Saraçhane Parkı’nın içinde, Şehzade Camii’nin kuzey avlu duvarı önünde, şirin bir mescid vardı. Alanın sık ağaçlarla kaplı olması, mescidin görünümünü bir parça engelliyordu. Son derece yüksek sanat değerini haiz bu mescid, İstanbul’un tek burmalı minaresine sahiptir. Burmalı Mescid adı da minaresinin yivli şeklinden gelmektedir.
Cemal BALIBEY

İnsanlık tarihi için şaşırtıcı olmasa da bizim için pek sıradan olmayan, adeta hepimizi şok eden zamanlardan geçiyoruz. Dünyanın birçok ülkesini kasıp kavuran, esir alan virüs sebebiyle hayatımız bambaşka bir boyut almış vaziyette.
Tatsız ve tuzsuz akışın, kalp yoran, zihin tüketen bir yarışın içindeydik. Durmaya, sakinliğe, sessizliğe vakit yoktu. Koronavirüsle mücadele kapsamında “evde kal” sloganıyla bizler evlerimizde tutulmaya çalışıldık. Böylece dört duvar arası serencamımız başlamış oldu. Bir anda sosyal hayattan koptuk ve evlerimize kapanmak zorunda kaldık. Bitmek tükenmek bilmeyen koşuşturmalarımız bir anda duruldu. Neredeyse dünya durdu.
Dünyanın hemen hemen yarısından fazlasının karantinada yaşadığı Mart Nisan Mayıs ayları boyunca sokağa çıkma yasağı evleri katlanılması zor hapishane şartlarına çevirdi. Evden eve sınırlar ülkeden ülkeye sınırlar kadar kalın oldu. Karartılmış upuzun bir günün içindeydik handiyse. Evlerde şaşkın ve bir nevi şokta idik. Derin bir yalnızlığın içinde endişe ile pencereden sokağa bakar olduk. Bütün dünyada aynı anda vizyona girmiş bir korku filmini izler gibiydik. Evde kalma günlerinin başlaması ile adeta bütün günler birbirinin aynısıydı. Beş vakit namaz da olmasa vakti idrak edebilmekten uzak olacaktık. Yaşadıklarımız gerçek mi hissine kapıldık zaman zaman.
Mesafelerin eridiği, sınırların ortadan kalktığı dünyamızda ilk defa “küresel çapta kitlesel ölümlere” şahitlik ettik. Sürekli birilerinin, bazen tanıdık isimlerin hastalık ya da ölüm haberlerini alır olduk. Akla hayale gelmeyen şeyler kısa sürede acı ve ibretlik gerçeklerimiz oldu.
Yerler ve Gökler Susmuştu
Evde o kadar süre hapis hayatı yaşadıktan sonra ilk izin gününde hava almak için Süleymaniye civarına kadar yürüdüm. Sokak ve caddeler bomboş, meydanlar sessiz, her yer sakin, dükkanlar kapalı. Neredeyse tüm kepenkler inmiş vaziyette. Yerler ve gökler susmuştu adeta. Dünyada kuşların sesinden başka ses kalmamıştı. Bense yürümeyi yeniden öğreniyor gibiydim.
Gidiş ve dönüş yolum üzerindeki ağaçlara, pencere pervazlarında bahara gülümseyen çiçeklere dikkatle baktığımda sanki bizim gündemimizden bihaberlerdi. Her zaman olduğu gibi baharı coşkuyla karşılıyorlardı. İnsanlar evlere çekilince tabiat toparlanmaya, kuşlar şehre geri gelmeye başlamıştı. En ufak bir egzoz dumanı, taşıt gürültüsü yoktu, gök masmavi ve pırıl pırıldı. Koronadan sonra ağaçlarımız sanki ilkbahar rüyası görüyordu. Bahar bu; bütün havayı, suyu, toprağı, tabiatı, gökyüzünü, ağaçları değiştiriyordu.
