Ben, “abi” muhabbetini sanırım o ortamda içselleştirdim. Orada herkes birbirine hitap ederken, en şerefli paye olarak “abi” derdi. Cahit abinin “abi” deyişi ise çok özel ve etkileyiciydi. Yanlış hatırlamıyorsam “a” harfini iki elif miktarı çeker, üzerine çok hafif “e” tonu eklerdi. Sonra ne oldu? Ondan sonraki hayatımda, yaş durumuna bakmaksızın dostlara abi derken bu işin evveliyatını hatırlamadan edemiyorum.
Kemal KAHRAMAN
Dr., Tarihçi-Yazar

Anılarımın dipsiz kuyusuna eğildiğimde, Cahit Zarifoğlu adını ilkin lise yıllarında elime geçen bir şiir kitabıyla hatırlıyorum: Menziller. Rasim Özdenören’in hikâyelerinden oluşan Çarpılmışlar ile birlikte, Akabe Yayınları’ndan çıkmıştı ve ikisini birden edinmiştim.
O dönemin yayın ve edebiyat ortamı göz önüne alındığında, önceki dönemden devralınan mirasla karşılaştırıldığında, Mavera ekibinin ne kadar yeni ses ve renk getirdiği daha iyi anlaşılacaktır. Konumuz bu olmadığı için Mavera dergisinin düşünce ve edebiyat dünyamızdaki açılımlarına burada değinmeyeceğim. Fakat o dönemde, farklı etkilenme alanları arasında şekillenmekte olan duygu ve düşünce dünyamıza uyarıcı ve yol gösterici bir el gibi uzandıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
O günlerde kitabın ve derginin ayrı bir tadı, farklı bir anlamı vardı sanki. Yazarlık ise bizim için en saygın ‘meslek’ti. Maddi bir kazanç sağlayıp sağlamaması hiç önemli değildi. Etrafımızda ekonomik olarak palazlanmış insanlar çok azdı. İyi bir yazarın ya da şairin sıkıntılarla dolu bir hayatı bile bizim için kıymetliydi. Onlar, daha iyi durumda olan dostlarının desteğiyle yayınlarını sürdürmeye çalışıyor ve kültürümüze paha biçilmez eserler kazandırıyordu.
İzmir’de geçen üniversite yıllarımda, Diriliş ve Edebiyat dergileriyle birlikte Mavera’yı da takip etmeye çalıştım. Bir iki defa Eskişehir ve Ankara’ya seyahat etme fırsatım oldu. Ege Üniversitesi mezunu, Ödemiş’li Doktor Sadi Sunel’le birlikte Eskişehir’de Atasoy Müftüoğlu, D. Mehmet Doğan (bu üçüncü Mehmet Doğan’dır) ve kuruyemişçi Nevzat’la görüştüğümüzü hatırlıyorum. Hamam Yolu Caddesi’nde, Yediler kitabevi miydi, tam hatırlamıyorum; ancak bugünlerde rastlamadığımız bir kültür ve sohbet ortamına şahit olmuş, manevi bir zevk almıştık.
Orada, bizi misafir eden öğrenci evinde Deneme dergileriyle karşılaştım ve bir takım edindim. Lakin, Mavera’da bulunduğum yıllarda onları kaybettim. Aynı gezide Ankara’ya geçtiğimizi ve Selanik Caddesi’nde, zemin katta bulunan Mavera bürosuna gittiğimizi hayal meyal hatırlıyorum. Cahit abiyi ilk defa orada görmüş olmalıyım. Yıl olarak 1979 desem, uyar mı bilemiyorum. Memleket terörle çalkalanırken, umudu dillendirilen gönüller bir vakti kuşanıyordu.
Karar vermek için zamana ihtiyacım olduğundan, üniversite mezuniyetimi bir yıl geciktirdim. Boş geçen bir yılda Ankara’daydım. Nazilli’de yakından tanıma fırsatı bulduğum Yusuf Yazar, o sırada memuriyeti bırakarak Mavera dergisine geçmişti. Eskişehir toprağının yetiştirdiği müstesna şahsiyetler arasındadır. Şiirleri, yazıları ve idareciliğiyle yayın dünyamıza önemli katkıları oldu. Hâlen Batılı seyyahların önemli eserlerini dilimize kazandırıyor.
