Ortadoğu İlişkileri ve ABD’nin Trump’ın Liderliğinde Beklenen Yönelişlerinin ve Suriye Devrim Sürecinin Ortadoğu Odaklı Jeopolitik Yansımaları -I-
Türkiye’nin Ortadoğu’daki Arap ülkeleriyle olan ilişkilerinde yeni bir dönemin kapıları açılır. O sırada koalisyon hükümetinde Başbakan Yardımcısı pozisyonunda olan Necmettin Erbakan’ın Arap ülkeleri yöneticilerine hitapta kullandığı önde gelen motif ise, doğal olarak “İslâm kardeşliği” motifidir.
Yusuf Yazar
Yusuf Yazar, Ortadoğu –Değişen Dengeler- (1991), Enerji İlişkileri Bağlamında Türkiye ve Orta Asya Ülkeleri (2011); Ortadoğu’nun Son Yüzyılı (1901-2017) –Ateş Sarmalında Kaosun Yükselişi- (2017); ve Başlangıcından Bugüne Ortadoğu –Önemli Dönüm Noktaları Üzerinden- (2020) kitaplarının yazarıdır.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlı hükümranlığı altında görünen Ortadoğu[1] toprakları, savaşın galipleri tarafından belirlenen sunî sınırlarla oluşturulmuş yeni devletlere bölündü. Bu devletler, bağımsızlıklarını elde edinceye kadar üzerlerinde oluşturulmuş manda yönetimlerinin[2] kontrolü altında varlıklarını biçimlendirdiler. Bu süreçte, Batılı büyük güçlerin mâlî ve lojistik destek verdiği Siyonistler, örgütlediği Filistin’e Yahudi göçü çaba ve çalışması ile Filistin’de bir Yahudi devletinin demografik altyapısı hazırlanır. Almanya’da Nazilerin Yahudilere karşı sürdürdüğü tutum ve katliamlar, Stalin dönemi Sovyet Rusyası’ndaki baskılar, Yahudilerin Filistin’e göçünü hızlandırdı. Böylece, dolaylı da olsa kurulacak Yahudi devletine destek sağlamış olur. Bu sırada, Filistin İngiliz manda yönetimi altındadır. 1936 yılında Filistin’de patlak veren Arap İsyanı, İngiliz yönetimini, Yahudi göçünün belirli bir plân dahilinde gerçekleşmesini ve göçmen sayısının belli bir sayıyla (1939 Politika Belgesine[3] göre, her 5 yıl için 10 bin kişi olarak –ve toplamda 75 bin kişi-) sınırlanmasını sağlama gerektiği kararına götürür. Ama Siyonistler bu tür sınırlamalara itibar etmezler ve kotayla belirlenenin yanı sıra çok sayıda göçmen de kaçak olarak Filistin topraklarına getirilir. Bu süreçte, BM tarafından hazırlanan taksim planı ,Yahudi devleti için gerekli olan bir başka altyapı gereğini tamamlamıştır. İngilizler, yeni bir dünya savaşının arifesinde, Arapların desteğini kaybetmemek gerektiğini dikkate almaktadırlar. İleride İsrail düzenli ordusunun (ve istihbarat örgütünün) altyapısını oluşturacak Siyonist Yahudi terör örgütlerinden birisi olan Irgun’un, İngiliz manda yönetiminin temkinli göç politikasına karşı bir tepki olarak, 1946 Temmuz’unda King David otelini bombalar. Bu saldırı, İngiliz Karargâhı olarak bilinen otelde gerçekleştirilir. Beklenmedik biçimde ağır kayba yol açan bu terör saldırısı sonrasında, İngiliz yönetimi, Filistin’de ortaya koyulacak herhangi bir plan (1947 BM Taksim Planı dâhil) ya da çözüm önerisinin ne Arapları ve ne de Siyonist Yahudileri tam olarak memnun ve tatmin etmeyeceğini görür. Bunun üzerine, Filistin’den çekilme kararı alarak (1947), Ortadoğu’daki denetimini ABD’ye devreder. 14 Mayıs 1948’de son İngiliz birliklerinin de Filistin’i terk etmesinin hemen ardından, İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edilir (14 Mayıs, 1948).
