Üstat ‘Çile’ şiirinde demiş ya: “Heybem hayat dolu, deste ve yumak…”, benim de torbamda çeşit çeşit yaprak ve kozalak…
Cemal BALIBEY

Her sabah işe giderken Fatih Camii’nin avlusundan geçer, hazirede medfun bulunanlara birer Fatiha hediye ederim. Özellikle de Emin Saraç Hocamızın aynı hazireye defnedilmesinden sonra dualarımı artık onun yanı başında, servilerin gölgesinde yapar oldum.
Emin Saraç Hocaefendi, ulema şehri Tokat’ımızın yetiştirdiği son devrin mümtaz âlimlerinden biriydi. Son nefesine kadar ilmî geleneğin yeni nesillere tevarüs etmesi için çırpınan bir gönül ehliydi. Ömrü kitapların arasında geçmiş; kendini talebelerine ilim öğretmeye ve insan yetiştirmeye vakfetmişti. Fatih Camii’ndeki mütevazı hücresi, adeta bir ilim mektebi, bir dershane gibiydi. Ben de fırsat buldukça bu selatin camiine uğrar, ellerini öper, hayır duasını almaya gayret ederdim. Hem zamanımızın büyük âlimlerinden biri olması, hem de hemşehrim olması hasebiyle bunu kendime bir vazife telakki ederdim.
Emin Hocamın bende yeri ayrıdır. Her ziyarete gittiğimde bana sevgiyle, tebessüm ederek, “Niksarî” diye hitap ederdi. Kayınpederimden kızını istemeye gittiğimizde hemşehrimiz ve büyüğümüz olarak aramızda bulunmuş, duamızı da bizzat kendisi yapmıştı. Akraba ziyareti için gittiği Niksar’da saç ve sakal tıraşını babam yapardı. Hatta babamın sakal bırakmasında da Hocamın, “Artık sakal bırak!” tavsiyesi etkili olmuştu. Vefatına yakın bir zamanda, babam da sakal bırakmıştı.
Bende derin izler bırakmış o nuranî sîması hâlâ hafızamda tüm berraklığıyla duruyor. Ve o kendine has, son hecesini uzatarak söylediği “Efendiiim” nidası… Unutmam mümkün değil.
Kuş Sesleri Deliyor Sessizliği
Hazireye açılan demir kapıdan içeri adımımı atar atmaz, “Esselâmü aleyküm yâ ehlel kubûr,” diyerek kabristan sakinlerini selamladım. O an, sanki dünyadan sıyrılmış da bambaşka bir âleme geçmiş gibiydim. Şehrin keşmekeşi, gürültüsü, telaşı geride kalmış; ruhumu içine çeken apayrı bir iklimin sessizliğine sığınmıştım. Derûnî bir sükûnet hüküm sürüyordu burada.
Sıra sıra dizilmiş mezar taşları, faniliği hatırlatıyor; esas yurdun ahiret olduğunu fısıldıyordu kulağıma. Her biri, kadim bir medeniyetin suskun tanığıydı sanki. Kimi zaman çatlayıp kırılmış, kimi zaman yazısı silinmiş olsa da, hepsi vakur bir eda ile arz-ı endam ediyordu.
Bu derin sessizliği zaman zaman ağaçlardan yükselen kuş cıvıltıları delip geçiyordu. Sanki ötüşleriyle toprağın altındaki ebedî sakinlere selam yolluyorlardı. Diğer eski kabristanlarda olduğu gibi burada da asırlık servi ağaçları semaya doğru uzanıyordu. Her biri birer canlı tarih, zamanın tanığıydı.
Ağaçların her birini severim, ama serviler; onlar bambaşka… Kökleri toprağın derinliklerinde, başları semaya dönük… Akif’in ifadesiyle, “ruh-i mücerret gibi” göğe yükselen naaşların sembolü… Bu yüce ağaçlar, çoğu hâk ile yeksan olmuş bedenlerin başında sessiz bir huşuyla nöbet tutuyordu. Dua için semaya açılmış elleri andıran dallarıyla, toprağa emanet edilen canlar için maveraya selam yolluyorlardı usulca.
Rüzgara Karışan “Hû” Sesleri
Servi ağacının endamı, sık dalları, kışın dökülmeyen yaprakları ve küçük altın topları andıran kozalakları hep dikkatimi celbetmiştir. Geleneğimizde hem faniliğin hem de vahdetin sembolüdür. Her mevsim yeşilliğini koruyan estetik duruşu, uzun ömürlü oluşu ve ihtiva ettiği reçine sebebiyle havaya yaydığı hoş kokusuyla mezarlıklar için belki de en münasip ağaçtır. Mezarlıklara servi dikiminin bir diğer sebebi de, tefessüh kokusunu bastıran rayihasıyla havayı temizlemesidir.