Geçmişe dönersek, Akabe’de “hesabını bilen bir adama” ihtiyaç duyduklarında onu çağırdılar. Yanılmıyorsam, oraya ilk defa iş disiplini, gelir-gider hesapları gibi kavramları getirmeye çalıştı ki bu gibi şeyler, o dönemde edebiyat ve sanat ortamlarında adeta bir bid’at sayılıyordu.
Bu işi, olsa olsa bir mühendisin çözebileceğini düşünmüş olmalılardı. Oysa o da üniversite yıllarından beri şiir ve edebiyatla maluldü; hatta ufak ufak şiir bile yazmaktaydı. Mavera’da da birkaç şiiri yayımlandı. Bu yönleri olmasaydı elbette dergiye tutunamazdı. Belki de Mavera’ya tam da böyle bir mühendis lazımdı.
Her ne ise, onun bu iki yanlı donanımı, Cahit Zarifoğlu’nun dergi ortamındaki alışkanlıklarıyla her zaman örtüşmüyordu. Biri işin kurumsal, diğeri ise muhteva yönüne ağırlık veriyordu. Esasen bu, tamamlayıcı bir durumdu. Fakat zaman zaman aralarında tatlı bir kapışma yaşandığına şahit oluyorduk. Adeta rakamlarla renkler karşı karşıya geliyordu. Fakat Erdem ve Rasim abilerin tabiatlarından ve belki bürokrasideki tecrübelerinden gelen daha ılıman yaklaşımları bu durumu sürdürülebilir bir düzlemde tutmayı başarıyordu.
1981-83 yılları arasında, yaklaşık iki yıl Mavera’da bulundum. Bu, benim için gerçekten ayrıcalıklı bir deneyimdi. O günlerde edebiyat ve düşünce dünyamızda gayet önemli yerleri olan insanları bir arada görebiliyordum. Fakat grup içinde, Cahit Zarifoğlu’nun örtük bir otoriteye sahip olduğunu hep hissettim. Herhangi bir konu enine boyuna irdelenebilir, ama işin sonunda onun verdiği bir karar, benim o zamanlar şaşkınlıkla karşıladığım bir biçimde kabul görüyordu.
Ekipten biri olduğu halde ona neden özel birisi gibi davranıldığını anlamakta zorlanırdım. Yine de onun gözlerinde, zayıf, esmer ve kuru çehresinde gizlenen evrensel bakışı sezebiliyordum. Sanki bulunduğu ortama ait değildi; rol icabı oradaydı. Davranışlarının yer yer aktör gibi algılanmasının nedeni belki de buydu. Onu gördüğünüzde, “işte size sanatçı” demekten kendinizi alamazdınız.
İçinde var olan bambaşka bir dünyayı, sanki bu şekilde gizlemeye çalışıyordu. Şiirleri de bildiğimiz aleme taviz verir gibi dışa vurduğu gizemli mesajlardı. İlham dünyasında olup biteni, bizim anlayacağımız dile çevirebilmek için mecburen sözcükleri kullanıyordu. Onun şiiri, okuyucunun zevk alması için altın tepside sunulan bir şey değildi; fırtınalı bir iç dünyanın anaforlarıydı.
Sizi kendine çeken, ama yakalanmamak için kılıktan kılığa giren bir şeydi. Bir yanıyla hayatın ta kendisiydi; yaldızları, çerçevesi, makyajı yoktu. Öğreti, nasihat, söz oyunu, kafiye ya da tatlı nağmeler arayanlar için yanlış bir adresti. Onu okumadan önce, “Cahit Zarifoğlu’na” hazırlıklı olmak gerekiyordu.
