Kadim Şehrin Bize Söyledikleri

Şehir, en parlak dönemini Samaniler devrinde yaşamıştır. Uhdesinde birçok âlim, derviş ve şair yetişmiştir. İslam mimarisinin müşahhas örnekliği, şehirde inşa edilen birçok eserle vuku bulmuştur. 1920’lerde başlayan Rus işgaline değin şehir, inişli çıkışlı da olsa merkeziliğini korumuştur.

Zübeyir ŞEKERCİ

 Trenden indim, çıkışta yine oradaydılar. Oldukça kalabalıklardı ve terminalden çıkan insanlarla iletişim kurmaktan bıkmamışlardı. Taksicilikten geçimini sağlayan yüzlerce kişi vardı. Özbekistan’daki turistik faaliyetlerin gelişimi, beraberinde taksicilik sektörünü de beslemişti. Farklı meslek gruplarından birçok insan, günün belli vakitlerinde turist “dedektörlüğü” yapıyordu. Elbette bu durum, beraberinde kültürel bir “kırılmayı” da getiriyor; fakat bu, başka bir yazının konusu.

  İki sene evvel geldiğim kadim şehir Buhara’ya adım attığımda, beni yağmur karşılamıştı. Eski şehir(old town) bölgesinde, yağmur damlaları toprağa değdikçe adeta efsunlu bir manzara çıkıyordu ortaya. Şehrin tarihi yerleri, otel, hediyelik eşya dükkanları ve restoranlarla çevriliyken; hayat, daha çok dışarı alanda yaşanıyordu. Bu, otantizme bir bakışın tezahürüydü. Yaşanan bir dönem “donuklaştırılıp” turistin hizmetine sunuluyordu. Nitekim bütün seyahatim, bunları teyit ederek geçecekti.

 Buhara’nın ismi, bir rivayete göre Sanskritçe bir kelime olan Vihara (Budist tapınağı) ‘den gelmektedir. Şehrin İslam’la tanışması, 674( H.54) yılına dayanmaktadır. Muaviye’nin Horasan Valisi Ubeydullah bin Ziyad tarafından fethedilen şehrin hakimiyeti, daha sonra Türkistan coğrafyasında önemli zaferlere imza atmış Kuteybe bin Müslim sayesinde 750’lerin başında sağlamlaştırılmıştır. 

Şehir, en parlak dönemini Samaniler devrinde yaşamıştır. Uhdesinde birçok âlim, derviş ve şair yetişmiştir. İslam mimarisinin müşahhas örnekliği, şehirde inşa edilen birçok eserle vuku bulmuştur. 1920’lerde başlayan Rus işgaline değin şehir, inişli çıkışlı da olsa merkeziliğini korumuştur. SSCB döneminde Müslümanlar birçok problemle karşılaşmıştır. Şehrin tarihi hakkında yazılan en eski eser, Tarih-i Buhara’dır. (Müellifi Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Süleyman el-Buhari’dir.)

Konaklayacağım yere yerleşip bir süre dinlendikten sonra Kalyan Mescidi’ne doğru yürüdüm. Akşam namazını orada kılmayı düşünüyordum. Hava yeni kararmıştı, Buhara soğukluğunu hissettirmişti. Mescide geldiğimde gördüğüm manzara beni hem üzmüş hem de düşündürmüştü. Kalyan Camii’in ve tam karşısındaki kadim medrese Mir-i Arap’ın gölgesinde, renkli ışıklarla eğlenen ecnebi turistler… İslam’a dair hiçbir bilgisi olmayan birisi buraya gelse ve bu manzarayı görse,  bu iki kadim eseri eğlencenin bir “parçası” sanabilirdi. Bir süre “cümbüş”ü gözlemledim ve cami kapısından içeri girmeye niyetlendim. Kapalıydı. Daha sonra, sabah ve akşam namazlarından sonra ana girişin kapatılıp, arka taraftaki lavaboların yanındaki küçük kapının açıldığını öğrenecektim. Bir dükkâna namaz kılmak istediğimi ve caminin kapalı olduğunu söyledim. Bana namaza yarım saat sonra durulacağını söyledi. Telefonumun şarjı bitmek üzereydi;  bu yüzden otele döndüm. Niyetim, biraz dinlenip daha sonra Leb-i Havuz Meydanı’na inmekti. Ancak uyuyakaldım ve sabah ezanıyla güne uyandım.

