Çadır kentler, başta kaymakamlar olmak üzere AFAD görevlileri tarafından en iyi şekilde organize edilmeye çalışılıyordu. Gecesini gündüzüne katarak çalışan o insanların gayretlerini hâlâ dün gibi hatırlıyorum. Bugünden bakınca, bu görevin Ortadoğu tarihine olan merakımda ve ilerleyen süreçte yapacağım çalışmalarda çok önemli bir yere sahip olduğunu daha iyi görebiliyorum.
Elif ATABAŞ
(Viyana Ekonomi Üniversitesi mezunu. İşine ara vermiş tam zamanlı bir anne ve ev hanımı. Okumayı ve yazmayı seven bir blog yazarı. https://balkandays.blogspot.com/ )

“Kıyafetimiz tamam da şu yüzümüze kazınan acının gölgesini ne yapacağız!”
Yıl 2011… Yurtdışı Türkler Başkanlığında ikinci görev yılım. Aynı zamanda Suriye iç savaşının başlangıç dönemi. Türkiye’nin doğu illerine Suriyeli misafirler yeni yeni gelmeye başlamıştı ve ben de bir vesileyle görevli olarak beş ili ziyaret etmiştim: Gaziantep, Şanlıurfa, Hatay, Kilis ve Osmaniye. O zaman gelen Suriyelilere “misafir” diyorduk… Bölgedeki herkes elinden geleni yapıyor, canla başla koşturuyordu. Biz daha ilk günlerde gittiğimiz için kamplar yeni yeni oluşmaya başlamıştı. Çadır kentler, başta kaymakamlar olmak üzere AFAD görevlileri tarafından en iyi şekilde organize edilmeye çalışılıyordu. Gecesini gündüzüne katarak çalışan o insanların gayretlerini hâlâ dün gibi hatırlıyorum. Bugünden bakınca, bu görevin Ortadoğu tarihine olan merakımda ve ilerleyen süreçte yapacağım çalışmalarda çok önemli bir yere sahip olduğunu daha iyi görebiliyorum. İlk görevimde Beyrut ve Trablusşam’ı görmüştüm; bu defa ise doğu illerimizde kampların ilk kurulduğu günlere şahitlik etmiştim. Pandemi döneminde aldığım Ortadoğu dersleriyle ayrıntılı şekilde dinlediğim Baas tarihi ve yaşanan iç savaş, kimsenin isteyerek evini terk edip yok yere yollara düşmeyeceğini anlamamı sağladı ve zihnimde taşlar yerine oturdu.
Tüm umutların tükendiği, önce “misafir” sonra “mülteci” ve en sonunda “Suriyeli” olan muhacirlerin hayatlarının çekilmez hale geldiği, Suriye’de kalanların en temel ihtiyacı olan ekmeği dahi bulamadığı; zalimin ise adeta yere kazık çakan saraylarında dünyaya da kazık çaktığı vehmine kapıldığı günlerde, 8 Aralık gecesi canlı canlı 61 yıllık Baas rejiminin yıkıldığını izledik… Farkında olmadan iliklerimize kadar işlemiş ve artık kanıksadığımız Esed ve ailesi ülkeyi terk etmiş ve Baas yıkılmıştı. Ardından Gazze geldi. Aslında bu fitili 7 Ekim 2023’te yakan ve bugüne kadar zalimin yenemediği Gazze. Bu, bize nasıl insan hayatında Kabz ve Bast dönemleri oluyorsa, toplumlarda da bunun olduğunu, sadece inanıp Hakk’ın yanında durmamız gerektiğini hatırlattı.

