Dostlarımın beni adeta tabiata açılan bir pencere gibi görmeleri içimi ısıtıyor. Tabiattaki bu dönüşümlere tanıklık etmek, beni daha dikkatli bir gözlemci hâline getirdi. İlgi duyduğum bu mesele, zamanla kişisel bir merakın ötesine geçti; içimden gelen bir sorumluluk duygusuyla hareket etmeye başladım.
Cemal BALIBEY
Yazar

İstanbul’da birçok ağacın, özellikle erguvan, akasya, iğde, manolya ve ıhlamurun, çiçeklenme zamanlarını dikkatle takip ediyorum. Bu dikkat, hayatıma yeni bir anlam katıyor. Mesela “yaprağa bakışım” bile değişiyor. Neye baksam, nereye dönsem, aradığımı orada görür hâle geliyorum. Mis kokular, canlı renkler, en zarif şekiller adeta dikkatimi çekmek için yarışıyor. Bu sayede, Allah’ın yaratma kudretine, âlemin sırlarla dolu şaşmaz düzenine; gökyüzünün, yıldızların, ırmakların, denizlerin, ağaçların, çiçeklerin ve yaprakların ardındaki o harikulade kainat sırlarına tanıklık edebiliyorum. Yaşadığımız dünyanın güzelliklerini yeniden keşfetmenin mutluluğunu yaşıyorum.
Tabiata yönelmek; ibret almak ve derin bir tefekkürün kapılarını aralamak için eşsiz bir vesiledir. Ne var ki, günlük koşuşturma içinde çoğu zaman yanından geçip gittiğimiz nice güzelliğin, o büyüleyici manzaraların ve yaydıkları o taze bahar kokularının farkına bile varamıyoruz. Âleme nakış nakış işlenmiş bu akıl almaz mucizelere çoğu zaman bigâne kalıyor yahut sadece bakıp geçiyoruz. Üzerine bir hissiyat, bir derinlik, her dem taze bir “hayret” eklemekte tembellik ediyoruz. Halbuki baharı ve tabiatı fark etmek, aslında hayatın kendisini fark etmektir.
Kimi zaman önemsiz gibi görünen bu ayrıntılar, aslında hayranlık uyandıran sonsuz hakikatin küçük ama eşsiz yansımalarıdır. İnsanın tabiatla kurduğu rabıta, ona ruhen ve manen huzur verir. Hatta çiçeklerle huylarımız ve gönüllerimiz arasında derin bir bağ olduğuna inanırım. Tabiatla hemhal oldukça huylarımız yumuşar, ruhlarımız sükûna erer; gönüllerimiz ise tarif edilemeyen bir huzurla dolar. Bu bağ, bizi gündelik telaşlardan ve hayatın dağdağasından sıyırarak sadeliğe, neşeye ve içsel bir dinginliğe taşır.
Doğal çeşitliliğiyle öne çıkan İstanbul gibi bir şehirde, ağaçların çiçeklenme zamanlarını takip etmek; tabiatla kurulan bağı canlı tutmak, hatta daha da derinleştirmek açısından hem anlamlı hem de kıymetlidir.
Son birkaç yıldır, ağaçların çiçeklenme zamanlarını çevremdeki insanlarla da paylaşmaya başladım. Bazı arkadaşlarım bu durumdan memnuniyetle söz ediyor. “Ağaç, yaprak deyince aklımıza hep sen geliyorsun,” ya da “Bize tabiatı sevdiren adam!” gibi samimi iltifatlar işitiyorum.
Dostlarımın beni adeta tabiata açılan bir pencere gibi görmeleri içimi ısıtıyor. Tabiattaki bu dönüşümlere tanıklık etmek, beni daha dikkatli bir gözlemci hâline getirdi. İlgi duyduğum bu mesele, zamanla kişisel bir merakın ötesine geçti; içimden gelen bir sorumluluk duygusuyla hareket etmeye başladım.
