen yanlış yorumlanmış, kırılmaya uğramış, anlam kaymasına maruz kalmış, kendi heva ve heveslerinin tatminine yönelik bir hak talebidir. Modern insandan kastım, bu çağda yaşayan, şehirli; her türlü teknolojik, fabrikasyon ürünü sorgulamadan kullanan; Batılı düşünce ve değerlere maruz kalmış bireyi ifade ediyorum. Bu birey, ister dindar isterse materyalist olsun, yani ister aşkın metafizik bir değere, bir inanca sahip olsun ya da olmasın, sosyal bir topluluk içinde yaşadığı sürece hak kavramına duyarsız kalamaz. Kalması da mümkün değildir. Ancak hak meselesine yaklaşımı, hukuksal sözleşmelerden ya da dinsel inançlardan kaynaklanan korunması gereken hudutlar değil, daha çok kendi menfaatlerine ve nefsani arzularının tatminine yönelik bir çerçevede şekillenmektedir. Bu konuda son derece talepkârdır. Çünkü küresel kapitalizm, söz konusu ettiğimiz insan profilini, modern veya postmodern akımları ve yöntemleri kullanarak kitle iletişim araçlarıyla ulaşabildiği her konumda hak kavramını tüketim ekonomisi üzerinden tahrik ve manipüle etmiş ve etmeye de devam etmektedir. 

Dolayısıyla, böyle bir insan profili tüketime sunulan her türlü ürün ve hizmete ulaşmayı kendine hak görecektir.  Zira günün her saatinde maruz kaldığı açık veya örtük “Sen en iyisine layıksın, sen en güzelini hak ediyorsun…” diyen   reklamlar, ona bu ürünü elde etmeye hakkı olduğunu ısrarla tekrarlıyor. Halbuki ne tabi olduğu kanunda böyle bir hakkı olduğuna dair madde vardır ne de inandığı dinin metinlerinde böyle bir hak tarifi yapılmıştır.

O halde sevgili okur, Allah’ın bir isminin de el-Hak olduğunu hatırlayıp, insanoğlunun kendi emeğine paha biçme konusunda cömert, başkasının emeğine değer biçme konusunda cimri olduğunu da akılda tutarak, bir anlamı da adalet olan “hak” kavramına taleplerimiz bağlamında aşağıdaki ayet nazarı ile bakmamız gerektiğini düşünüyorum: “Ve insana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey(hak) verilmeyecektir.” (Necm.39).