Şair, şiirini yazdıktan, yayınladıktan sonra şiirin ilham kaynağını söyleyebilir. Bu açıklamalar şairin tabiattan, toplumdan kopmadığını, gerçekçi bir hayat yaşadığını gösterir. Şair, ilham kaynağını açıklamakla (o bir şarkı, film, olay ise) diğer insanlardan farkını da söylemiş olur. Böylece sanatçı kişiliğin farklı bir boyutta yaşadığı ortaya çıkar.
Kâmil YEŞİL

-Karakoç’un şiirdeki kastı ve bir aşk, Naat ve Münacat şiiri olarak Sürgün Ülkeden… şiiri-
“El- mânâ fi batn-ı şair” diye bir Arap atasözü vardır. “Şiirin mânâsı şairin karnındadır” demektir. Bu sözden de anlaşılıyor ki bir şiiri bütünüyle anlamak mümkün değildir. Şiirin anlaşılmasının önünde birden fazla engel vardır. Dil ve söz varlığı farkı, ima ve ihsas edilen hususların okur tarafından bilinmemesi, şiirdeki imgelerin neye karşılık geldiğini çözememek, alışılmamış bağdaştırmalar bu engelin başlıcalarıdır.
Bütün bunları bilmek ve şifreleri/göndergeleri çözmekle şiiri tam olarak anlamış sayılmayız gene de. Çünkü şiirin manevi bir yönü vardır ki insanların ruhsal durumuna, ortama göre değişir. İşte bu değişiklik şiire yeni yorumlar da yükler ve şiirle okur arasına girer.
Şiiri anlaşılmaz kılan esas husus, Arap atasözündeki ayrıntıdır. Hiçbir okur şairin karnındaki/gönlündeki bütünüyle gizleri çözemez. Dolayısıyla şiir, her zaman eksik anlaşılmaya mahkûmdur. Hatta şiiri, onu yazan şair bile tam anlamıyla anlayamaz.
Bir şiir nasıl olur da şairine gizli kalabilir.
Çünkü şiir, şairini aşar.
Her zaman.
Şiir öyle bir metindir ki sadece kelimelerle, imgelerle yazılmaz. Bir esrik hâl, bir vecd ve yakaza hâli şaire galip gelir ve şiir kendini yazar, yazdırır.
Şair, o hali ikinci kez yaşayamaz. Böyle olduğu içindir ki sanat eseri biriciktir.
Bir şair, şiirinden ne anlaşılması gerektiğini söyleyemez. Ben sadece şunu kastettim dolayısıyla okur, benim kastemediğim anlamı çıkaramaz, diyemez.
Diyenler olabilir fakat bu sözün okur katında hiçbir değeri yoktur.
Okuyucu, yine bildiğini okur.
Karakoç’un “Sürgün Ülkeden…” şiiri ile somutlayalım.
Sağlığında iken Sezai Karakoç’un yanında bulunan Mustafa Kirenci’nin notlarına göre “Sürgün Ülkeden..” şiiri İstanbul’u anlatan bir şiirdir. Şair, Özülke ile Sürgün Ülkeyi konuşturmaktadır. Özür ve af dileyen de dilenen de şehirlerdir. Şiirin adı da bu ilişki üzerinden konulmuştur. Dolayısıyla “Sürgün Ülkeden…” şiirini bazılarının Naat; bazılarının Münacat olarak okuması yanlıştır.
Kirenci’nin günlüklerinde Sezai Karakoç şöyle diyor :
(15 Temmuz 2001) “İslam Âlemi ve İstanbul birbirlerine şiir söylüyorlar. Şiirle açıklıyorlar içinde bulundukları durumu.” demiş. Haziran 2003’te ise: “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”. İslam âlemi için yazılmıştır. Bu şiirde İslam âlemi İstanbul’a diyor ki: “Önce senin sevgini kaybettim. Suçluyum af dilemeye geldim”. Çoğunun zannettiği gibi bu şiir Peygamber Efendimize yazılmış değildir. Niye Peygamberden af dileyelim. İnsan, Allah’tan af diler. Şiiri iki sevgili şeklinde düşündük.(…) Özülke de yani İslam âlemi de kendini suçlu görüyor. Bu yüzden birbirlerinden af diliyorlar. “Sezai Karakoç, Eylül 2008’de yine benzer sözlerle tekrar etmiş düşüncesini: “İstanbul’dan ayrı kaldığım üç yılın verdiği özlemin de yazmamda etkili olduğu ve yoğun olarak hissedildiği bir özelliği vardır. İslam âlemi ve İstanbul âdeta iki sevgili gibi karşılıklı konuşurlar; birbirlerinden kopuşun, ayrılışın sebeplerini ararlar bu şiirde. Onlar bu şiirle Meta iki sevgili gibi insanlaşmalardır, şair edebî gücüyle onları âdeta insanlaştırmıştır. Bu şiirin insanı bu kadar çepeçevre sarıp sarmalamasının, insanı büyülemesinin sebeplerinden biri budur.” demiş. (Mütefekkir Şair, Sezai Karakoç Kitabı, 171, Zeytinburnu Belediyesi, 2023).