Mezarlar ve ağaçlar arasından temiz havayı derin derin içime çeke çeke ilerledim. Serviler, hafif rüzgârın etkisiyle zikir çeken bir derviş edasıyla nazlı nazlı salınıyor, hışırdayan yapraklarıyla adeta “Hû” diyordu. Minik kozalaklarıysa güneş vurdukça nefti yeşil ibrelerin arasında canlı ve çarpıcı renkleriyle ışıl ışıl parıldıyordu. Gözüm, arka planda zamanı demleyen kubbe ve minarelere ilişti. Serviler, camiyle birlikte göz alıcı bir silüet meydana getiriyor; göğe uzanan minarelerle adeta yarışıyordu. O an içimde tarifsiz bir seyran uyanıyor, nefesim kesilecek gibi oluyordu.
Her Kuşun Bir Dalı Vardır
O esnada uçarak gelen sevimli bir papağan, servinin yüksekçe bir dalına kondu. Zümrüt yeşili tüyleriyle koyu yeşil ağacın üzerinde, adeta tabiatın kurduğu bir dekoru ustaca tamamlamıştı. Dala yerleşir yerleşmez bir ev sahibi edasıyla başladı kozalakları gagalamaya. Hiç ses çıkarmadan, pür dikkat izliyordum olan biteni. Telaşlı hareketlerle başını indirip kaldırıyor, bu haliyle hareketli bir bibloyu andırıyordu.
Kozalakların tohumları pek lezzetli gelmiş olmalı ki bu işi büyük bir iştahla yapıyordu. Her gagalamadan sonra neşeli bir çığlık atıyor, bir ötüyor pir ötüyordu. Sessizliğe bürünmüş mezarlık, servilerin derin gölgesinde yankılanan bu sevinçli sesle canlanıyor; diğer ağaçlardaki kuşlardan da karşılıklar geliyordu. Ağaçların arasından, sanki bir koro uyumuyla ötüşen onlarca kuşun sesi yükseliyordu. Biri susunca diğeri, o susunca bir başkası başlıyordu. Sanki aralarında gizli bir anlaşma varmış gibi yalnızca sırası gelen ötüyordu. Bu tabiat senfonisi, niçin orada olduğumu bile unutturacak kadar büyüleyiciydi.
Görünen o ki, birçok kanatlı misafir, İstanbul’un göbeğindeki bu yemyeşil hazireyi kendine mesken edinmişti. Papağan ise, kozalağın sapa en yakın yerine sertçe bir gaga darbesi indiriyor, bazen onu düşürüyor, ardından daldan dala atlıyarak en manzaralı noktalarda yeni kozalaklar buluyordu.
Kaç Asrın Ezanı Sinmiş Serviler
Bu kadim hazirede nice elem, nice hüzün, nice vedalar saklıydı… Her servi, toprağa gözyaşlarıyla teslim edilen bir canın sessiz şahidi gibiydi. Her biri, yüzyıllardır dua ve niyazla yıkanmıştı adeta. Kim bilir kaç asrın ezanı, kaç neslin feryadı sinmişti bu ağaçların gövdesine, yapraklarına…
Tam o sırada, minareden öyle bir ezan yükseldi ki yüreğim sarsıldı. Sanki bir perde aralandı; madde âleminden mânâya geçiş oldu. O ne dokunaklı bir sadaydı, ne içli bir okuyuştu… Mıhlandım kaldım öylece. Haziredeki kuşlar sustu; rüzgâr bile yaprakları ürkütmemeye yemin etmişçesine durdu.
Gözlerim, ilkbahar rüzgârlarıyla titreşen servilerin yemyeşil tepelerinde gezinirken, kulaklarımda sadece ezan çınlıyordu. “Eşhedü…” nidâsıyla içimde bir ürperti koptu. Kendimi çölde bir vahada bulmuş gibiydim; serinliğin, huzurun ve sonsuzluğun ortasında.
Tabiatın sesiyle ezanın sedası ne de güzel örtüşüyordu. Her ikisi de oldum olası hep yüreklendirmiştir beni. Fakat hiç bitmesin dediğim ezan da, her fani şey gibi sona erdi. Ezan sustu, ardından kuşlar yeniden ötmeye başladı; sanki hayat ezanla durmuş, kuş sesleriyle yeniden başlamıştı.
Heybem, Yaprak ve Kozalak
Bu ruhani faslın ardından yeniden göz gezdirdim hazireye. Adımlarım beni servi ağaçlarının altına sürükledi. Yere, çil çil altınlar gibi saçılmış servi kozalakları toprağın üzerinde parlıyordu. En albenili olanlarını toplamak için eğildim. Aralarında dikkatimi çeken defne tohumları da vardı; zeytini andıran, nohut büyüklüğünde. Dağılmış tesbih taneleri gibi toprağa serpilmişlerdi. Bu tohumlardan birkaç avuç alıp bez torbama koydum. O an aklıma Üstat Necip Fazıl’ın mısraları geldi: “Heybem hayat dolu, deste ve yumak…” Benim de heybem şimdi yaprak, tohum ve kozalak doluydu.
