Ahmet Tahir Satoğlu: Hocam ve Kayınpederim

Ahmet hocamızdan öğütlerden biri de “En büyük hile, hileyi terk etmektir” düsturuydu. Zat-ı alilerinin zaten hile yapması mümkün değildi. Özellikle muayenehanesinde muayene ettiği veya EEG (beyin elektrografisi) çektiği her hastaya fiş kesmesi nedeniyle çok vergi verenler listesine girmesi de zor olmamıştı. Şahsen ben bu düsturu bir öğretim üyesi olarak tüm asistanlarıma yeri geldiğinde hocamı da anarak hatırlatma gereği duymuşumdur.

Süleyman KUTLUHAN

Prof. Dr., Süleyman Demirel Üni. Tıp Fak.

Benim için bayağı zor bir yazı. Aramızdan ayrılışını hissetmeye başladığımız bugünlerde, şahsımda iz bırakan, aklıma gelen ve hayatıma ışık tutan bazı anılarımı yazmaya çalışayım.

Rahmetli Hocam ile ilk olarak Ege Üniversitesi Hastanesi’nde Tıp Fakültesi okurken 3. sınıfta 1977-1978 yıllarında tanışmıştım. Hastanenin 6. Katında, Nöroloji Kliniği eğitim bloğu kısmındaki, kapısı her zaman ve herkese açık olan odasında tanışma şerefine nail oldum. Tanışmamızın ilk aşamasında, hiç unutamadığım, bana sorduğu üç soru ve ardından verdiği üç cevap şöyle idi.

  1. Kur’an-ı Kerim okuyabiliyor musun? Cevap: Okuyamıyorsan hemen bir Kur’an-ı Kerim hocası bul, okumayı öğren. Ardından Kur’an-ı Kerim okumayı alışkanlık haline getir ve en az bir kez mealiyle okuyarak hatim yap.
  2. İslam İlmihalini ne kadar biliyorsun? “Çok az kısmını biliyorum,” dedim. Tamamını kapsayan bir İslam ilmihalini hemen okumaya başla ve sonuna kadar bitir.
  3. İngilizcen nasıl? Ne kadar biliyorsun? “Fakültenin zorunlu kıldığı kurları geçtim. Ama konuşma ve yazmam son derece yetersiz” dedim. Hemen bir profesyonel İngilizce kursuna yazıl, dedi. Bu arada kendine öğretim üyeliği süresince destek olan rahmetli Kâşif Uçan Hoca ile anlaşıp, benim gibi tıp fakültesindeki arkadaşlar ve asistanlar için haftada iki akşam hastanede kurs organize edilmesinde de katkısının olduğunu, daha sonra öğrendim. Bu kurs ile ben İngilizcemi canlı tuttum. Asistanlığa ve yardımcı doçentliğe girerken yapılan yabancı dil sınavlarında zorluk çekmeden başarılı oldum.

Bu tanışmayı, akşam eve geldiğimde benden üst sınıfta olan ağabeylerim ve alt sınıflarda olan kardeşlerimizle paylaştım.

Ege Üniversitesinde, 1975-1980 yıllarında Leninci, Maocu gibi fraksiyonların yer aldığı  komünizm tarafında olan “solcular” ile ülkücülerin ve diğer dindar grupların içinde olduğu “sağcılar” olarak insanlar ayrıştırılıyordu. Her an kendinizi bir tartışmanın içinde ve hatta sokakta bir çatışmanın ortasında bulabilirdiniz.

Bu şartlarda Ahmet Hoca’nın, bu olaylar arasında biz talebelere olan tavsiyelerini, o zamanki gençlik duygularımızla zamansız olarak da bulmuyor değildik. Fakat zaman geçti, 12 Eylül 1980 darbesi oldu; olaylara karışanların bir kısmı hapishanelere düştü, ne yazık ki bir kısmı hayatını kaybetti vs. ama bir gerçek var ki; hocamızın üç tavsiyesine uymak hem dini hayat, hem sosyal hayat ve hem de bilimsel hayat açısından vazgeçilmez birer ihtiyaç olduğunu çok sonradan anladım.

