Tanrı Dağlarının Eteklerinde Bir Tefekkür Esintisi

Dar ve bakıma muhtaç bir mescid, bakkalı andıran market ve benzeri “şey”lerle bir başkent havalimanı imajından oldukça uzaktı. Mescidde namazlarımızı kılmış ve Hüseyin ile vedalaşmıştık. Onu İstanbul’a yolcularken, ben ise iki senenin ardından tekrar Özbekistan’a doğru yola koyulmuştum.

Zübeyir ŞEKERCİ

  Almatı’dan karayoluyla Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e geçmiştik. Sınırdan girişte pasaport kontrolü dışında eşya kontrolü olmamıştı. Belki de Türk devletleri arasında sınır geçişlerinde görece esneklik gösteriliyordur diye düşündük. Otobüsün indirdiği yerden yolculukta tanıştığımız Malezyalı bir arkadaşla konaklayacağımız yer geçtik. Bir taksi uygulamasından taksi çağırmış ve kendi ödemişti. Israrcı olmamıza rağmen zaten ücretin az olduğunu belirtmesine karşın biz de İstanbul’a yolu düştüğü takdirde bir yemek sözü vermiştik. Bereketli bir anlaşmaydı.

 Konakladığımız yere vardığımızda, otelin kapısını vaktin gece yarısını geçtiğinden ötürü bir süre kimse açmadı. Daha sonra bir hanımefendi ve bir beyefendi açtılar. Bizimle oldukça akıcı bir Türkçe ile iletişim kuran hanımefendiye, Türkçeniz çok güzel kabilinden bir cümle sarf ettiğimizde “sevince insan öğreniyor” dönütünü almıştık. Çift olduklarını düşündüğümüz beyefendi ve eşi, kaldığımız süre boyunca bizimle çok güzel ve içten ilgilenmişlerdi.

 Yorucu yolculuk sonrası birkaç saat dinlendikten sonra sabah yola koyulmuştuk. İlk durağımız, Bişkek’in meşhur Oş Pazarı’ydı. Tekstilden gıdaya kadar geniş bir alışveriş ağına sahip Oş Pazarı, bir hayli yoğun sirkülasyona sahipti. Pazarın içerisinde bulunan bir lokantada kahvaltı yaptıktan sonra içeriyi gezmeye koyulduk. Hediyelik eşya alırken pazarlık sünnetini de sonuna kadar yerine getirdik. “Hijyen” algısını alt üst edecek bir pazar olmasının yanında bir hayli renklilik arz ediyordu. Öğle vakti ezan sesi duyduğumuzda dikkatimizi çekmişti. Zira yol boyunca İslam’ı temsil eden giyim-kuşam dikkat çekiyordu. Nitekim seyahat boyunca bu temsiliyeti hissedecektik.

 Bişkek, Tanrı Dağları’nın kuzey eteklerinde, yerden 750 m yükseklikte kurulmuş bir şehirdir. İslam Ansiklopedisi’nde, şehrin isminin 1766 yılında Kazak Hanı Abılay’a karşı savaşan Pişpek adlı kahramandan geldiği rivayetinden bahsedilmektedir. 1917 Bolşevik İhtilali öncesine kadar şehirde yirmi cami ve mescid bulunmaktaydı. İhtilalle birlikte, Dunganlar’a ait bir cami ortadan kaldırıldığı gibi, diğer Türki devletlerde olduğu gibi burada da Müslümanlara ciddi baskılar uygulanmıştır. Sovyetler dağıldıktan sonra bağımsızlığını ilan edildikten sonra aşamalı olarak serbesti sağlandı. Tarım ve hayvancılığın yoğun olduğu Bişkek, modern paradigmaya göre şehir düzeni olarak “gelişmemişlik” arz ediyor diyebiliriz. Zira şehir içi ulaşım bilhassa yayalar için kaotik bir yere sahip. Bu sebeple yaya iken dikkatli olmaya gayret ettik.

  Otele dönüp namazımızı kıldıktan sonra çağırdığımız taksi gelmiş ve nice mitlere konu olan Tanrı Dağları’nın eteklerine dümeni kırmıştık. Şehir merkezinden dışarı çıktığınızda, sıradağlar sizi tüm cesametiyle karşılıyordu. Yeni nesil Türkçe parçalara aşina olan Kırgız şoförü, Cem Karaca ve Barış Manço ile tanıştırmıştık. Cem Karaca eşliğinde Al Arşa Milli Parkı’na varmıştık. Hava biraz serin ve yürümeye müsaitti.

  Parkın girişinde insanlara alışmış olan sincaplar sizi karşılıyordu. Tanrı Dağları’nın eteklerinde yer alan Al Arşa Milli Parkı, yoğun bir ilgiye mazhar. Maviden beyaza renk cümbüşüne sahip dağlara, yeşilin binbir çeşit tonuyla eşlik ediyordu. Türk mitolojisinde ayrı bir öneme sahip olan Tanrı Dağları, cesametiyle sizi büyülüyordu. Parkın içerisinde yürürken, vadilerin arasından akıp gelen suların sesi doğal bir ritim oluşturuyordu. Bir süre yürüdükten sonra su kenarında durmuş ve tabiata kulak vermiştik.

 Bir iki saat yürüyüşün ardından giriş kısmındaki mescitte, Kırgız bir abinin imametinde akşam namazını kılmış ve saatin geç olmasından ötürü kapı önünde aracıyla bekleyenlerden bir abiyle anlaşarak yola koyulmuştuk. Şehir merkezine yakın bir yerde araç değişimi olmuştu. Taksiciliğin ciddi bir kazanç teşkil ettiği için bu tip olaylar bizi şaşırtmıyordu. Yeni geçtiğimiz aracın sahibiyle konuştuğumuzda “turan”dan bahsetmiş ve bir olmalıyız vurgusunu yapmıştı. Telefon kılıfındaki Filistin bayrağı da bizi mutlu etmişti.

  Otelde bir süre dinlendikten sonra yemek için tekrar dışarı çıkmıştık. Bişkek’e veda etmeden, at eti yoğunluklu yöresel bir yemek olan beşparmak yemeye niyetlendik. Beşparmak denmesinin nedeni, adı üstünde eldeki beş parmağın da aktif kullanılarak yenmesiyle ilgilidir. Öyle ki, bu yemeği elle yemeyene hoş bakılmazmış. Burada çatalla yemek yemenin bir “medeniyet” ölçüsü olduğunu savunan ve elle yemenin Araplara mahsus bir “olgu” olduğunu iddia eden Türk sekülerlerinin tespitlerinde ne denli haksız olduklarını bir anlamda teyit etmiştik. Oryantalist bakış açısının hakikatten uzaklaştırdığı bir gerçekti. Beşparmak, şaşlık ve akabinde çay-tatlı ikilisiyle yeme-içme işini noktalamıştık. Bereketli bir günün ardından kaldığımız yere dönmüştük.

  Ertesi gün sabah erkenden Bişkek Havalimanı’na gelmiş ve uçağı beklemeye koyulmuştuk. Havalimanının iç hatlar kısmı, Türkiye’deki ortalama bir otobüs terminalini andırıyordu. Dar ve bakıma muhtaç bir mescid, bakkalı andıran market ve benzeri “şey”lerle bir başkent havalimanı imajından oldukça uzaktı. Mescidde namazlarımızı kılmış ve Hüseyin ile vedalaşmıştık. Onu İstanbul’a yolcularken, ben ise iki senenin ardından tekrar Özbekistan’a doğru yola koyulmuştum.