Resûlullah’ın (s.a.v.) kadrü kıymetini öğretmek ve onun muhabbetini gönüllere nakşetmek maksadıyla tanzim edilen Mevlid-i Şerîf beyitlerinin asırlardır zevk ve şevkle okunup dinlenmesindeki sır, lisanındaki sadelikle beraber muhtevasındaki anlam derinliğiydi.
Mustafa ÖZSARAY
Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fak.

Bizans’ın önemli şehirlerinden Bursa’nın fethi, Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’nin rüyasını yorumlarken kurulacağını müjdelediği yüce devletin sınırlarının hızla genişleyeceğinin bir işareti oldu. Ulu çınarın dalları bereketli dualar ve samimi gazalarla günden güne neşvünema buldu. Bursa fethedilince devletin merkezi oraya taşındı. Fetihten sonra Bursa ilim ve irfan ehli zatların duası ve gazilerin cihadı ile yeni fetihlerin üssü haline geldi. Bu fetihlerin bir boyutu cephelerde olurken, belki daha da önemlisi gönüllerde gerçekleşti. Cephelerdeki fetihleri alperenler yaparken gönüllerdeki fetihleri ise âlimler ve arifler gerçekleştirdi. Bursa’nın fethinin ardından Edirne, onun ardından İstanbul derken, artık Osmanlı Devleti bir cihan devletine dönüştü.
Osmanlı Devleti’nin cihan devleti haline gelmesinde manevî fatihler pek çoktu. Bunlardan bazılarının ismi unutulmuştur. Bazıları doğum ve ölüm yıldönümlerinde veya ilgili oldukları tarihî olay sebebiyle zikredilmektedir. Bursa’da zuhur eden manevî fatihlerden olan Süleyman Çelebi (ö. 825/1422) ise başta Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) doğum günü, diğer mübarek kandil geceleri ve halk tarafından çeşitli günler dolayısıyla tertip edilen mevlid-i şerîf cemiyetlerinde okunan Vesîletü’n-necât adlı eseri vesilesiyle daima dua ile anılmaktadır. Süleyman Çelebi, “Her ki diler bu duâda buluna / Fâtiha ihsân ide ben kuluna” dileğini öylesine içten yapmış ki Allah Teâlâ duasını kabul buyurmuş. Bu her insana nasip olmayacak büyük bir bahtiyarlıktır.
Süleyman Çelebi Bursa’da doğdu. İlim ve irfan eğitimini Bursa’da tamamlayıp zamanının faziletli zatları arasına girdi. Zühd ve takvada ileri gitti. Hâlinin güzelliği, fazilet ve irfanı şayi olunca Sultan Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa onu kendine can dostu etti. Hatta onun delaletiyle Yıldırım Bayezid Han ile dostluk etme şerefine erdi ve iltifatına nail oldu. Bu dostluğu sonucunda Divan-ı Hümayun imamlığına getirildi ve uzun süre bu hizmeti yürüttü. Bu sırada Yıldırım Bayezid’in Emir Sultan ismiyle tanınan muhterem damadı Seyyid Muhammed Şemsüddin el-Buharî Hazretleri ile sohbet etme şerefine erdi. Onun güzel nazarlarının bereketi ve terbiyesi ile feyiz ve kemal sahibi olup hâl ehli zümresine girdi. Yıldırım Bayezid’in vefatından sonra Emir Sultan’ın emriyle ömrünün sonuna kadar Bursa Ulu Cami’de imamlık vazifesini ifa etti. Yıldırım Bayezid’in oğlu Şehzade Çelebi de kendisine çok iltifat edip onu has nedimi yaptı. Süleyman Çelebi 825 hicri yılında vefat etti. Bursa’da Çekirge yakınında bir yerde hazırlanan kabre kondu.[1]
Süleyman Çelebi’nin Resûlullah’a (s.a.v) olan derin aşkı pek kıymetli bir manzume telif etmesine sebep oldu. Mevlid-i Şerîf olarak meşhur olan Vesîletü’n-necât isimli bu manzumedeki beyitler o günden beri dillerden düşmedi. Milletimiz çeşitli vesilelerle düzenlenen merasimlerde okunan mevlid bahirleri sayesinde Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) nebiler ve resuller arasındaki derecesinin yüksekliğini öğrendi ve ona olan sevgisini pekiştirdi. Çelebi, eserine Vesîletü’n-necât ismini verirken Peygamber Efendimiz’in bütün insanlar için “kurtuluş vesilesi” olduğunu öğretmek istedi. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) derece bakımından peygamberlerin en büyüğü idi ve bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Dolayısıyla onun nübüvvet vazifesinin şümûlü ve ulvî derecesi halka anlayacakları bir dilde yazılıp öğretilmeli idi. İşte Süleyman Çelebi bu kıymetli eseri bu amaçla yazdı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) kadrü kıymetini öğretmek ve onun muhabbetini gönüllere nakşetmek maksadıyla tanzim edilen Mevlid-i Şerîf beyitlerinin asırlardır zevk ve şevkle okunup dinlenmesindeki sır, lisanındaki sadelikle beraber muhtevasındaki anlam derinliğiydi. Herkes ondan kendi kabiliyetine göre istifade ediyordu. Halk beyitlerdeki manaları tam olarak anlamasa da peygamberine olan sevgi ve bağlılığını kuvvetlendiriyor, ilim ve irfan ehli ise âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed’in (s.a.v) zatının yüceliği ile ilgili sırlara vakıf oluyordu.