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaş sırasında müttefik durumunda olmuş olsalar da, ABD ve Sovyetler Birliği, nüfuz alanlarını oluşturup genişletmede birbirlerinin varlığından ve genişleme çabalarından yararlanarak (kendi politika ve girişimleri için karşı tarafın politika ve girişimlerini emsal göstererek ve dolayısıyla zımnen birbirlerine bağımlı olarak) iki ayrı ve zıt ekseni ya da kutbu oluşturacak ve giderek dünya sistemi bu iki kutup çevresinde oluşan paktlarla ifade edilir olacaktır.
İki Kutuplu Dünya Sistemi
1970’lere gelinceye kadar Türk dış politikasının parametreleri çok belirgin ve istikrarlıdır; 1947’de ABD Başkanı Truman, Sovyet yayılmacılığı tehdidi karşısındaki toplumlara Amerikan desteği ve yardımı sözü verir. “Türkiye’nin millî bütünlüğü” Ortadoğu’daki düzeni korumak için gerekli görülür. Bu dönemde alınan Amerikan yardımıyla başlayan Türkiye-ABD ittifakı, ikili anlaşmalarla giderek “stratejik ortaklık” olarak tanımlanan, neredeyse bir bağımlılık konseptine dönüşmüştür. İki kutup çevresinde oluşmuş dünya sisteminde Türkiye, kendi yerini Washington liderliğindeki Batı bloku içerisinde bulmuş olur. Diğer blok (demirperde bloku) ise esas itibariyle Moskova merkezli olan Sosyalist bloktur (belli farklılıklarla Mao Çini, Tito Yugoslavyası ve Enver Hoca Arnavutluk’u gibi ülkelerin de kategorik olarak aynı ideolojiyi bayraklaştıranlar olarak Sovyet bloku mensubu ülkelerle aynı tarafta olduğu varsayılır.) Bu süreç, Tanzimat’tan beri Türk aydınının iflah etmez sevdası olan Batılılaşma hedefiyle uyumludur ve toplum içinde fazla yadırganmaz. Dolayısıyla, 70’li yıllara kadar olan dönemde ABD’nin Türkiye’ye bakış ve tutum belirleyişine esas olan şey Sovyet yayılmacılığı ve Komünizm tehdididir. Bu dönemde Türkiye, kendisinin Batı’nın bir parçası olduğunu kanıtlama çabaları içindedir; ulusal çıkarlarını Batı’nınkilerle özdeşleştirmiştir ve bu yaklaşım içinde İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke olmayı bile göze almıştır. Zaten, savunmasını Batı blokunun savunmasıyla entegre ederek bu blokun askerî örgütü olan NATO’da yer almıştır (1951); bu bağlamda, bölge ülkeleriyle olan ilişkilere de ihtimam göstermeye ihtiyaç duymaz. Zira, komşu ülkeler olan Suriye, Irak, Gürcistan, Ermenistan (ve Azerbaycan) ve Bulgaristan, varlığımız ya da bekamız için tehdit kaynağı olarak görülen Sovyetler Birliği’nin (SSCB) kontrolünde ya da nüfuz bölgesi dâhilindedir. Türkiye, Batı’yla birlikte olma çabasını Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (daha sonra Avrupa Birliği olacaktır) üyelik için ilk adımını atarak (Ankara Antlaşması, 1963) daha da ileri bir boyuta taşır. Batı güdümünde görünen Arabistan ve Ürdün gibi Arap ülkeleriyse, sonradan o ülkelerin hükmedeni hâline gelmiş olanların (İbn Suud, Şerif Hüseyin, vd.) Birinci Dünya Savaşı’ndaki Türk karşıtı tutumları nedeniyle Türkiye yönetimlerinin kendilerine mesafeli durduğu ülkelerdir. Bu dönemde (70’lerin ortalarına gelinceye kadar) Türkiye-ABD ilişkilerine ilişkin yapılan değerlendirmelerde, ilişkilerde yaşanan küçük zig-zagların bile müttefiklik ilişkisine yakışmadığı ve zarar verdiği yorumları yapılırdı.