Şair, şiirini yazdıktan, yayınladıktan sonra şiirin ilham kaynağını söyleyebilir. Bu açıklamalar şairin tabiattan, toplumdan kopmadığını, gerçekçi bir hayat yaşadığını gösterir. Şair, ilham kaynağını açıklamakla (o bir şarkı, film, olay ise) diğer insanlardan farkını da söylemiş olur. Böylece sanatçı kişiliğin farklı bir boyutta yaşadığı ortaya çıkar.
Birçok şairin böyle açıklamalar yaptığını biliyoruz. (Mehmet Âkif, Bülbül şiirinin yazış sebebi, Necip Fazıl’ın şair oluş bahanesi, İsmet Özel’in ilk şiirinin ilham kaynağı, Attila İlhan’ın şiir kitaplarına eklediği Meraklısına Notlar bölümleri vs.)
Ancak bir şair kendi şiirini şerh etme durumuna düşmemelidir. Bu şiiri şöyle bir duygunun etkisinde yazdım, şiir o ruh halini anlatır; bunun dışındaki anlamalar, yorumlar eksiktir, yanlıştır anlamına gelecek cümleler kurmamalıdır. Çünkü artık şiir, okuyucunun yorumuna, ruh haline, kültürel birikimine bırakılmıştır. Böyle durumlarda şairin söyleyeceği husus olsa olsa “Ben böyle düşünmemiştim, bunları kastetmemiştim, şiir bu duygulanımı da verir, verebilir” demektir.
Yani okuyucu, Karakoç’un “Sürgün Ülke’den” başlığını görmezden gelerek insani bir aşkı da okuyabilir, şiirle kendini özdeşleştirebilir. Şiirin edebî gücü bunu sağlamaktadır.
Mesela:
“Sen orda hakikate çevirirken yalanı
Ah, yalana çevirdim ben burada hakikati”
mısralarını söyleyen kişi, Karakoç’a göre İstanbul’dur, “esir kent”tir. Esir kent bu mısraları İslam âlemine/özülkeye söylemektedir. İstanbul, özülkeye âdeta şöyle demektedir: “Sen bilimde, sanatta, inançta medeniyette o kadar ileri gittin, o kadar ilerledin ki sanki yalanı bile hakikate çevirdin. Onu bile hakikate dönüştürdün.” Ama bu sözleriyle İslam âlemini yüceltirken altındaki mısrada kendini suçlamaktadır İstanbul. Demektedir ki, “Ah, yalana çevirdim ben burada hakikati”. Yani kendini suçlayarak âdeta İslam âleminin/”özülke”nin misyonuna sahip çıkamadığını, onun öğretisini, hakikatini yalana çevirdiğini söyleyerek kendini suçlamaktadır. Diğer mısralarda da buna benzer suçlamalar görmekteyiz.
“Yine de suç benimdir onların değil benim
Karanlıkları delen bir ışık olamadım
Akıtamadım ayağına gönlümün pınarını
Senin gönül kentine bal ve sütten bir nehir”
Bu dizeler, bir sevgiliye pekâlâ söylenebilir. Pekâlâ bir âşık, sevgilisi için yaptıklarını yetersiz görerek eldekilerle gönülden geçenlerin birbirini tutmadığını itiraf sadedinde bu sözleri söyleyemez mi? Bu yetersizliğinden dolayı sevgiliden özür dileyemez mi?
Okuyucu bir şehirden (İstanbul) bahsedildiğini anlayacaktır.
“Gözlerin
Lâle Devrinden bir pencere
Ellerin
Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den
Kucağıma dökülen
Altın leylâk
(…)
Hep Kanlıca’da Emirgan’da
Kandilli’nin kurşuni şafaklarında
(…)
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)”
Sezai Karakoç, bu şiirin bazıları tarafından naat niyetiyle okunduğunu, yorumladığını bilmektedir. Bu, şairin, şiirleri ile ilgili yayınları takip ettiğini gösteriyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” adlı şiiri hep Naat olarak okumuştur. Bu şiire tevhiddir, diyenler de var. (Aynı kaynak, 123)
Müslümanlar, Hz. Peygamber’den af dileyemez mi? Müslümanlar, ümmet olarak Hz. Peygamber’in sünnetine hakkıyla uymadıkları için üzülür ve bundan dolayı özür ve af dileyebilir. Eğer okuyucu seslendiği varlığı Allah olarak düşünürse şiir Münacat da olur. Çünkü şiirdeki söylem bir yalvarı ve seslenme üzerine kurulmuştur. Müslümanlar, bu dua ve niyaza yabancı değildir.