Yeter ki bizler merhamet ve empatiyi unutmayalım. Bazen “Bir kitap okudum, hayatım değişti” deriz, işte onun gibi “Bir film çektim, hayatım değişti”, diyor Andaç Haznedaroğlu. Dört senelik yoğun bir çalışmanın ardından, “Suriyelileri” bizlere anlatmaya çalıştığı filmini çekmeye hâlâ yitirmediği merhametiyle başlıyor. Ertesi gün tatile gideceği akşam, trafikte, sağanak yağmurun altında kucağında kardeşiyle yardım isteyen Lena’yı arabasına almasıyla başlıyor bu değişim… Hayatta her zaman önümüze çıkan fırsatlar bize bir şeyler anlatır; yeter ki görmek isteyelim. Misafir (The Guest Aleppo to İstanbul (2018):
“En kötü zamanlarda bile gülebiliyoruz. Her şey sonunda iyi olacak. Kıyafetimiz tamam da şu yüzümüze kazınan acının gölgesini ne yapacağız! diyen Suriyeli kardeşlerimizi anlamak isteyenlere, bir de Zahide Tuba Kor Hanım’ın Taş ve Tuz Üstünde kitabını bu vesileyle tanıtmak isterim. Önceki yazılarımda bahsettiğim kitaplarda olduğu gibi, bu eserde de Tuba Hanım Suriye’yi sadece tarihi veriler ya da politik söylemler üzerinden değil, hep ihmal edilen ve aslında tüm süreçten en fazla etkilenen Suriyelilerin dilinden anlatmış. 8 Aralık’tan sonra bir konuşmasında yine bunun altını şöyle çizmişti: “Bugünlerde ülkelerine dönmeye çalışan Suriyelilere sınırda mikrofon uzatıp neden döndükleri soruluyor; hâlbuki bundan 14 sene önce Türkiye’ye gelmeye başladıklarında bu iş yapılmalı ve neden ülkelerini terk ettikleri sorulmalıydı.” Bu yüzden, bir muhabir ya da bir sosyolog gibi olayları yaşayan insanlar üzerinden bizlere anlatan Tuba Hanım’ın kitabı Tuz ve Taş Üstünde önemli bir eser. Bu kitabı okuyanlar, rejim yıkıldıktan sonra bulunan hapishanelere muhtemelen çok da şaşırmamıştır. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursam, bu kitaptaki trajediyi okurken “Yok artık! Bu kadar da olmaz” diyenler, 8 Aralık’tan sonra artık okuduklarına hak vermişlerdir, umarım.
2023 yılında ilk baskısı yapılan ve yaklaşık beş yüz Suriyeliyle görüşülen eserde, Muhaberat yüzünden saklanan ve anlatılamayan birçok hayat hikâyesini bulacaksınız. Bugün üçüncü baskısı yapılan eser, 14 yıldır bizde misafir olan Suriyelilerin, şairleri Nizar Kabbani’nin ifadesiyle “Taş ve Tuz üstünde uyuyan kentlerine” bu sefer de bizleri davet ediyor. Bu davette cevabını bulacağınız birkaç başlık ve anekdot ise şöyle:
“Baas nasıl bir rejimdir? Siyasi, iktisadi, hukuki, askeri, dini ve kültürel politikaları nelerdir? Halk neden isyan etti? Barışçıl gösteriler savaşa nasıl evrildi? Savaş ve kuşatma altında ne tür acılar ve yıkımlar yaşandı? Mültecilik ne demektir? Yaşananlardan ne gibi dersler çıkarılmalı?”
“Elli yılımız istibdatla, mezhepçi uygulamalarla, devlet terörüyle; insanların tahkir edilmesiyle, gelecekleri ve hayalleri üzerinde tahakküm kurulmasıyla; istihbaratın bütün evlere, okullara ve kurumlara sızmasıyla geçti. Suriye için “Korku ve Sessizlik Ülkesi” denirdi. Bu rejim sadece Suriye’de değil, Lübnan’da da on yıllarca vahşet uyguladı…”
“Mart 2011’de gösteriler başladığında, Tişrin gazetesinde işimin başındaydım. Rejim, gösterilerin başlamasının hemen ardından bütün gazetecilerin tekrarlamak zorunda olduğu resmi bir söylem (hikâye) hazırladı. Onlar terörist gruplar…diye başlayan bu söylemden anlaşılacağı üzere, gazeteciler olarak sahada yaşanan gerçekleri yazmamız yasaktı…”
“Biz mültecileri, devletçe de milletçe de istemediğinizi biliyoruz ama çaresiziz. Suriyelilerin zihnindeki Türkiye imajı çok olumluydu; ama buraya geldiğimizde, Türkiye’de yaşamının epeyce zor olduğunu gördük. Özellikle işçi ve esnaf olarak çalışanlar, çok uzun çalışma saatlerinin şokunu yaşadı. Ayrıca, en aşağı ve en kötü işler bize kalmıştı. Dil engelinden dolayı, iyi eğitimliler bile garsonluk yaptı. Hiç kolay bir dönem değildi ama birkaç sene zorlanırız sonra her şey düzelir beklentisindeydik. Zaten ülkemize geri dönecektik; burada sadece misafirdik…”
“Hayatımız çok zordu, tam bir felaketti; hep korku içinde yaşadık. Ömrümüz, hep savaş uçaklarından, bombardımandan kaçmakla geçti. Aniden bombalama başlardı, eşyalarımızı çantalarımıza koyup kaçmaya çalışırdık. Bu arada, başkent Şam’da bile patlamalar oluyordu. Ancak Başkent’in merkezinde oturanların durumu, Şam’ın kırsalında yaşayanlara kıyasla daha iyiydi. Bizim ise böyle güvenli yerlere sığınma imkânımız yoktu. Kontrol noktalarından, “Nereye gidiyorsun?” sorusuyla karşılaşmaktan çok korkardık. Bu arada, rejim eşimi tutukladı, biz ise hapiste işkence altında can veren eşimin nereye gömüldüğünü bile bilmiyoruz.”
