Çocukluğumun Sınırlı Sayıdaki Kitapları ve “Menziller”

Evet, bu nahif ifadelerin, ruhları okşayan bu kelimelerin mana iklimini o günlerde teneffüs edememiş olduğumun farkındayım. Fakat bu şiirdeki teslimiyetin ve tevazuun asil sesi, samimi soluyuşu; hemen her yaştaki insanı kuşatma keyfiyetinde olduğundan beni de o zamanlarda pek etkilediğini söylemeliyim.

Hanifi VURAL

Prof. Dr., FSMVÜ Öğretim Üyesi

abc’yi, elifba’yı öğrendiğim ilkokul yıllarımda çok fazla kitapla tanışma fırsatım olmadı. Aslında köyümüz şehre çok uzak değildi, otuz beş kilometre uzaktaki şehre sık sık gidilmez, gidenler de babalarımızdı. Bu yüzden gazete ve dergilerden, kitaplardan yani matbuattan habersiz yaşardık.  İki öğretmenli ve birleşik sınıflı okulumuzda da bir kitaplığımızın olduğunu hatırlamıyorum. Evimizde ise üç kitap vardı. Bunlardan birincisi aslında ‘kitap’ olmanın ötesinde, kendisine yemin edilen, adı anılınca tatlı ve manevi bir ürperti uyandıran Kur’an-ı Kerim’di. Diğerlerinden biri Murat Tarık Yüksel tarafından derlenmiş olan En Güzel Dinî Hikâyeler, biri de Ali Kemal Belviranlı’nın kaleme almış olduğu İslam Prensipleri adlı kitaptı. Dönüp dolaşıp bu kitapları okur, hangi hikâyenin veya konunun nerde olduğunu neredeyse sayfa sayfa bilirdim. Hatta bazen rahmetli babacığım misafirleriyle, dostlarıyla evimizde sohbeti koyulaştırdıklarında, hizmetlerini görür, münasebet düştüğünde de hemen söz alır, “şu kitapta bu konuda şöyle diyor” diyerek kitaplardan ilgili yerleri aktardığımda babamın memnuniyeti de yüzünden okunuyordu.

Bu yıllarda bir kitapla daha tanıştım: Bir gün, sıklıkla gurbete, İstanbul’a çalışmaya giden komşumuz rahmetli Sabahattin abinin elinde Kerem ile Aslı kitabını gördüm ve ödünç istedim. (Bana vermeyecekti de ya kime verecekti? Rahmetli annesi Zühre teyzenin, “kestane kebap, acele cevap” diye bitirttiği onca mektubunu ben yazmamış mıydım?) Bu aşk hikâyesini evire çevire defalarca okudum. Birçoğunu ezberlediğim dörtlüklerden şimdi sadece bir tanesini hatırlıyorum:

Salına salına çıktı hamamdan

Hey ağalar giden yavru benimdir,

Öğüt almış hem atadan anadan

Hey ağalar giden yavru benimdir,

Ortaokulu da köyde okuduğum için bu yıllarım da öncekilere benzer geçti. Lise için şehre geldik. Şehirde okunacak o kadar çok şey vardı ki şehir, ‘okumak’ demekti. Burada okumadan yaşanmazdı. Toplu taşıma taşıtlarının yön ve numaraları, cadde ve sokak isimleri, işyeri levhaları, reklamlar, trafik işaretleri vs. her biri bir kitap satırı veya sayfası mesabesindeydi. Eksiksiz ders kitapları, kütüphaneler vs. Ve artık yeni bir muhitte yavaş yavaş yeni kitaplarla tanışma günleri… Okuduğum ilk roman, Huzur Sokağı. Sonrasında Raif Cilasun’un Oğlum Osman’ı. Devamında başka kitaplar: Minyeli Abdullah, Moskof Mezalimi… Derken artık okuduğum gazeteler ve dergiler de vardı: Mavera, Hareket. Tanıştığım ilk şiir kitabı ise Mavera’dan tanıdığım isimlerden Zarifoğlu’na ait Menziller[1]idi. İlk on beş yılımı geçirmiş olduğum çevrede pek canlı, hareketli şifahi kültür unsurlarından, ninniler, türküler, maniler, manzum bilmeceler, ozanların deyişleri ve atışmaları hemen hepsi hece ölçülü ve kafiyeli iken menziline erdiğim bu yeni kitap, bir başka tarz, başka bir lügat terennüm ediyordu. Olsundu, zaten bu şehirde yerin ve göğün arasını dolduran her şey benim için ter ü taze ve keşfedilmeyi bekleyenlerden ibaret değil miydi?

Sonradan üçüncü kitabı olduğunu öğrendiğim Menziller’i birkaç defa okuduğumu hatırlıyorum. Yaşım, bilgi düzeyim ve yeni şiire dair tecrübesizliğim derinlikli olarak hissedemezsem de bu şiirde, beni kendine çeken, tarifi kolay olmayan bir taraf vardı:

Sözün ve yolun baş çeşmesi ruhumun

Canım içre sevinç verir sözlerin

Baktığın dağların düşüncesi bile ağlatır beni

Hür olurum buyruklarını bir bir donansam sultanım.

Aşkın bin gözlü devâsâ bir baş imiş

Yur her birini uykulardan sohbetin

Dinlen ey Zarif bilatedbir çok söz açtın

Bu kırık akılla ne cürettir yaptığın

Sesine ve ahengine kapılıp okuduğum bu şiiri, soluduğu mana iklimiyle, mesajıyla, işaretleriyle tam da duyduğumu/hissettiğimi sanmıyorum: Ruhun; sözün ve yolun baş çeşmesi olması ne demekti? Kimin sözlerinden bahis açmış? Kim hangi dağlara bakmış ve bunu düşünmek neden şairi ağlatmaktadır? Bir sultanın emrine ram olmaya, buyruklarını tutmaya rağmen hür kalmak nasıl bir durum? Sultan kim?  Kime duyulan aşk, hangi merhalelerde bin gözlü devasa bir baş olabiliyor ve bir sohbet bu cümle gözleri uykularda nasıl yıkayıveriyor? Dinlenmeyi gerektiren yorgunluk ruha mı bedene mi ait? Tedbirsiz söz de ne demektir ve akıl neden kırıktır? … Bunlar sorabilip de cevaplarını aramaya koyulduğum sorular değildi.

Evet, bu nahif ifadelerin, ruhları okşayan bu kelimelerin mana iklimini o günlerde teneffüs edememiş olduğumun farkındayım. Fakat bu şiirdeki teslimiyetin ve tevazuun asil sesi, samimi soluyuşu; hemen her yaştaki insanı kuşatma keyfiyetinde olduğundan beni de o zamanlarda pek etkilediğini söylemeliyim.

İşte lise yıllarımda Menziller’in iki kapağı arasındaki mısralarla tanışmam ve onlara “çocukça” dokunuşlarıma dair hisler. Sözünden, sanatından hakikate yol açan zarif ruhlu şâirinin makamı âlî olsun.


[1] Akabe Yayınları, 1977, Ankara.