Onun pek bilinmeyen, kendisinin de ağyara açmaktan kaçındığı yönü, manevi yolculuğudur. Bir Nakşî şeyhi olan Kasım Arvasi’nin damadı olduğu gibi, 1977’den itibaren Halidî şeyhi Abdürrahim Reyhan Efendi’ye bağlıdır. Menziller’deki mısralarda bu manevi yolculuğu izlemek mümkündür. Mavera’daki arkadaşlarıyla beraber yürüdükleri bu yolda, edebiyat ortamı sık sık muhabbet iklimine bürünürdü. Sanat edebiyat, sohbet ve maneviyat birbirine karışırdı.
Ben, “abi” muhabbetini sanırım o ortamda içselleştirdim. Orada herkes birbirine hitap ederken, en şerefli paye olarak “abi” derdi. Cahit abinin “abi” deyişi ise çok özel ve etkileyiciydi. Yanlış hatırlamıyorsam “a” harfini iki elif miktarı çeker, üzerine çok hafif “e” tonu eklerdi. Sonra ne oldu? Ondan sonraki hayatımda, yaş durumuna bakmaksızın dostlara abi derken bu işin evveliyatını hatırlamadan edemiyorum.
Selanik Caddesi 52/27’de, TARMAKSAN’ın hemen yanındaki daire Akabe’nin idare merkeziydi. Geçenlerde bir Ankara ziyaretimde uğrama fırsatım oldu; koridoru, asansörü gördüm, fakat üst kata çıkamadım. Sanırım üçüncü kattaydı. Mavera dergisine o günün koşullarında önemli katkılar sağlayan TARMAKSAN’ı burada hayırla yâd etmek istiyorum. Özellikle o yokluk günlerinde, topluma dönük güzel faaliyetler, pek de tanınmayan bu gibi şahıs ve kuruluşların himmeti, desteğiyle devam ediyordu.
Bir yandan ODTÜ’de hazırlık okuyordum, bir yandan da Akabe’nin ve derginin bana düşen işlerini yapıyordum. Türkiye’nin dört bir yanına oradan bakmak, gelen talepleri karşılamak, mektupları okumak elbette farklı bir deneyimdi. Sonradan daha farklı platformlarda karşılaştığımız, görüştüğümüz nice arkadaşın ilk mektuplarını ve yazılarını orada gördüm. Yazarlık serüvenlerinin başlangıcına tanıklık ettim.
Orayı yalnızca dergi olmaktan çıkarıp, ülke çapında hatta millî sınırları aşan bir okul haline getiren elbette Cahit Zarifoğlu idi. Gençler, onun açık sözlü ve bazen bilgece değerlendirmelerini almak, zaman zaman zılgıtını yeme şerefini kazanmak için adeta yarış halinde bir şeyler gönderirdi. O da işinden sonra belli saatlerde gelir ve artık zaman sınırı olmaksızın onları okurdu.
O günlerde, bugün Gazze konusunda olduğu gibi, gündemde Afganistan vardı. Mücahitlerin Rus işgalcilere karşı verdiği destansı direnişini, haberlerin yanı sıra dergiye gelen Meral Maruf’un mektuplarından izliyorduk. Cahit abiye hitaben elle yazılan mektupları huzurda heyecanla okuduktan sonra derhal deşifre edip yayınlıyorduk.
O dönemde bilgisayar yoktu. Kurulacak cümlelerin önce hafızada büyük ölçüde hizaya girmek zorundaydı. İyice düşünmeden ve not almadan yazmamakta fayda vardı. Tuşlara bastın mı geri dönüşü yoktu; ağızdan çıkan söz gibi… İlham saatleri gelince, yanılmıyorsam turuncu renkli Olympia daktilonun takırtıları bütün Akabe’yi sarardı.
Kim bilir hangi genç zihinlere can suyu olacak kelimeler dizilmeye başlardı. O günleri yaşayanlar, bilgisayara uzun süre alışamadı. Çok iyi öğrenseler de biraz zorlayınca, “aynı tadı vermediğini” söylemekten geri durmadılar.
40 – 45 yıl kadar öncesi bu kadar uzakta mı kaldı? O dönemde Mavera, “tipo baskı” yöntemi ile yayımlanırdı. Maltepe’deki Elif Matbaası’nın şimdiki yerini bulamam. Orada, duman çıkararak yazıyı erimiş kurşun kalıplara aktaran bir makine vardı ki ona tipo makinası denirdi. Her satır, kurşundan dökülmüş bir kalıp olarak çıkardı.