Süleyman Çelebi’nin bu kıymetli ve nadide eseri yazmasına, ilmi yetersiz bir vaizin Bursa Ulu Cami’de vaaz sırasında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) derecesi hakkında sarf ettiği sözlerin sebep olduğu rivayet edilir. Osmanzâde Hüseyin Vassâf, Mevlid-i Şerîf üzerine yaptığı çalışmada bu olayı Güldeste-i Riyâz-ı İrfân ve Tezkire-i Latîfî’de yer alan bilgileri kaynak göstererek şöyle nakleder:
İlmi yetersiz bir vaiz Bursa Ulu Camii’de vaaz sırasında “Onun elçileri arasında ayrım yapmayız.”[2] ayetini tefsir ederken: “Bu ayet gereğince ben ahir zaman peygamberini diğer peygamberlerden daha üstün görmem” deyince vaazı dinleyenler arasında bulunan Arap asıllı faziletli bir zat vaizin ifade tarzından müteessir olup kesin deliller getirerek: “Bu konuda cehaletinizi giderememişsiniz. Tefsir ilminde pek çok eksiğiniz vardır. Âyet-i kerîmelerin nâsihinden, mensûhundan, muhkeminden ve müteşâbihinden gafilsiniz. Peygamberler arasında fark yoktur demekten maksat, risâlet ve nübüvvet görevlerini yerine getirmeleri bakımındandır. Yoksa faziletlerinin sıralamasında değildir. Eğer ayetin manası her yönden demek olsaydı Allah, “Biz peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık.”[3] buyurur muydu deyip vaizi susturur. Süleyman Çelebi keyfiyeti öğrenince çok üzülür ve Resûlullah Efendimiz’in peygamberler arasındaki derecesinin yüceliğini ortaya koymak için onun doğumu ve mucizelerini tasvir eden manzum eserini tanzim eder.[4]
Bu olay da göstermektedir ki Osmanlı Devleti’nde benimsenen din anlayışı, ilim ve irfan ehli tarafından teşekkül ettirilmiştir. Süleyman Çelebi bu anlayışa halel getirecek bir düşüncenin yayılmasından rahatsız olmuştur. Bu zümrenin din anlayışında, Osmanlı’nın kuruluşunda temelleri atılan ilim ve irfan boyutu belirgin karakterdeydi. Bu boyutlar Süleyman Çelebi’de de vardı. Vesîletü’n-necât’a bakıldığında bu anlayış açıkça görülür. Anadolu irfanı denen düşünce biçimi bunun gibi eserlerle halkın idrakine kazındı. Bu eserlerin temel vasfı ise kitap ve sünnete uygun yolu açıklamaktı. Bu anlayış sahabe ve tabiin kanalıyla ilim ve irfan halkalarında oluşmuş ve nesilden nesile âlimler ve ârifler vasıtasıyla halka öğretilmişti. Bu anlayışa göre inanılması gereken esaslardan biri de Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Allah’ın rızasını kazanmak içinVesîletü’n-necât, yanikurtuluş vesilesi olması ve O’nun şefaatinin hak olmasıdır. Onun için halkın Allah Resulü’nü (s.a.v) iyi anlaması, kıymet ve derecesini bilmesi, onu çok sevmesi ve sünnetine ittiba etmesi gerekir. Onun şefaatine nail olmak ümmetinin en büyük arzularından biridir. İşte bu anlayışı pekiştirmek maksadıyla yazılan Mevlid-i Şerîf’i başta Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) doğum gününde, kandil gecelerinde ve özel günlerde okumak ve okutmak ilim ve irfan köklerimizle bağımızı canlı tutan çok değerli bir gelenektir. Bu geleneği bizim milletimizin benimsediği din anlayışına uygun olmayan görüşlerden etkilenip bidat sayarak zedelemeye çalışmak mezkûr vaizin çabası gibi beyhude bir çabadır.