“Sakalımı kesmeyeceğim” dedi ve kesmedi. 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonraki uygulamaların en başında, özellikle dindar kişilere yönelik olarak kılık kıyafet düzenlemesi gelmişti. Kamuda çalışma alanlarının içinde, erkeklerin sakalı olmayacak, kadınlar da başlarını örtmeyeceklerdi. Bu uygulama, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu kapsamındaki kişileri ilgilendirmesine rağmen, işgüzar yöneticiler üniversite öğretim üyeleriyle ilgili 2547 sayılı kanunun kapsamındaki üniversite öğretim üyelerini de bu uygulama kapsamına almışlardı. O an itibarıyla, Satoğlu Hoca da dâhil, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde dört profesör hoca sakallıydı. Uygulama başlayınca diğer hocalar hemen sakallarını kestiler. Sakalını “sünnete uymak” niyetiyle bırakan Satoğlu Hoca, gazeteciler başta olmak üzere soran herkese “Sakalımı kesmeyeceğim” dedi (Fotoğraflı haber, 16 Mart 1982, Yeni Asır Gazetesi) ve tüm baskılara rağmen kesmedi. Fakat bedelini, akademik hayatının en verimli çağında üniversiteden emekli olmak suretiyle ödemek zorunda kaldı. Bu dik duruşu, o zamanda dünya görüşleri farklı da olsa çok kişinin takdirini kazanmıştı. Hele üniversitedeki dindar gençler için bir sünneti yaşamak adına gurur duyulacak örnek bir davranış olmuştu.

Ahmet hocamızdan öğütlerden biri de “En büyük hile, hileyi terk etmektir” düsturuydu. Zat-ı alilerinin zaten hile yapması mümkün değildi. Özellikle muayenehanesinde muayene ettiği veya EEG (beyin elektrografisi) çektiği her hastaya fiş kesmesi nedeniyle çok vergi verenler listesine girmesi de zor olmamıştı. Şahsen ben bu düsturu bir öğretim üyesi olarak tüm asistanlarıma yeri geldiğinde hocamı da anarak hatırlatma gereği duymuşumdur.

Diğer bir tavsiyesi de; günah işlemeye başlayınca pişman olup geri dönülmezse, günahın hoş görülür hal alması, kanıksanması ve hatta sonunda -Allah (c.c.) muhafaza buyursun- kişiyi küfre sürüklemesine vesile olacağını, çok ince bir hikâye ile anlatırdı.

Bir gün bir Anadolu kadını çalgılı bir düğün törenine denk gelir. Çalgı başlayınca önce çekingen bir şekilde oyun alanında hafiften oynamaya başlar. Bir taraftan da günaha girdiğini düşünerek; Allah cc dan affetmesini ister, “Allah’ım günah yazma! Allah’ım günah yazma! Allah’ım günah yazma !” diye duasını da yapar. Oyun devam eder, çalgı hızlanır, bizim Anadolu kadını oynamaya devam eder, yine duasını da yapar; “Yarısını yaz, yarısını yazma Allah’ım! Yarısını yaz, yarısını yazma Allah’ım! Yarısını yaz, yarısını yazma Allah’ım!” diyerek… Çalgı giderek artar, Anadolu kadını hızını alamaz, tövbe edip oyunu bırakmak yerine oyuna daha aktif eşlik etmeye devam eder. Bu kez de yaptığı dua değildir artık sanki isyandır. “İster yaz, ister yazma! İster yaz, ister yazma! İster yaz, ister yazma!” der ve oynamaya devam eder.

En sık tekrarladığı sözlerden biri de, “Keyfin nasıl Ağam?” sorusunun cevabı olarak “Adamına göre diye” diye cevap vererek karşınızdaki kişinin sizi etkileyeceğine dikkat çekerdi.

Diğer birçok kez anlatma gereği duyduğu hikâyede ise “çocukların hedeflerinin değiştirilmesinin çok güç olduğu”nu vurgulamak isterdi. Hikâye şöyledir: Mahallede kuş yetiştiren bir çocuk vardır. Çocuk kuşları kovalarken damdan dama koşarken komşulara çok rahatsızlık verir. Mahalleliler ile en sonunda mahkemeye düşerler. Mahkeme olur biter, karar verilir. Sonunda kuşçu çocuk sanık sandalyesinden ayrılırken hâkime; Hâkim Bey! Hâkim Bey! diyerek ceketinin cebinden bir kuş çıkarıp “Buna eş var mı?” diye sorar.

Ahmet hocamız çok misafirperverdi. Kapısına gelen misafiri incitmemek için çok nazik davranırdı. Misafirin sosyal ve ilmi durumuna göre bir sohbet konusunu bir şekilde hemen bulurdu. Misafirin derdi veya isteği varsa, onu sonuna kadar dinlerdi. İstek ve arzu haksız ise yardımcı olamayacağı cevabını, ona nezaket ile bildirirdi. Misafire ikramlarda da son derece nezaketli idi ve ikramların yenip içilmesi için gerekli üstelemeleri uygun sözlerle ve ısrarla yapardı.