Belki yazının önemi buradan geliyordu. Daha sonra bu kalıpların birleştirilmesiyle meydana gelen sayfalar “bağlanıp” Haidelberg’e yerleştirilirdi. Yanlış hatırlamıyorsam, orada kovboy filmlerinde görülen tek tek harf dizme tekniği bile vardı. Belki başka işler için kullanılıyordu. Bu matbaa, o günlerde aldığım notlara bakın nasıl yansımış:
yirmiyedi şubat sekseniki / ankara
sıra altmışdördüncü sayıya geldi bu yeni bir telaş numarası
kaç telaş numarası yaşadım buralarda
yazılar verildi şimdi düzelti furyasındayız
dizgici halil ustayla bu sıralar görüşüyoruz içten selamlaşıyoruz kenetlenir gibi el sıkışıyoruz eldivenlerimi çıkarmamışsam itiraz ediyor “elektrik geçmiyor böyle” diyor çıkarıyorum
yüksek sesle bir şeyler konuşuyoruz makine sesleri arasında
kavgayı andıran bir diyalog oluyor bu
O sayı şimdi yanımda değil. Kimler vardı? Yazılarının yayınlanma serüvenini hiç merak ettiler mi acaba? Aynı yılın yaz ortasına gelelim. Tatile çıkmadan aldığım not şöyle diyor:
ondokuz temmuz sekseniki / ankara
cahit abinin olanca muzipliğini takınarak
-çocuklar!
diye bağırmasını, o çocuklardan biri gelince masaya dirsekleriyle yaslanarak gözlerini kırpıştırmasını unutacak değilim
Akabe’de, kuşkusuz resmi olmayan, abartısız, samimi bir ortam vardı. Orada insanı sahici davranmaya iten bir gelenek hakimdi. Yapmacık nezaket sözleri, sıradan insanların önem verdiği zaaflar hiç revaçta değildi. Konuşulması en zor konuların başında para geliyordu. Bu durumlarda, yanılmıyorsam, iş genellikle Cahit abiye düşüyordu.

Yazıların toparlanmasından baskı işlerine, ardından paketleme ve postalama işlemlerine kadar her şeyle Cahit abi ilgilenirdi. Akabe’nin soluk yeşil renkli Renault Toros “steyşın” arabasını da o kullanırdı. Bir zamanlar plakasını bile hatırlıyordum ama artık o günler çok uzakta kaldı. Cahit abinin, o yeşil steyşın arabayla Selanik Caddesi’nin doğusundaki, Rasim abilerin oturduğu taraftaki yokuştan inişini hayal meyal hatırlıyorum.
Bir defasında, matbaadan mı dönüyorduk, yoksa postaneden mi, tam hatırlamıyorum. Cahit abiyle birlikteydik. Mithatpaşa Caddesi üzerinde, Sakarya’ya bakan köşedeki postaneye gelirken aynı sırada küçük bir baklava dükkânı vardı. Geçenlerde gittiğimde gördüm, hâlâ yerinde duruyor. İşte oraya uğradığımızı, birer baklava yediğimizi, belki yanında limonata içtiğimizi hatırlıyorum. Sonra yolumuza devam edip Akabe’ye döndük.
Derginin ve kitapların paketlenmesinden dağıtımına kadar çeşitli aşamalarda işin bir ucundan tutmak, bunu yaparken sohbetlerden nasibini almak üzere gençler ve öğrenciler, boş zamanlarında Akabe’ye uğrardı. O günlerde Meteoroloji Lisesi’inde öğrenci olan Seyfettin Ünlü de onlardan biriydi. Kimi arkadaşlarıyla, kimi yalnız arada bir çıkar gelirdi. Bir defasında, çekinerek elime bir şiir tutuşturdu. Baktığımı, “oğlum bu baya şiir” dediğimi hatırlıyorum. Henüz Cahit abiye göstermekten çekiniyordu.