 Ezana uyandıktan sonra abdest aldım, hazırlandım ve camiye doğru yola çıktım. Kalyan Camii’ne vardığımda, önce bir süre adeta efsunlu bir şekilde karşımda duran minaresini izledim. Moğolların ve Rusların istilasından nasibini alsa dahi cesametiyle orada öylece duruyordu. Kahverengi ve sarının ahengi, minarenin üstünde birleşiyordu. Batı Karahanlı Hükümdarı Aslan Han tarafından yaptırılan mescid, istilalar sonucu ciddi hasarlar alıp asli hüviyetine daha sonra kavuşturulsa da bu heybetli minare ilk inşasından beri varlığını korumuştu.

 Ana kapıya doğru yöneldim ancak kapalı olduğunu gördüm. Ardından diğer kapılara baktım ve hepsinin kapalı olduğunu fark ettim. Caminin ana girişinin çaprazındaki binanın önünde duran adama sorduğumda, beni Mir-i Arap Medresesi’nin girişine yönlendirdi. Şaşırmama rağmen söylediğine uyarak medresenin yan kapısına yöneldim. Kapıdaki iki gence meramımı anlattım. Türkiye’den geldiğimi özellikle belirterek camiye namaz kılmak için geldiğimi, ancak kapının kapalı olduğunu söyledim. Gençlerden biri, diğer kapının açık olabileceğini ima edince tüm kapılara baktığımı söyledim. Gençlerden biri, insafa gelip beni içeri aldı. Tevafuk; iki sene evvel geldiğim zaman içeriye giremediğim bu kadim medreseye bir sabah namazı vesilesiyle adımımı atmıştım. İki kattan ve muhtelif odalardan müteşekkil medresenin ana girişin sağ tarafında bulunan mescidine geçtim. Hafızlık talebeleri derslerine çalışıyordu. İçim kıpır kıpırdı; yüzyıllara dayanan bir ilim meclisinin içerisindeydim. Sünneti kıldıktan sonra mescidi inceledim. Daha sonra kamet getirildi ve namaza durduk. Kıraati oldukça düzgün imam, ilk rekâtta Rahman Suresi’nden, ayetler okuduktan sonra ikinci rekâtta Tarık Suresi’ni okumuştu. Namaz sonrasında tesbihat yapıldı, zikir çekildi. İşte o an, asırları aşan bir hikâyenin ortasında, hatta bir parçası gibiydim. Neyse ki bana ayrılan vakit dolmuştu; heybeme güzel bir hatıra yüklemiş ve yola koyulmuştum.

  16. yüzyılda Şeybani hükümdarı Ubeydullah Han tarafından inşa edilen medrese, Sovyet döneminde dahi faaliyetlerini sürdürmeye gayret etmiştir. Mir-i Arap ismi,  ana kapıdan girince sol odada kabri bulunan Şeyh Abdullah Yemeni’ye dayanmaktadır. Türkistan mimarisinin güzel bir örneği olan bu eser, mavi çinilerle çevrili olup iki kattan müteşekkildir. Geniş bir avlunun çevresinde yer alan her iki kattaki derslikleri dışında,  içerisinde bir de mescid bulunmaktadır.

 Medreseden çıktıktan sonra, iki kadim eserin huzurunda uzun bir süre soluklandım. Bir iki kişi dışında ne turist vardı ne de “eğlence”. Camiye girmek istediğimde görevli benden para istedi; ancak henüz bozdurmadığım için sonra gelmek niyetiyle ayrıldım. Uluğ Beğ Medresesi’nin bulunduğu sokaktan Leb-i Havuz Meydanı’na doğru yürüdüm. Şehrin kadim dokusunu sabahın bereketiyle hissetmiştim. Bir süre daha dolaştıktan sonra kaldığım yere döndüm.