Diyebiliriz ki, “Sürgün Ülkeden…” şiirinde muhatap (hitap edilen) aynı anda sevgili, Hz. Peygamber veya Allah olabilir. Seven (âşık) için sevgili bir’dir, biriciktir. Şair geleneğe, kültürel kodlara yaslanarak “Leylâ dedimse sensin” der. Fakat Leyla, Fuzûli’de olduğu gibi Arap kavminin esmer kızı olmaktan çıkar, hakiki aşkın yöneldiği Allah (c.c.) olur.
Göndergeler kendini o kadar açık eder ki “saklamaya çalışmak boşunadır; öylesine aşikârdır”.
Şiirdeki bütünlüğü isminden başlayıp kendini İstanbul ile kilitleyen okur bunları anlamayacaktır. Oysa şiirde bu anlamda bir bütünlükten bahsedemeyiz. Duygu derinliği ve dalgalanmalar temadaki bütünlüğü bozmakta ve her şeyi kendine benzetmektedir.
“Yoktan da vardan da ötede bir var vardır/Kaderin üstünde bir kader vardır” dizeleri muhataba doğrudan Allah’ı hatırlatmaktadır.
“Sevgili, Ey Sevgili” nidaları da “Ey habibim”leri düşündürmektedir. Bu durumda şiir, yatay boyuttan dikey boyuta geçer; şiirin naat ve münacat olarak okunmasının sebebi de budur.
Anlaşılıyor ki, okuryazarlar bu derin ve içten söyleyişi; şehirlere değil Peygamber’e ve Allah’a yakıştırmakta, Sezai Karakoç’un hata yapmasına izin vermemektedir; söyleyişi aslına iade etmektedir. Şehirler söz konusu olursa, İstanbul, Medine’den af dilerse naat olur, Mekke’den af dilerse münacat ve tevhid olur.
Okuyucu bu şiirde insani bir aşk da duyabilir. Şiirle sevgilisini özdeşleştirebilir.
Şiirin edebi gücü bunu sağlamaktadır.
Aşağıdaki dizelerde cennetten sürgün olmak başta olmak üzere, günahtan, acziyetten ve kulluk bilincinden dolayı tövbe, af dileme de yok mudur?
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim”
Her okuyucu şiirin şairidir. Hatta Sezai Karakoç’un bile zamanda şiirini okurken başlangıçta düşünmediği duygulara, fikirlere gittiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla şairi, okurun önüne dikmemiz gerekir. Zaten okur da şairi dinlemez. Şairin şiire başlaması için bir gerekçe, bir motivasyon vasıtası lazımdır ve bir ilham ile başlamıştır. Ancak ilerleyen dizelerle birlikte şair başlangıçtan, ilham kaynağından uzaklaşır. Denize biraz serinlemek için girmiştir fakat “açılmıştır”, açıldıkça açılır, kıyıdan oldukça uzaklaşır ve farkına varmaz. Şiir bağlamında söyleyecek olursak, belki gün gelecek, bir okur; Sezai Karakoç, Mona Rosa’sından özür diliyor, onun ayaklarına kapanıyor diyecek ve şiiri böyle yorumlayacaktır.
Sezai Karakoç Kaçıncı Oğul
Edebî metinle sahih ve kavi bir bağ kurmak için okurun edebiyatçı olması gerekmez. Ancak ben, şairlerin şairler tarafından daha iyi anlaşılabileceği kanaatindeyim. Metin Önal Menguşoğlu’nun, Karakoç değerlendirmesi böyledir.
Bilindiği gibi Karakoç’a, Masal şiirinden hareketle “Doğunun Yedinci Oğlu” denilmiştir. Turan Karataş da Ömer Erdem’in tavsiyesiyle, hazırladığı doktora tezinde bu metaforu kullanmıştır. Ancak Menguşoğlu, Karakoç’u “Sekizinci Oğlu İntizar Ediyorum” şeklinde ele alır. Karakoç, öldükten sonra yayınlanan günlüklerden anlıyoruz ki Sezai Bey de kendini sekizinci oğul olarak görmektedir.
“Siyasi ortamdan ve olaylardan yakınan bir ziyaretçinin “Masal” şiirini kastederek “7. Oğul da gelmedi” demesi üzerine “Biz 8. Oğul’u arıyoruz. 7. Oğul direnişi simgeliyor. 8. Oğul’un diriliş getirmesi gerekir.” der Karakoç. (s. 177)
Bu tür izahların İslam kültürüne vakıf olmayanlar için faydalı olduğu açıktır. Bilgi gerektiren hususlar dışında şiiri şairin izah ettiği gibi anlamak zorunda değiliz. Onun kastettiği anlamı inkâr etmeyiz fakat kendimizi o anlama hapsetmeyiz.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki şiir, şairini aşar. Her zaman.