Bir gün, misafir ile birlikte yemek yedikten sonra, ben sabırsızlıkla misafirimiz ağzına dua yakışan biri olduğu için bir yemek duası yapmasını rica ettim. O da memnuniyetle duayı yaptı. Fakat dua isteğime hocam çok kızdığını yüz ifadesiyle bana hissettirdi. Misafir gittikten sonra; ‘Yemekten sonra güzel bir yemek duası yapıldı, ben nerede hata yaptığımı anlayamadım’ dedim. Çok ince bir ayrıntıyı hatırlattı; “Misafirden yemeğin ücretini aldın” diye cevapladı. Benim de başımdan sıcak sular boşaldı tabii ki.

İnsan ne kadar günahkâr olursa olsun, Allah (c.c.) nin affının çok büyük olduğunu vurgulamak için, doksan dokuz kişiyi öldüren katilin affedildiğini anlatan hadis-i şerifi kendilerinden çok kez dinlemişimdir.

Yalan söylemenin bir Müslümana yakışmadığını da; hadis-i şerifte geçtiği gibi, bir Müslümanın hırsızlık yapabileceğini, içki içebileceğini vs. sayıp sıra ‘Yalan söyler mi?’ sorusuna gelince; Lâ (hayır)! diyerek elini de, “Dur!” der gibi kaldırarak anlatmaya çalışırdı.

Keramet gösterdiğini ben görmedim ama Şah-ı Nakşibend Hazretleri (k.s)’nin  “Doğru bir istikamet, bin kerametten daha hayırlıdır.” dediğini dikkate alırsak, çoğu hali kerametti. Tasavvufi açıdan bakıldığında da; tarikata incitmemek prensibiyle girilip incinmemek olgunluğu ile mezun olunuyorsa; Ahmet Hoca hem incitmez hem de incinmemekle tasavvufi hayat yaşardı. İncinmemek hususunda da bana hayli ikazları olmuştur.

Bir defasında, Isparta’ya geldiğinde, çok eski dostlarından biri olan ve Sav kasabasında yaşayan, rahmetli kimya profesörü Turgut Tebardar Hoca’yı evinde ziyarete gitmiştik. Birbirinden nazik iki hocanın muhabbetini dinlerken, kendimin ne kadar kaba olduğunu hissetmiştim.

Ashab-ı Kiram sevgisi çok fazlaydı. Onlarla ilgili davranışları nedeniyle olumsuz yorum yapmayın, onlar bir tiyatroyu oynadılar, bazılarının rolleri öyleydi, derdi. Hatta cami kuşu iken zengin olduktan sonra ibadeti terk ettiği söylenen Sa’lebe (r.a.)’ye ait hadis-i şerifin güvenilir olmadığı ile ilgili bilgileri araştırarak bulup bizlerle paylaşmıştır.

Namazı cemaatle kılmakta çok titizlenirdi. Mümkün olduğu kadar vakit namazlarına camiye gitmeye çalışırdı. Teravih namazını da hatimle camide kılmak, en sevdiği ibadet hallerinden biriydi. Akevler ’den Kemeraltı Camii’ne hatimle teravih kılmak için arabasına birkaç kişiyi de alarak kısa yaz gecelerinde bile giderdi. Son yıllarda ikamet ettiği Akevler Sitesin’deki 1. bloğunun çatı katındaki mescitte, hafız bir imam bularak yine teravihi hatimle kılmıştı.

Bu arada yapılmasını çok istediği, fakat yaptıramadığı bir eser ise; doktorlarının, hemşirelerinin ve idarecilerini dâhil tüm çalışanlarının kadın olduğu bir kadın-doğum hastanesiydi.

Öncelikle hocam, sonra kayınpederim olan Ahmet Tahir Satoğlu Hoca’yla ilgili birden aklıma gelen, iz bırakan hatıralarım bu kadar diyemiyorum. Çünkü düşündükçe daha niceleri aklıma gelir. Yukarıda da zikrettiğim gibi, istikamet üzere olan bir şahsiyet olduğu için her anı bir hatıra idi.

Allah (c.c.) rahmet ve mağfiretiyle muamele eylesin (Âmin).