Belediyenin tam karşısına gelince bir şeyler çekti beni. Şehzadebaşı Camii’nin duvarının bittiği noktadan Saraçhane Parkı’na girdim. Nice zamandan sonra hasret kalınan bir dosta kavuşur gibi oldum. Kafesten bırakılmış kuşlar gibiydim. Yeniden başlamanın şevki, sevinci sarıp sarmalamıştı ruhumu. Bulutların arasından gülümseyen güneşle dostluğumuzu tazeledik. Ağaçların gövdelerini okşadım. Gönlümün iklimi değişti bir anda. Bahar zorluğun ardından gelen bir ferahlıktı. Kuşların neşesi gelmişti. O kadar çok serçe var ki ağaçlarda, bir ötüşme korosu sanki… Her yerden kuş sesleri yükseliyor, içimi ısıtıyordu. Bu meşakkatli dünya yolculuğunda bizi dinlendirecek seslere ve renklere ihtiyacımız vardı. Ruh halime çok iyi geldi, gönlüm şad oldu.
Tadına doyum olmayan bir yoldan ilerliyordum. Hemen solumda duran, herdem yeşil ağaçların en gösterişlilerinden biri olan Manolya ve ardından yaşlı Sedir ağacıyla selamlaştık. Sedirin tepe tacı yaşından dolayı artık yayvanlaşmış, gençliğinde olduğu gibi bir elif edasıyla gökyüzünde süzülmüyordu. Üst yüzü cilalanmış gibi parlak yeşil, alt yüzü ise pas rengindeki kalın yapraklarıyla Manolya, parktaki diğer ağaçlar arasında saltanat kurmuştu adeta. Sedir ise, toprak seviyesinden itibaren el ayasından çıkan parmaklar gibi beş-altı kalın gövde halinde çatallaşarak ilginç bir görünüm arz ediyordu. Her bir gövde bir sütun gibi dimdik göğe yükseliyordu. Dallarındaki boz renkli, minik fıçı şeklindeki kozalakları yukarı doğru bakıyordu. Gören de onlarca kuş dalların üzerine tünemiş, öylece kımıldamadan duruyor zannederdi.
Dalına Kuşlar Konamayacak
Birkaç adım ilerde, önceki sonbaharda bakıra çalan turuncuya dönmüş yapraklarını topladığım Lale ağaçlarından birini göremedim. Ağaçlar bir mi yoksa iki miydi diye şüpheye düştüm, ama bir sonuca varamadım. Böyle göz önündeki bir ağacı kesmek de cesaret ister diye düşünmeden edemedim. Yapılan iş “Ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet..” deyimini haklı mı çıkarmıştı yoksa?
Bir an çok düzgün endamı gözümün önüne geldi. Uzun zamandır bu parkın yerlisiydi. Tüm mevsimlerde orada durmuş, parktaki diğer ağaçlarla birlikte bir yeri olmuş, yazı ve kışı, fırtınayı ve sessizliği onlarla birlikte yaşamış bu güzelim ağacın yeri bomboştu şimdi. Halbuki bir iki hafta sonra o açık sarı rengi üzerindeki turuncu lekeleriyle insanı kendine hayran bırakan çiçekleri açmaya başlayacak, uzun dallarını mavi göğe doğru uzatacaktı. Maalesef bir daha dalına kuşlar konamayacak, uzaktan kedi kafasını andıran yapraklarıyla altından gelip geçenlere el sallayamayacaktı. Belki de çoktan odun yapılmıştı bile.