O gittikten sonra şiiri Cahit abiye göstermiştim. “İlk görüşü” iyi savuşturmuştu doğrusu. Sonraki günlerde aralarında çok iyi anlaştılar, Seyfettin bu işe iyiden iyiye bulaştı, güzel şiirler yazdı. Cahit abi bildiğim kadarıyla bizzat kalabalıklara hitap etmezdi. Sevmezdi de. Ama hitap ettiği büyük bir kalabalık vardı. Tek tek ilgilenerek oluşturduğu büyük bir kitle. O ağaçlarla ilgilendi, ormanla değil.
1983 – 85 yıllarında bir kopukluk oldu. Bu dönemde Londra’ya gitmiş, iki yıl kadar kalmıştım. İlk kez Londra’da Milli Sanat Galerisi’ne gittiğimde, Picasso’nun Guernica’sı bir duvarda boydan boya uzanıyordu. İspanya İç Savaşı’nın kaosunun bütün gerçekliğiyle anlatan bu tabloya uzun uzun baktım ve içimden şu cümle geçti: “İşte Cahit Zarifoğlu’nun şiiri”.
O an bende ne gibi çağrışımlar uyandırdı, tam olarak bilemiyorum. Ama çevremde her zaman bana Cahit abinin şiiri hakkında sorular gelmiştir. Sezgi, düşünce, ses, sözcükler gibi şiirin bilinen malzemesiyle işe koyulduğumda anlatmakta pek başarılı olamıyordum. Şiire insanların alışkanlıklarıyla yaklaşamıyorsanız, nasıl anlatacaksınız? Benden daha anlaşılır ipuçları bekliyorlardı. Bazen hazırlıksız ortamlarda bizi zor durumda bıraktığı için hayıflandığımı hatırlıyorum.
Guernica’yı normal boyutlarında seyrederken, yeni ipuçları bulduğumu düşünmüş olmalıyım. İnsanlar gördüklerini daha kolay kavrayabilir; ne de olsa birinin sözcüklerle yaptığını, öbürü renklerle, fırça darbeleriyle yapmıştı. Tabii, o da usta bir sanatçıydı ve görselliğin “ayartıcı avantajını” en aza indirgemenin bir yolunu bulmuştu.
Cahit abinin şiiri hakkında soranlar, bu tabloyu görünce sorularından vazgeçecek değildi. İhtimal bu defa tablo şimşekleri üzerine çekecekti. Ama hiç değilse onlara parmağımla gösterebilecektim; “İşte bu!”. Bu iş daha fazla anlatılamazdı.
İdeolojik çatışmaların yaşandığı, sokakların tehlikeli olduğu bir dönemdi. Sesler marşlara ayarlanma sevdasındaydı. Bu ortamda insanların, okurların şairlerden beklentileri vardı. Şairler hem bunlara cevap vermek hem de adam gibi şiir yazmak durumundaydı. Zarifoğlu ilginç bir şekilde, şiirin evrensel dilinden ödün vermeden insanların gönlüne ulaşacak damarı bulmayı başarıyordu.
Bir süre Ankara’da kaldıktan sonra çalıştığım yayın kuruluşu ile birlikte İstanbul’a geldim. O sırada Cahit abi İstanbul Radyosu’ndaydı. Bir telefon görüşmemiz oldu. Kiralık yer arıyordu. Uygun bir yer bulabilirsem bildirecektim. Fatih’te ailecek kaldıkları yeri gösterdiler bana. Zemin kat gibi bir yerdi. Ama artık orada oturmuyordu. Anadolu yakasına Küplüce’ye taşınmıştı.
Ben bir yandan üniversitede yüksek lisans çalışması yapıyor, bir yandan da bir yayın kuruluşunda çalışıyordum. Ona ev aradığımızı hatırlıyorum. “Orta halli bir şey olsun” demişti. O hep orta halli yaşadı ve bildiğim kadarıyla maddi açıdan pek “rahat” yüzü görmedi. Bunu önemsediği de yoktu. Ve eskinin büyük sanatçıları gibi eserlerinin “mürüvvetini” göremeden aramızdan ayrıldı.