Fakat zihnimi kurcalayan bir soru vardı: Bu kadar defne tohumu buraya nereden gelmişti? Hazirede hiç defne ağacı yoktu ki…
Cevabı tabiatın hikmetli düzeninde buldum: kuşlar! Bir sonbahar akşamı, cami semalarında sığırcıkların harikulade uçuşlarına şahit olmuştum. Ağaç altlarındaki defne tohumları onların marifetiydi. Gecelemek için haziredeki servilere tüneyen sığırcıklar, başka yerlerde yedikleri tohumları buraya taşıyor olmalıydı. Sindirim sistemlerinden geçerek toprağa düşen tohumlar belki bir gün burada da filizlenecekti.
Dalda Kuş Eksik Olmaz
Gözümde o sonbahar akşamı yeniden canlandı…
Günbatımında cami avlusundan geçerken, toplu halde uçuşlarıyla gökyüzünde dans eden binlerce sığırcık kuşunu izlemiştim. Bir orkestra şefi olmaksızın, muazzam bir ahenkle uçuyorlardı. Ani manevralarla gökyüzünde kavisler çizen uçuşlarıyla herkes gibi beni de büyülemişlerdi. Havadaki kıvrak hareketleri, hep birlikte çizdikleri desenler, bir sanat eserinden farksızdı. Sanki yerden bir toz bulutu havalanmış da iç içe helezonlar çizerek yükseliyor, ardından devasa bir yelpaze açılıyordu gökyüzünde. Koca sürü, tek bir canlı gibi hareket ediyor, tahmin edilemez üç boyutlu dev şekiller oluşturuyordu. Sonra birden gruplara bölünüyor, peşinden yeniden ve süratle birleşiyordu. Böylece izleyenlere görsel bir şölen sunuyor, bütün bir gökyüzünün onlara ait olduğunu hissettiriyordu.
Karanlık çökmeden önce, geceyi geçirmek üzere haziredeki en büyük servilere yerleşmişlerdi. Akın akın ağaçlara konarken çıkardıkları sevinç çığlıkları birbirine karışıyordu. Yüzlerce sevimli kuşun cıvıltısı o kadar coşkuluydu ki, bir anlığına son ders bittiğinde okuldan ayrılan çocukların neşeli şamatalarını andırdı bana. Boşuna “gürültücü kuş” denmemiş sığırcıklara.
Her akşam servilerde toplanan binlerce sığırcık, her sabah şafakla birlikte cami külliyesinin engin semasını fethe çıkıyordu adeta.
Serviler onlar için sadece bir konak değil, harika bir yuvaydı. Kuşlar da bu ağaçlara boşuna minnettar değildi. Meyvesini yedikleri ağaçların zararlı böceklerini tüketiyor, tohumlarını uzaklara taşıyor, tabiatın sessiz bir hizmetkârı oluyorlardı. Özellikle çimlenme engeli olan bazı tohumları yiyip sindirerek onların filizlenmesini sağlıyorlardı. Kuşlar ve ağaçlar, sessiz bir dayanışmanın, yeryüzünde kardeşçe yaşamın en güzel timsaliydi belki de.
Kalanlara Selam Olsun
Hazirede geçirdiğim bu zaman zarfında torbam, servilerin zarif kozalakları, defne tohumları ve birkaç ilginç yaprakla dolmuştu. Vedaya niyetlendiğimde başımı kaldırıp bir kez daha gökyüzüne yükselen servilere uzunca baktım. Fâtihamı okuyup gönlümdeki selamı kabir ehline yolladım:
“Ey ehli kubur… Selam olsun sizlere. Bir gün biz de sizlere katılacağız inşallah…”
O an bütün dünya ve içindekiler önemsizleşti. Hayatın faniliğini ve hırsların ne kadar boş olduğunu en derinden hissettim. Yavaş adımlarla hazireden ayrılırken Yunus’un o derinlikli dizeleri düştü dilime:
“Biz dünyadan gider olduk/ Kalanlara selam olsun/ Bizim için hayır dua/ Kılanlara selam olsun.”
Bir yandan Yunus’un deyişini terennüm ederken kalbimde tarif edilemez bir huzur vardı. Başı göğe vakarla uzanan servilere, kuşlara ve oradaki sessiz dostlara mekânı emanet ederek ayrıldım.
Dünya döndükçe kuşlar uçmaya, serviler “Hû” diyerek salınmaya hep devam edecekti.