70’li Yıllarla Birlikte İnişli Çıkışlı
1973 Dördüncü Arap-İsrail Savaşı sırasında ABD’nin zor durumda kalmış olan İsrail’e gizlice silah ve ekipman yardımı yapma girişimleri nedeniyle Suudi Arabistan ve Libya öncülüğünde OPEC’in ABD ve Batılı ülkelere petrol ambargosu uygulaması döneminde, petrol temin sıkıntısı yaşayan Türkiye dikkatini Arap ülkelerine çevirdiğinde, söz konusu mesafeli durma tutumu kırılmış olur. Türkiye’nin Ortadoğu’daki Arap ülkeleriyle olan ilişkilerinde yeni bir dönemin kapıları açılır. O sırada koalisyon hükümetinde Başbakan Yardımcısı pozisyonunda olan Necmettin Erbakan’ın Arap ülkeleri yöneticilerine hitapta kullandığı önde gelen motif ise, doğal olarak “İslâm kardeşliği” motifidir. Türkiye aradığı desteği Libya ve bazı Arap ülkelerinde bulur, Türkiye petrol ambargosundan görece olarak az etkilenmiştir ve sonuç olarak da Ortadoğu ile ilişkileri canlanır; bu canlanış Türkiye’deki yerli kimlik arayışlarıyla ilişkili olduğu kadar o arayışları besleyici de olur. Türkiye’nin kuruluştan beri Batı’ya dönük olan yüzü artık Ortadoğu bölgesini ihmal etmeyecektir; çok geçmeden, 1975 yılında da tam üye olarak İslâm Konferansı örgütüne katılır. (Türkiye’nin Ortadoğu sahnesinde yeniden görünüp rol aramaya başlamasıyla, kendilerini dindar kesim ve yerli düşüncenin temsilcileri olarak görenlerin Türk iç siyasetinde ciddi biçimde bir rol üstlenmeye ve iddia sergilemeye başlaması, aynı dönemde gerçekleşmesi bir tesadüf değildir ve bu, Batılı ülkelerin dikkatinden kaçabilecek bir husus olmayacaktır; onları rahatlatan şeyse, bir darbeyle gerekli ayarı verme formülünü her zaman masalarında hazır bir müdahale planı olarak hazırda tutuyor oluşlarıdır.)
1974 Kıbrıs Harekâtı nedeniyle ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu uygulaması[4], Türkiye’nin hem Batı’ya ve hem de Ortadoğu’ya bakışındaki uyanışı bir adım daha öteye götürmesine vesile olduğu gibi, kendi savunma sanayiini kurma girişimlerini de gündeme getirir. ABD ambargosu, Türk-Amerikan ilişkilerindeki belki de ilk büyük kırılmaya yol açmıştır ve kuşkusuz bu, hayırlı bir kırılma olmuştur. Çünkü Türkiye, bu kırılmayla birlikte komşu ya da yakın Arap ülkeleriyle olan yakınlığının önemini bir kez daha fark etmiş ve onlardan çok da ummadığı bir destek görmüştür; Libya, Türkiye’ye silah deposu olan çadırlarını açar, Irak ve Sudi Arabistan ise para ve ucuz petrol desteği sağlar. Ve belki daha da önemlisi, bu hayırlı Amerikan ambargosu sayesinde Türkiye kendi savunma sanayiini kurma girişimlerini başlatır ve ASELSAN kurulur (1975).