  Evvelsi gün, tek öğünle günü idare eden ve haliyle yorgun düşen ben, otelin kahvaltı imkânlarından sonuna kadar faydalanmıştım. Yemek sonrası hazırlanmış ve şehri arşınlamak üzere tekrar dışarı çıktım. Kalyan Camii’nin 100-200 metre ötesinde, atm’lerden dövizi bozduktan sonra Ark Kalesi’ni sağıma alıp bir süre yürüdükten sonra caddenin karşısındaki Bala Havuz Camii’ne vardım. 1712’de inşa edilen cami, ahşap işlemeli yirmi sütunun yanı başındaki havuza yansımasından ötürü “kırk sütunlu” camii olarak da anılır. Küçük ve şirin bu caminin minaresi camiden ayrı bir şekildedir. Tezyini, havadarlığı ve maneviyatıyla insanı mest ediyor. Restore görmüş caminin orijinal dokusu “sıva”dan ötürü tahrip olmuştu. İlk gelişimde içeriden zorla çıkartılmıştık; ancak bu sefer uzun bir süre kalmıştım.  Çıkarken cami görevlisine ikindi namazına ne zaman durulacağını sordum. Burada ezan, vakit girdikten yarım saat sonra okunuyor çünkü.(Özbekistan genelinde bu şekilde bir “prosedür” mevcut)

 Bir sonraki durak, Buhara’nın altın çağını yaşatan Samani hanedanından İsmail Samani’nin türbesiydi. Türbe birçok yönüyle özgünlüğünü koruyor. Girift ancak belli bir ahengi barındıran mimarisi oldukça ilgi çekiciydi. Türbeye girerken bir adam ücret talep etti. Kendisine Müslüman olduğumu, Türkiye’den geldiğimi ve merhumu ziyaret edeceğimi söyleyince izin verdi. Ülke genelinde türbelerin ücretli olması bir problemse de Müslüman ve Türk kimliğiniz birçok sorunu çözebiliyor. Türbe içinde uygunsuz giyime sahip turistler vardı. Maalesef,  İslam dünyasında “turizm”e peşkeş çekebilme adına tavizler veriliyor.

  Merhumun başında Fatiha okuyup dua ettikten sonra, bir rehber Türk olduğumu anlayınca ufak bir muhabbet açıldı. Beni Ruslara benzettiğini söyleyip, dua ettiğimi görünce “Rus Müslümanlar da var” düşüncesiyle hareket etmiş; ancak sonrasında Türk olduğuma kanaat getirmiş. Türbeden bahis açılınca, burada sadece Samani’nin mezarı olmadığını, Rusların mezarları açtığını ve daha sonra turistik amaçlı merhumunkini bu halde koruduğunu söylemişti. Ve “ Buharanın her yeri mezardır” gibi bir ifade kullandı.

