Sevmezsek, yok olmaktan bin beter olacağımız meseleler…
Elif ÇEVİK
Sosyal Politikalar Uzm.

Yaşamak, ama nasıl? “Ol!” bir emirdi, olduk. Fakat bundan sonra yaşananlar, işte o tek hecenin başına gelenlerin bir türlü olduramadığımız hikayesidir. İnsan ol, saygılı ol, şefkatli ol, anlayışlı ol, sabırlı ol, inançlı ol, akıllı ol, özgür ol, dikkatli ol, gayretli ol, destek ol, ayık ol, çabuk ol, sağ ol, var ol, yok ol! Burada biraz duralım. En nihayetinde hayat dediğimiz, “doğum bilmem kaç- ölüm bilmem kaç” diye mezar taşına düştükleri tarihlerin arasındaki o kısa çizgiye sığdırdıklarımız değil midir? Bir varız, bir yokuz. Mesele bu değil. Bir zamanlar var olanlar, artık yoklar. Fakat onlar yok olmadılar. Esas mesele bu! Ölenler de bizimdir, kalanlar da.
Yaşamak, yalnızca var olmak için değil, yok olmamak için de lazım. Ona göre yaşamak lazım! Yazarın dediği gibi: “Kalpsizlerin cenneti olan bu dünya bize vatan olmayacak”. Şükür ki, aslî vatan var, ötelerde kurulu sohbet meclisleri var. Biz, orada bizi bekleyen dostlarla, o sohbetlerde olmayı ümit ediyoruz. Bu yüzden ve bunun için yaşamaya ve “yaşamak için yalvarmaya mecburuz. Bizdeki ümitler yalvarmak istiyorlar”. O halde, hazırsanız yalvarmaya başlıyoruz.
Ne var ne oldu? Solunuza baktınız. Şimdi de sağa bakıyorsunuz ve tekrar sola. “Bakan akıldır, kalp uzatmaz,” demedi mi şair? Demedik mi biz kalpsizlerden değiliz? Peki kızmıyorum. Yeniden başlıyoruz. Allah, yeniden başlayanların yardımcısıdır. Şimdi yavaşça elinizi kalbinize götürünüz, “bir kalbiniz vardı, onu hatırlayınız.”. Nasıl, bulabildiniz mi? Yaşamak mıydı aradığınız? Yaşıyoruz işte. Yok, yok şaşkın olmayın. Zaman daralıyor, gelin benimle. Bulmamız gerekenler başka: “Kutsal inadı olanlar gerekli! Bir kalbi daha olanlar gerekli” bize, yürüyün! Gidip bir dosta varalım.
– Efendim.
– “Efendim, Evveli, âhiri, zahiri, bâtını selâmlarım. El-Evvelü Allah, El-Ahirü Allah, Ez-Zâhirü Allah, El- Bâtınü Allah. Sâhib’i selâmlarım. Sâhib-i Hakiki’yi selâmlarım. Sağımı, solumu, önümü, ardımı selâmlarım. “Levlâke Sırrının Mazharı”nı selâmlarım. Vâlidesini, Hadice Vâlidemi, Fâtıma Vâlidemi selâmlarım. Çihâr-ı Yâr-ı Güzin’i selâmlarım. Erkân-ı Erbaa’yı: Selman’ı, Mikdâd’ı, Ammâr’ı, Ebu-Zerr’i selâmlarım. İmâmeyn-i Muhteremeyn’i selâmlarım. Tâife-i ecinniyi selâmlarım, mü’minlerini ve müslimlerini. Ve sizi selâmlarım.”
– Ve aleyküm selam azizim. Kelamı başka zaman ederiz. Yolumuzu açtınız, sağ olun. Yolcu yolunda gerek. Dostlukla kalın!
Nasıl? Şimdi öğrendiniz mi sağınızı solunuzu? Ne duruyorsunuz, siz de selamlayın birbirinizi. Daha yolumuz uzun. Sevmemiz gereken meseleler var. Sevmezsek, yok olmaktan bin beter olacağımız meseleler… Tamam kabul, biraz sert davranıyorum size. Hem de tüm bu haberlerin kaynağını kendime saklıyorum. Fakat ne yapabilirim? “Her sır ifşa edilmez, her hakikat açığa çıkarılmaz. Hürlerin kalpleri, sırların mezarıdır”. Bakın, bakın görüyor musunuz? Şurada bir mezarlık var! Bakalım mermer yığınları içinde kalplerimizin sırrını görebileceğimiz bir ayna bulabilecek miyiz?
-Duyuyor musunuz?
-Neyi?
-Neyi.