Bu tür kırılmalarla birlikte Türkiye-ABD müttefiklik durumu, sarsıntılar yaşayarak da olsa devam eder. Zaten sözünü ettiğimiz türden ciddi kırılmalar olduğunda ABD, klasik müdahaleci tavrıyla Türk iç politikasına gerekli ayarın verilmesini sağlamakta gecikmemiştir. Arada bir postal sesi duymak neredeyse geleneksel hale gelmiş, çok da yadırganmaz olmuştur. Ancak ilginç olan şey, 1980 ayarının (darbesinin) ABD’li çevrelerin hedeflediği sonuçları tam anlamıyla sağlamamış ve Türkiye’deki yerli duyarlılığın artarak iç politikada ağırlığını hissettiren aslî bir unsur hâline gelmesidir.
90’lı yıllardan itibaren, Türk-Amerikan ilişkilerinin daha da tahrip olmasına yol açan kirli suların akışı devam eder. 1991 itibarıyla, Sovyet baskı ve kontrolünden kurtulmuş olan Türkî cumhuriyetler bağımsızlıklarını kurumlaştırma çabası içine girmiştir; bu da, Türk dış politikasına yeni ve gerçek bir açılım imkânı sunmuş, Türkiye radarını köklerinin uzandığı coğrafyaya çevirmiş ve “Adriyatik’ten Çin Denizi’ne” söylemiyle elini yükseltmiştir. ABD’ye rota çizenler gözünde Ortadoğu’da kendi perspektiflerine uygun bir örneklik ve önderlik rolü oynamasını umduğu Türkiye’de cin şişeden çıkmış ve Türkiye, kendi köklerinden beslenen ve o köklerle uyumlu bir bakışın ve duruşun arayıcısı hâline gelmiş ve bu arayışını gerçekleştirişine paralel bir etkinliğe de sahip olur hâle gelmiştir.
Küresel Atmosfer Değişikliği: Tek Kutuplu Dünya
Türk-Amerikan ilişkilerinde belirleyici bir role sahip olan Sovyet yayılmacılığı tehdidinin, dolayısıyla dünyanın iki kutbundan biri olan (Moskova merkezli ‘demir perde’ kutbu) yapının ortadan kalkmasıyla birlikte, 1991 yılından itibaren dünya siyasetinde köklü bir değişim yaşanmıştır. Artık dünya sistemi tek kutupludur; bu nedenle, iki kutupluluk ve Sovyet tehdidi motiflerine dayalı politikalar ile ittifaklar belirli bir belirsizliğe sürüklenmiş görünmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin stratejik ortaklık durumu, ABD elitinin gözünde eski değerini kaybetmiş gibidir. Dahası, dünyanın bu tek efendisi Ortadoğu’da şöyle gönlünce düzenlemeler yapma arzusundadır ve ayağına takılacak çok güçlü bölgesel aktörler gibi engeller de görmek istemez. Özellikle 90’lı yılların sonlarında, ABD’nin Türkiye’ye nasıl bir rol biçmesi gerektiği konusunda ciddi bir kararsızlık içinde olduğu açıkça gözlemlenmektedir. Ancak, durum göründüğünden daha karmaşıktır. Sovyet tehdidinin kalkmasının ardından, siyasi bağımsızlığını kazanan Türk dünyasıyla ilişkilerini geliştirme çabası içinde olan Türkiye’de de ABD himayesine ve NATO şemsiyesine “olmazsa olmaz” gözüyle bakma eğilimi giderek güçlenmektedir. Bu dinamik, iki ülke arasındaki müttefiklik ilişkisini neredeyse pamuk ipliğine bağlı hâle getirmiş durumdadır.