Türbeden çıktıktan sonra kısa bir süre Hz. Eyyüb(a.s.)’ın makamına uğradım, daha sonra Ark Kalesi’ne geçtim. Rivayetlere göre kalenin yapımı MS. 5.  yüzyıla dayansa da bugünkü hüviyetine Buhara Emirliği döneminde kavuşmuştur. Emir’in yazlık sarayı, misafirler için tahsis edilen odalar ve mescid barındırmaktadır. Kaleye girişte sağlı sollu camekanların ardında dönemin tarihine dair eşyalar sergilenmektedir. Orayı hızlı şekilde geçtikten sonra, Cuma Mescidi olarak da bilinen mescide girdim. Maalesef ibadete kapalıydı, sadece turistik amaçlı kullanılıyordu. Daha sonra yazlık saraya geçip akabinde burçların oraya çıkmıştım. Şehri burçlardan izlemek oldukça keyifli ve düşündürücüydü. Bu, şehrin ihtişamlı tarihi ve şimdisi arasında bir muhakeme/muhasebe imkânı veriyordu. Tam o sırada ikindi ezanı okundu. Ezan okunduktan bir süre sonra Kalyan Camii’ne hareket ettim. Normalde ücretli olan camiye, namaz kılmak için geldiğimi söyleyince hemen içeri alındım. Cami, 1121 yılında inşa edilmiş olup, minaresi dışında istilalardan ciddi hasar görmüş ve bugünkü haline 16. yüzyılın başında kavuşmuştur. Minaresi, aşağıdan yukarıya doğru daralan silindirik bir yapıya sahiptir. Mukarnaslı şerefeye sahip minare, büyük bir kemerle inşası biten camiye bağlanmıştır. Caminin bugünkü haline bakıldığında, ana mihrap ve avlunun solunda kalan odalar kullanıma kapalıdır. Geniş avlusu, işlemeli mihrabı, bitkisel ve geometrik süslemeleriyle klasik mimariye iyi bir örnektir. Ön ve arka cephede birer, sol ve sağ cephede ikişer kapı bulunmaktadır. SSCB ve Karimov döneminde ibadet anlamında sıkıntı çeken Özbekler bugün “en azından” giriş cephesinin sağındaki kısmı namaz için kullanılabiliyor.

  Namaz için camiye girdiğimde tanıdık bir sima ile karşılaştım. Taşkent’te Bağımsızlık Meydanı’nda tanıştığım, daha sonran isminin Fares olduğunu öğrendiğim, Halep asıllı abi. Kısa bir hasbihal sonrası namaz için müsaade istedim. Namazı kıldıktan sonra Leb-i Havuz’a yemek yemeğe geçtim. Maalesef alkolsüz restoran hiç yoktu. Helal gıdayı, haram içecek servisleriyle tüketmek durumundasınız. İslam’ın bayraktarlığını yapmış kadim şehir “döviz” kaygılarına meze edilmekte ve ecnebilere ihtimamda kusur bırakmıyordu…

 Ertesi gün sabah namazı için Kalyan Camii’ndeydim. Etrafı iyice kolaçan etmiş, lavabo kısmındaki girişin açık olduğunu görmüştüm. Namaz sonra otele dönüp dinlendikten sonra, dört minaresiyle meşhur Chor Minor Medresesi olarak nam salmış tarihi yapının oraya geldim. Halife Niyazi tarafından 19.yüzyılda medrese olarak inşa edilse de günümüzde turistik ve ticari amaçlı kullanılıyor. Türkistan mavisi dört minareye sahip yapının medrese kısmı günümüze gelememiştir. Minarelerin orda tanıştığım Amerikalı teyzeyle hasbihal etmiştik. Arkadaşlarının yalnız gezmesinden ötürü “deli” dediklerini söylemişti. Ben de bunun, yani yalnız gezmenin (tursuz gezmenin), daha sahici ve kişiye ait olduğunu ifade etmiştim.

  Chor Minor sonrasında Uluğ Beğ Medresi’nden Kökaldamış’a değin rotanın kalan kısmını tamamladım ve akşamı Bahauiddin Nakşibendi’nin kabrinde sonlandırdım. Tasavvufun en önemli isimlerinden biri olan merhumun kabri, daimî teveccüh görüyordu haliyle. Muhtelif milletlerden Müslümanlar geliyor, dualarını edip, Kuran tilavetinde bulunuyordu. Nitekim ben de merhuma dua ettikten sonra biraz Kuran okumuş ve manevi havanın etkisinden istifade kendime ve sevdiklerime dua etmiştim. Bir saat sonra tekrar konakladığım yere döndüm. Ertesi gün Semerkand’a yolculuk vardı. Veda vaktiydi; bir gün tekrar gelebilmek niyazıyla…