Bu arada ben de nüfus cüzdanında “evli” yazanlar zümresine katılmıştım ve Çengelköy’de oturmaktaydım. O zamanın İstanbul’unda yol, su, elektrik, kısacası her açıdan bir altyapı problemi vardı. Hayat pahalılığı her zaman gündemdeydi. Dönemin belediyeleri, üreticiden tüketiciye sebze-meyve ulaştırmaya pek meraklıydı. Bunun için belli yerlerde özel mekanlar tahsis edilmişti.
Üsküdar’da bugün katlı otoparkın bulunduğu yerde birtakım kamyonlar park eder, uzun kuyruklar oluşturan tüketicilere sebze-meyve satardı. Buna benzer bir yer aynı dönemde Beşiktaş İskelesi’nin önündeki yıldız yokuşunun başladığı alanda açılmıştı.
Orada kamyonlar yoktu ama hesaplı sebze ve meyve satılan bir çeşit halk pazarıydı. Bunları neden mi anlatıyorum? Efendim, biz de bazen Beşiktaş gezisine çıkar, oradan alışverişimizi yapar, Barbaros İskelesi’nden vapura binerek Çengel’e giderdik.
İşte bu gezilerimizden birisinde biraz sebze – meyve alalım diye sözünü ettiğim yere gitmiştik. Orada kenarda park etmiş açık yeşil renkli Renault Toros steyşın arabayı gördüm. Ben bu arabayı tanıyordum. 06 ile başlayan plakasını henüz unutmuş değildim. Yaklaştığımızda alışveriş ortamında gözlerim aradığını buldu. Cahit abi oradaydı. Eve hesaplı bir şeyler almak için durmuştu. Ayaküstü konuştuk biraz.
Kendimi anlattım. En son durum raporu verdim. O halen ev arıyor muydu, bulmuş muydu bilemiyorum. Konuşmanın içeriği bende silinmiş durumda. Fakat orası, onu en son gördüğüm yerdi: Beşiktaş halk pazarı. Eşimle birlikte onu uğurladık.
Cahit abi arabaya binerken ben eşime onu anlatmaya çalışıyordum. Yeşil renkli Toros steyşın, Barbaros’tan yukarı doğru köprü istikametinde uzaklaştı. İşte o arabayı Cahit abi kullanıyordu. Son görüşüm olduğunu nereden bileyim.
Beşiktaş gibi bir yerde o pazar uzun yıllar varlığını korudu. Sonra izi bile kalmadı. Üsküdar’da halk pazarının yerine devasa bir otopark yapıldı. Zamanla eskidi, yıkıldı; bu defa zemin altına bir yenisi yapıldı. Üzeri geniş meydan oldu. Zamanın akışında İstanbul legosunda kim bilir daha neler yapılıp bozulacak.
Beşiktaş’a yolumuz düştüğünde bazen eski halk pazarının olduğu meydana bakarım. Cahit abinin arabasını orada görür gibi olurum. Ne yazık ki şehirler, hatıraları yok etmek ister gibi sürekli değişiyor.
Cahit abiyle ilgili anılarımda bundan öncesine ve sonrasına ait başka enstantaneler de var. Lakin yad etme anlamında bu kadarının yeteceğini düşünüyorum. Onu kaybettiğimiz 7 Haziran 1987 gününden bu yana her yıl aynı gün öğle vakti bir grup vefalı insan Küplüce’deki kabri başında toplanarak, bir şiirinde kendini ACZ harfleriyle ifade eden bu güzel insanı anıyor:
Seçkin
Bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim.
Karşı yakadan gelen Mustafa Ruhi Şirin, Beylerbeyi deyince aklımıza gelen şair Nureddin Durman, Yedi İklim dergisiyle hem bir geleneği sürdüren hem de Üsküdar’ı ihya eden Ali Haydar Haksal ve arkadaşları, daha adını burada anamayacağım nice edebiyat ve sanat dostu zarif insan, sessiz bir organizasyonla Cahit Zarifoğlu’nun Küplüce’deki kabri başında toplanıyor, dua ve niyazlarla bir nebze huzur iklimi yaşıyor.