Burmalı Mescid
Saraçhane Parkı’nın içinde, Şehzade Camii’nin kuzey avlu duvarı önünde, şirin bir mescid vardı. Alanın sık ağaçlarla kaplı olması, mescidin görünümünü bir parça engelliyordu. Son derece yüksek sanat değerini haiz bu mescid, İstanbul’un tek burmalı minaresine sahiptir. Burmalı Mescid adı da minaresinin yivli şeklinden gelmektedir. Mescidin en önemli özelliği, tuğladan yapılmış olan yuvarlak gövdeli minaresinin dış yüzünün, helezonik şekilde kıvrılan burmalı çubuklar halinde şerefeye kadar örülmüş olmasıdır. Mescid, komşusu Şehzade Camii’nin muhteşem mimarisi tarafından gölgelenmekteyse de güzel ve ahenkli nisbetleri, değişik biçimli minaresiyle küçük mescid mimarisinin zarif bir örneğiydi.
İlk Renkli Fotoğrafım Erguvanlıydı
Parkta, bu sevimli mescidi gören birkaç erguvan ağacı vardı. Ağaçlarla, yeşil dokuyla ahenk kurmuş taş ve tuğla mimari ne kadar uyumluydu. Hayat veren rengiyle baharın geldiğini hatırlatan bu ağaçlar İstanbul’a ilk geldiğimde de dikkatimi çekmişti. 1980 yılının bahar ayında dört arkadaş fotoğraf çektirmek için Şehzadebaşı Parkı’na gelmiştik. Erguvan ağaçlarının çiçeklenme zamanıymış demek ki; dalları, hatta gövdesi kızıla çalan pembe çiçeklerle bezenmişti. Kalp şeklindeki yuvarlak yaprakları ise henüz çıkmamıştı. Yemyeşil parkın içinde albenili rengi ve bol çiçekleriyle beni büyülemişti. İlk renkli fotoğrafım erguvanlıydı. Arkamızda kırmızı tuğlalı, yivli minare ve erguvan ağaçları, renkli benekler halinde güzel bir fon oluşturmuştu. O günden beri İstanbul ve ağaç deyince Erguvanlar canlanır gözümde… İstanbul’un simgesi bu ağaç, yine ilk gördüğüm kırk yıl öncesindeki gibi baştan ayağa pür çiçek halindeydi. O gün birlikte fotoğraf karesine girdiğimiz Mustafa Kara, Mehmet Özbilen ve Ünal Burkucu bir an mescidin yanından çıkacak, koşup boynuma sarılacakmış hayali canlandı zihnimde. Gözlerim buğulandı.
Güngörmüş Çınarlar
Mescide yaklaşırken kendimi dev ağaçların gölgesinde buldum. Birkaç ulu çınar sükûnetin ve asaletin simgesi olarak göğe yükselmekteydi. Diğer ağaçlara tepeden bakar bir halleri vardı. Eski köşk bahçelerini tek başına bekleyen güngörmüş çınarlar gibiydiler. Bu dev ağaçlar geniş yaprak yelpazelerini büyükçe açarak, insanları altlarında huzurla oturmaya davet ediyordu adeta. Oturduğum banktan yukarı baktığımda gökyüzü, o yaprak yelpazelerinin arasından durmadan oynaşan, yer değiştiren mavi benekler halinde görünüyordu.
Bir de bu şirin mescidin minaresine çok yakın bir ıhlamur vardı ki buranın asaletine ve ruhuna ne de güzel yakışıyordu. Göğe yükselen gövdesi yakınındaki çınarlara meydan okur cesametteydi. Minarenin beyaz küfeki taşından yapılan şerefesini geçmiş, neredeyse alemine yaklaşmış; koyu, dev gölgesi ise mescidin üzerine düşüyor… Ihlamur ağacı, güneşi bakır oklu minareden daha evvel görebilmek için her mevsim biraz daha yükselmeye çabalıyordu. Diğer ağaçların arasında başını göklere doğru uzatmış, rüzgârın hafif esintisiyle tatlı tatlı salınıyordu. Yaz sıcağının ortalığı kavurduğu bir vakitte, namaz öncesi serin gölgesine oturup şöyle bir derin nefes alarak serinlemeyi kim istemez ki?