Ne oldu, neden durdunuz? Yoruldunuz mu? Yoksa korkuyor musunuz mezarlıklardan? Korkmayın canım, titreyin! Hem kalplerinizin heyecanla ürperme zamanı gelmedi mi? O kısa çizgiyi hatırlayın! “Bazı vicdanlar, başlangıç ile sonu birbirinden ayıran bir çizginin önünde durup orada kalamaz. Ben bu hayatı; dünyaya niçin geldiğimizi, ne olacağımızı, bizi bu dünyaya göndereni anlamadan terk etmemeye niyet ettim.” Benimle misiniz? Düşün o zaman kelimelerin peşine.
Siz! Hey, siz! Neden öylece duruyorsunuz? Sorun ne? Neden cevap vermiyorsunuz? Yoksa duymuyor musunuz beni? Hani biz miskinlik ederken “Bu ne hâldür sana iy faydasuz cân / Ki yokdur gayretün iy kaydasuz cân”[1]diye azarlamıştı bizi Yunus. O kulağımızı çektikten sonra duymaya başlamıştık, unuttunuz mu? İşitmiş ve itaat etmiştik. Çıkmıyor hâlâ sesiniz.Peki, anladım. Artık devam etmek istemiyorsunuz demek. Gitmek istiyorsunuz! (Ey Yüce Allah’ım! Bu nasıl olur? Sahiden gelmek istemiyorlar mı? Ah! “Bu güzel kâinatı, bu hudutsuz vecd ve istiğrak hâlikını, bu ruhsuz insanlardan kıskanıyorum! Hâlik’ımız bu insanları kâinattan çıkarıp atmalı! Fakat onların yerine koyacak ümmetim yok. Bu ilâhî kini aşk ve muhabbetle tebdil edecek bir vasıta da bulamıyorum.” Allah’ım bana güç ver!)Bize bildiklerimiz yeter diyorsunuz demek. Öyle olsun. İçinizde böyle düşünen kim varsa gitmekte özgürdür. Saadeti nerede bulacağınızı düşünüyorsanız oraya gidin! (Ah ne büyük gaflet ne korkunç bir cehalet) “Sizin aradığınız saadeti bulmak için eşyayı kendisinin zaruri bir yarımı halinde tanımak kâfi imiş. Hâlbuki ben, varlıkları ve insanları kendime en müthiş yabancılar gibi tanımak için bütün aşkımı harcadım, kalbimi bu uğurda kullandım da şimdi onların hasretiyle benliğime bin bir işkence yapıyorum. Hâlbuki ben de saadeti duyabilirdim, çünkü bu şeyler herkesle olduğu gibi benimle de paylaşılmıştı.” Ama hayır! Ben tüm bunları reddediyorum! Benim yalvaran ümitlerim bu saadetleri yaşamak için yalvarmıyorlar. Beni bekleyen saadet ötede, ötelerde… Peki, ya “yaşayışımın her hâileli safhasında, hayatın her korkunç ânında âteşîn bir tecrübenin benliğime şunu öğrettiğini söyleyebilirim: Herkes gibi yaşamak lâzımmış.” cümlesiyle nasıl başa çıkacağım? Allah’ım neler geçiyor aklımdan böyle! Neler söylüyorum! Ödünç alınmış bir ağızla konuşurken nasıl da kendinden emin çıkıyor sesim. Peki, neden kendi kelimelerim işkence ediyor bana? Hayır, hayır topla kendini. Dağılmanın sırası değil. Çöz boynuna dolanan ipi, teslim ol! Bu yolda sizin için acıdan ve ızdıraptan başka bir şey yok. Yolumuz uzun ve meşakkatli. Hepinize söylüyorum: “Artık kimin idrâki bunu anlamaya kâfi değilse ilmin bu çeşidini terk etsin.” Herkes gibi yaşamak lazım değil bize! “Nitekim her ilmin kendine mahsus adamları vardır ve her şey ne için yaratıldıysa o onun için kolaylaştırılmıştır.” Yolun bundan sonrasına, hakikatin gerçek talipleriyle devam edeceğiz.
Yaşamaktan, yaşamak için yalvarmaktan usanmayan “kerem sahibi kardeşlerim, Allah sizin en büyük saadeti talep etmenizi nasip etsin, en yüce zirveye yükselmenizde muvaffak kılsın, basiretinizi hakikatin nûruyla sürmelesin, sırrınızı mâsivâdan temizlesin” ve adımlarımızın da insicamı bozulmasın. Hadi, yola yolcu gerek. Daha sağır kubbelerde bulunacak izler, öpülecek seccadeler, kaldırılacak cenazelerimiz var. Hem çiçekler su bekler.
[1] Ey kendisine bile faydası olmayan cân! Bu ne hâldir? Ey fikirsiz kişi! Kendimi düzelteyim diye, niye hiçbir gayretin yoktur.