Bahar mevsimi, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Nisan yağmurlarıyla birlikte ağaçlar, sanki bir ilkbahar rüyasına dalar. İstanbul’un baharı, erguvanların çiçek açmasıyla başlar. Ansızın patlayan çiçekler, iki yanı yeşil tepelerle çevrili Boğaz’ın diğer ağaçları arasında pembe kıvılcımlar gibi parlayarak şehre baharı müjdeler. Bu ağaçlar, bahara rengini veren çiçekleriyle sanki yalnızca İstanbul için yaratılmış gibidir. Heybetli at kestaneleri ise, yeşil yapraklarının üzerinde bir şamdanı andıran gösterişli çiçekleriyle erguvanla aynı mevsimde parkları zarafetle süsler.
Mayıs ayında, biri bitmeden diğer ağaçlar çiçek açmaya başlar. Önce akasya ve iğde, ardından manolya ve ıhlamur gelir. Şarkılara konu olmuş akasyalar, beyaz salkımlar halindeki çiçekleri ve hafif bir rüzgârla yayılan ferahlatıcı kokularıyla etrafa hoşluk katar.
İğde ağaçları ise, mayısla birlikte önce kokusuyla, sonra gölgesiyle, ardından meyvesiyle yaz boyunca hafızamızda yer eden bir yoldaşa dönüşür. Gümüşi yeşil yapraklarının arasından uzanan uçuk sarı çiçekleriyle mest edici rayihasını dört bir yana saçar. Bu latif koku, ikindi esintilerine karışarak uzaklara ulaşır.
Manolya ağaçları ise, tüm büyük bahçelerde ve parklarda ipek beyazı çiçekleriyle adeta saltanat kurar. Limon ve narenciye çiçeğini andıran hafif bir kokusu vardır; ancak bu muhteşem kokuyu duyabilmek için ağaca yaklaşmak gerekir.
Geçtiğimiz yıl İstanbul’da ıhlamurlar, haziran başında çiçek açmıştı. Bu yüzden, bu yıl da aynı günlerde ıhlamurları takibe başladım. Ancak havaların geçen yıllara kıyasla daha serin seyretmesi, çiçeklenmeyi birkaç gün geciktirdi. Mayıs ortasında iğdelerin o keskin, yoğun kokusu etrafı sardığında, “Ihlamurların eli kulağında,” dedim ve sabırsızlıkla gün saymaya başladım. Fakat günler geçmesine rağmen o tanıdık, latif kokuyu bir türlü duyamayınca içimde bir merak oluştu. Artık, bu yıl ıhlamurların biraz nazlanarak çiçek açacağına kanaat getirdim.
Bir gün, FSMVÜ İslami İlimler Fakültesi’nin önünden, Hava Şehitleri Parkı’ndan geçerken özlemle beklediğim o tanıdık kokuyu nihayet hissettim. Parktaki büyükçe bir ıhlamur ağacı çiçek açmıştı. İşte o an, sadece ağaçta değil, iç dünyamda da çiçekler açtı.
Daha ilk günden, ellerinde poşetlerle iki uyanık kafadar, ağacın alt dallarına uzanabildikleri kadar ıhlamur toplamaya koyulmuştu bile. Ağaca yaklaştığımda, ıhlamurun o kendine has hoş rayihasını doya doya içime çektim. Ben de alt dallarına uzanıp birkaç çiçek toplamak istedim; fakat adamların yüzlerinin bir anda asıldığını fark ettim. Tavırlarından, orada olmamdan pek hoşnut olmadıkları anlaşılıyordu. Parktaki o ağacı öyle bir sahiplenmişlerdi ki, neredeyse oradan geçen biri, ağacı onların diktiğini sanabilirdi!
Onları daha çok rahatsız etmemek için fazla oyalanmadım. Birkaç taze ıhlamur çiçeğini koparıp yaka cebime koydum. O hoş kokuyu bir süre yanımda taşımak, bu anın hatırasını canlı tutmak istedim. Ardından sessiz adımlarla oradan uzaklaştım.
Eğer haziranın ilk günlerinde bir cami avlusunun ya da eski bir mezarlığın yanından geçerken sizi saran tarifsiz bir koku duyarsanız, bilin ki o, ıhlamur çiçeğinin kokusudur. Bu koku, baharın vedaya hazırlandığını ve yerini yavaş yavaş sıcak yaza bıraktığını haber verir.