O dönemde, Ortadoğu’daki dengelerin ciddi biçimde değişmeye başladığını (ya da bilinçli bir şekile değiştirildiğini) gözlemlemekteydik. Irak, Kuveyt’i işgal etme yönünde cesaretlendirilmiş (1990) ve ardından ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin Irak’a yönelik saldırısı (Körfez Savaşı) gerçekleşmiştir. Bunu, Afganistan’ın işgali (2001) takip etmiş ve ardından Irak’ın işgali (2003) yaşanmıştır. Bu süreçte, daha önce “Arap-İsrail savaşları” olarak nitelenen savaşların yerini, tek taraflı olarak ABD destekli İsrail saldırıları, ilhak ve işgalleri almıştır. Bir taraftan da, Arap ülkeleri birer birer İsrail’le ilişkilerini normalleştirilme konusunda ikna edilmektedirler. Bu sürece direnen ülkelerin âkibetinin ne olacağı ise, Irak ve Saddam Hüseyin (2003) ile Libya ve Kaddafi (2011) örnekleri üzerinden açıkça sergilenmiştir.
Bu evrilme süreci içinde, kendine olan güvenini önemli bir ölçüde artıran Türkiye, giderek kullanışlı bir “stratejik ortak” olma durumundan çıkmıştır. Dolayısıyla ve doğal sonuç olarak, son otuz yıl içerisinde iki ülke (ABD ve Türkiye) arasındaki ilişkiler, her iki ülkenin yönetici kesimleri tarafından (tek taraflı olarak yalnızca ABD’liler tarafından değil) adım adım gözden geçirilmiş ve bir “stratejik birliktelik” olmaktan çıkarılmıştır. Bu tutum ABD yönetimi tarafından son yıllarda zaman zaman, özellikle Suriye’de PKK uzantısı olan PYD’yi silahlandırma ve devletleştirme desteği söz konusu olduğunda, bir “düşman” ülkeye gösterilecek tavırla yaklaşılmasına karar verilmiştir. [5]
[1] Ondokuzuncu yüzyıl sonlarında İngiltere’yi merkez alan bir bakışla geliştirilip kullanılır hâle gelmiş olan bu isimlendirmeyi, bir tür bir galat-ı meşhur olarak fazlasıyla yerleşik bir kullanıma sahip olduğundan, anlaşılırlıktan feragat etmemek adına biz de kullanmayı sürdürmekteyiz.
[2] Milletler Cemiyeti tarafından verilmiş olan yetkiyle, kendisini idare edebilir olgunlukta olmadığı varsayılan ülkelerin bir büyük egemen güç tarafından yönetilmesi durumu. Manda kelimesi İngilizcedeki mandate (ve Fransızcadaki mandat) kelimesinden mülhem kullanılan bir kelimedir. Bu yönetim tarzı, bir tür yarı-sömürge yönetimiydi. Filistin, 1948 mayısına kadar İngiliz manda yönetimi altındaydı.
[3] Bu konudaki ayrıntılar 1939 tarihli Filistin konulu Politika Belgesinde (White Paper) yer almaktadır. (British Parliamentary -Command- Paper).
[4] ABD, bu tutumunun işaretlerini aslında 1964 yılında yine Kıbrıs hareketliliği sebebiyle ortaya koymuş durumdaydı. Dolayısıyla, kontrolsüz bir Amerikan dostluğunun neye mal olacak olduğu daha o yıllarda hissedilmiştir. 1962 yılında, ABD’nin Küba’ya müdahale etmesi hâlinde Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye müdahale edeceğini açıklaması da Türk-Amerikan ilişkilerinde bir ihtiyatlılığı çağıran gelişmeler olmuştur.
[5] Yazının, Dünya sisteminde “Çok Kutupluluk dönemi” ve “Suriye Devrim Sürecinin ve ABD’nin Trump’ın Liderliğinde Beklenen Yönelişlerinin Ortadoğu Odaklı Jeopolitik Yansımaları” başlıklarını içeren ikinci kısmı İnsicam’ın bir sonraki (Nisan) sayısında yer alacaktır.