Hüseyin Vassâf, Süleyman Çelebi’nin bu kıymetli eseri adeta irtical denecek derecede bir hızla tanzim ettiğini ve şu fani âlemde namının ibkasına hizmet etmek üzere aşk ve irfan kütüphanesine yadigâr bıraktığını belirterek onun şanını tebcil etmiştir. Vassâf, Mevlid-i Şerîf’in ilim ve irfan açısından değeri hakkında der ki: “Târîh-i lisân nokta-i nazarından pek büyük ehemmiyeti olan bu manzûme-i makbûlenin ilim ve irfân cihetinden de ayrıca bir kıymet-i azîmesi vardır. Zîrâ her beyti ya bir âyet-i kerîmenin yâhûd bir hadîs-i şerîfin manâsına işarettir.”[5]
Mevlid-i Şerîf’in beyitlerinde işaret edilen manaları açıklamak için çeşitli şerhler yapılmıştır. Ancak şârihler beyitlerdeki derin manaları kabiliyetleri çerçevesinde açıklamaya çalışırken Süleyman Çelebi’ye olan hayranlıklarını itirafla beraber kendi acziyetlerini itiraftan da geri durmamışlardır. Mevlid-i Şerîf’teki sırları açıklamaya gayret eden şârihlerden Roma Sefareti İmamı Haşim Veli kalem erbabının Mevlid-i Şerîf beyitlerindeki ince manaları tam manasıyla açıklama hususundaki yetersizliklerini şöyle dile getirir: “Hangi kalemdir ki bu kadar büyük ve ateşîn muhabbet ve aşkdan dem uran ebyât-ı şerîfenin tamâm-ı hakîkatini beyâna cür’et ide?”[6]
Haşim Veli’nin dediği gibi şârihlerin Mevlid-i Şerîf’in beyitlerindeki hakikatlerin tamamını açıklaması elbette zordur. Bununla birlikte günümüzde bu beyitleri anlamak daha da zorlaşmıştır. Çünkü Mevlid-i Şerîf Osmanlı Türkçesi ile kaleme alınan bir metindir. Cumhuriyet döneminde alfabe ve dildeki değişim sebebiyle yeni nesillerin Mevlid-i Şerîf’in asıl metnini okuyup anlamaları imkânsız hâle gelmiştir. Bu olumsuzluğu ortadan kaldırmak için öncelikle kültür ve medeniyet birikimimize ait başucu kitaplarımızı anlamak için yapılan metin okumaları kapsamına Mevlid-i Şerîf okumalarını da dâhil etmek ve bunu yaygınlaştırmak önemlidir. Diğer taraftan çeşitli vesilelerle düzenlenen mevlid cemiyetlerinde bahirler bestelenmiş halleriyle okunduktan sonra bunların muhtevasının kısaca ve özlü bir şekilde açıklanması da halkın Resulullah’ın (s.a.v) kadrü kıymetini anlamasını sağlayacaktır.
[1] Osmanzâde Hüseyin Vassâf, Vesîletü’n-necât, Necm-i İstikbal Matbaası, Dersaadet 1329, s. 10-13.
[2] Bakara, 2/285.
[3] Bakara, 2/253.
[4] “Bursa hakkında yazılmış Güldeste-i Riyâz-ı İrfân ile tezâkir-i kadîme-i şuarâdan Tezkire-i Latîfî’de şöyle nakl olunur ki: Menkabe-i mevlid-i şerîf manzûme-i mübârekesinin tertîb ü tanzîmine bir hâdise-i garîbe sebeb olmuşdur. Bursa’da ilmi mahdûd vâizin biri esnâ-yı vaazda este‘îzü billah “Lâ nüferriku beyne ehadin min rusulih” âyet-i kerîmesini tefsîr sırasında “Bu âyet-i celîle mûcibince ben nebiyyü âhiri’z-zamânı sâirînden tafdîl etmem” demesiyle müstemi‘în meyânında fudalâ-yı Arabdan bir zât-ı âlî-kadr tarz-ı ifâdeden müteessir olarak delâil-i kâtı‘a ile vâiz-i merkûmu ilzâmen “Bu bâbda izâle-i cehl idememişsiniz. İlm-i tefsîrde pek çok noksanınız vardır. Âyât-ı kerîmenin nâsihinden, mensûhundan, muhkeminden, müteşâbihinden gâfilsiniz. Rüsul beyninde fark yokdur demekden maksad-ı ilâhî, emr-i risâlet ve husûs-ı nübüvvetdedir. Yoksa merâtib-i fazîletde değildir. Eğer âyet-i kerîmenin manası min cemî‘i’l-vücûh demek olsaydı esteîzü billah “Tilke’r-rüsulü faddalnâ ba‘zahüm ‘alâ ba‘z” buyururlar mıydı?” deyüb vâizi bi-hakkın iskât eylemişdir. Keyfiyyet Süleyman Çelebi’nin sâmi‘a-ı ıttıla‘ına vâsıl olmasıyla pek müteessir olmuş ve efdal-i enbiyâ Efendimiz Hazretleri’nin ‘uluvv-i kadr-i risâlet-penâhîlerinden bâhis olmak üzere sûret-i velâdet-i nebeviyyelerini ve mu‘cizât-ı celîle-i Ahmediyyelerini musavver olan manzûme-i makbûleyi âdetâ irticâl denecek derece bir isti‘câl ile tanzîm ve şu âlem-i fânîde ibkā-yı nâmına hizmet etmek üzere kütübhâne-i ‘aşk u irfâna yâdigâr olarak tevdî eylemişdir.” Vassâf, a.g.e., s. 13-14.
[5] Vassâf, a.g.e., s. 17.
[6] Haşim Veli, Esrâru Mevlidi’n-Nebiyyi, Bekir Efendi-Karagöz Matbaası, 1326, s. 12.