“İlkokulum yarım kaldığı için çok üzülmüştüm. Türkiye’de okula giden çocukları gördüğümde ağlardım. Daha sonra, bir komşumuz sayesinde okula başlayabildim. Bu, Türkiye’ye geldikten sonra hayatımın en büyük mutluluğu olmuştu. Okula başladığımda henüz hiç Türkçe bilmiyordum. Türkiye’de bizi en çok zorlayan şey, Türkçe öğrenmek oldu. İlk iki sene, öğretmenlerime ve sınıf arkadaşlarıma sürekli soru sorarak, teneffüs aralarında bile peşlerini bırakmayarak hem Türkçeyi hem de eksik dersleri öğrenmeye çalıştım. İki sene sonra bir dil kursu ayarlandı. Okuldan çıkışta koşa koşa kursa gittik. Bazı günler akşam 10.00’da eve dönüyorduk. Sonuçta dili hallettik. Ortaokulu da liseyi de birincilikle bitirdim. Şu an tıp fakültesinde okuyorum.”

Anlamakta zorlandığımız iç savaşı idrak edebilmek adına, yine ülkemizde çekilen başka bir filmi hatırlayalım: “Kardeşim İçin Deraa”. Olayların başlangıcı, Suriye’nin güneyindeki Deraa’da bir grup öğrencinin 15 Mart 2011’de okul duvarına “Ey doktor (Beşşâr Esed),şimdi sıra sana geldi” yazmasıyla vuku bulmuştu. Bu filmde, bu süreç ve yaşanan vahşet kısmen de olsa yansıtılmış. Kısmen diyorum, zira 8 Aralık sonrası Sednaya ve diğerleriyle, vahşet kelimesinin bile yetersiz kaldığını öğrenecektik maalesef…
Önümüzdeki günlerde, Suriye tarihinin seyrini yaşayıp göreceğiz. Ancak Suriye halkının ifade ettiği gibi, bizler de Baas’tan daha kötüsünün olmayacağı bir yönetim diliyoruz. Umarım tüm yaşananlar, bizlere her konuda bilip bilmeden eleştirip zanda bulunma alışkanlığımızı gözden geçirmemize vesile olur.
Hucurat 12: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tabii ki bundan tiksindiniz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.”
Kitaptan önce, Suriye tarihini ve yaşananları Tuba Hanım’dan dinlemek isteyenlere, hocanın şubat ayında vereceği ve “Münazara Hitabet” ekibi tarafından organize edilen “Suriye ve Suriyeliler” atölyesini tavsiye ediyorum. Ayrıca hocanın kendi bloğunda bulunan ve rejim devrildikten sonra bu konuda yapmış olduğu tüm çalışmalarını içeren ilgili linki de burada paylaşmak isterim:
https://ortadogugunlugu.blogspot.com/2024/12/ztkor-esed-rejiminin-devrilmesinin_29.html
Ayrıca “Şam’ı Kudüs’ten, Musul’u Halep’ten, Kahire’yi Gazze’den ayırmak mümkün değil” diyen Taha Kılınç’ın ilgili yazısını da anmak yerinde olacaktır:
https://www.yenisafak.com/yazarlar/taha-kilinc/hamas-ve-yeni-suriye-4673173
Son olarak, Zahide Tuba Kor Hanım’ın kitabı yayınlanmadan önce kendisiyle Suriyeli misafirlerimiz hakkında yapmış olduğum röportajı da Minder-i Aksa dergisinin 48. ve 49. sayılarında bulabilirdiniz: https://minberiaksadergisi.com/
Sözün özü:
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” (Şeyh Galip, 1757-1799)