İkna Odasında Beş Dakika

Türkiye’de başörtüsünün geçmişe yönelik temsillerinden sonra günümüze geldiğimizde, meselenin eskisinden çok daha karmaşık olduğunu görürüz. Başörtüsü dizilerde, haber bültenlerinde, reklamlarda, üniversitelerde, devlet dairelerinde, vitrinlerde, sokakta hemen her yerde karşımıza çıkıyor. Tıpkı Kızılcık Şerbeti dizisinin ilk bölümündeki o çok ses getiren  sahnede söylendiği gibi “Bunlar da her yerdeler…” Bu görünürlük, yalnızca bir imaj politikası değil; toplumsal gerçekliğin ta kendisidir. Başörtüsü artık geçmişte olduğu kadar kamusal alandan dışlanmıyor, fakat kamusal alan onunla yeniden şekilleniyor. Ancak burada durmak, bu dönüşümü anlamak için yeterli değil. Çünkü görünürlük, her zaman özneleşmeyi beraberinde getirmez.

Elif Çevik


Ne zaman bir filmde yahut dizide, başörtüsünü çözmek üzere aynanın karşısına geçen bir Müslüman kadını görsem, aynı sahne canlanır zihnimde. Kadın durur. Elini başına götürür. Parmakları ağır ağır iğneyi çözer. Başörtüsü omzuna düşerken, bakışları bir an aynadaki toplanmış saçlarında asılı kalır. Yıllardır onu saran örtüyü, sanki bir kafatasıymış gibi dikkatle elinde tutar. İşte tam o anda, Hamlet’inki kadar ağır ve keskin bir soru belirir yüzünde: “Örtmek ya da örtmemek… İşte bütün mesele bu.” Çünkü perde arkasında yalnızca bir başörtüsünün değil, bir kimliğin, bir geçmişin, bir inancın çözülüşü oynanır.

Batılı anlatının arzu nesnesine dönüşen örtünün açılma sahneleri, genellikle bir özgürleşme anı olarak karşımıza çıkar. Bilhassa yabancı yapımlarda görmeye alıştığımız bu oyun karşısında seyrettiklerimizin tamamen hayal ürünü olduğuna güvenerek olan bitene fazla takılmayız. Zaten ekranda dönüp dolaşan, birkaç klişe figürden ötesi değildir Müslüman kadın: Dört beş farklı kalıpta dondurulmuş, tekrar tekrar ısıtılıp seyirciye sunulur: Bastırılmış sessiz kadın, bir erkek tarafından manipüle edilen kadın, terörist ve radikal kadın, Batılı bir erkek tarafından özgürleştirilmeye, kurtarılmaya muhtaç kadın… Esasen yerli dizi ve filmlerimiz de Müslüman kadını örtüsünden soyma ve medenileştirme çabalarının sayısız temsilleriyle doludur. Sırf Yeşilçam’daki örnekleri bile saymaya bu yazının sınırları yetmez. Ancak herkesin malumu olduğu bu temsilleri konuşmak yerine daha farklı bir yapıma dikkat çekmek istiyorum. Yıllardır sorduğumuz “madun konuşabilir mi?” sorusunun şimdiye kadar seyrettiğimiz en güçlü temsilini ortaya koymuş bir diziden: “Yankı: Görünmez El”.

TRT’nin dijital platformu Tabii’de yayınlanan Yankı dizisini izlediğimde, üniversiteli başörtülü genç bir kadını—Elif’i—ekranda gördüğüm an, kendi kendime ‘evet’ dedim: İşte nihayet, gerçek bir temsil. Ne mağdurlaştırılmış ne egzotikleştirilmiş. Ne göklere çıkarılmış ne yerin dibine sokulmuş. Olan biten neyse, olduğu gibi aktarılmış. O sahneleri izlerken, Elif’e bakıp “işte bu benim” diyebilecek onlarca genç kızın var olduğunu düşündüm. Zira bu kez, başörtülü bir kadın yalnızca görünür değil; aynı zamanda özne olarak karşımızda duruyordu, konuşuyordu, anlamaya çalışıyordu, direniyordu, düşünüyor, düşündürüyordu.

Hikayenin tamamında, tesettüre yönelik irdeleyebileceğimiz çok şey var; ancak belki de Türkiye’nin Batılılaşma hikayesindeki çarpıklığının bir izdüşümü ve özeti olduğunu düşündüğüm ikna odası sahnesini konuşalım istiyorum.

Sahne, üniversiteye kayıt yenilemek için geldiğini söyleyen başörtülü bir genç kızın gri, karanlık bir odaya yönlendirilmesiyle başlar. Biz de odada olan bitenleri bir kamera kaydından izleriz. Kameranın görmediği bir noktada, yalnızca seslerini işittiğimiz, genç kızın üniversitedeki iki kadın hocası oturuyordur. Burası bir “ikna odası” ve ikna çabaları yaklaşık beş dakika sürüyor.

Söze başlarken, başörtülü kızın güzelliği ve başarıları övülür; hatta çay ikram edilmek istenir. “Ortalaması da çok yüksek. Böyle devam ederse bölüm birincisi olarak bitirir fakültesini.” diyor hocası. “Fakat o türbanı çıkarması lazım.” Genç kız, türbanla başörtüsünün farklı şeyler olduğunu ifade etmek istese de hemen lafı kesiliyor. “Ah güzel kızım! Sizi nasıl kandırıyorlar böyle? Başörtüsü bu değil. Hepimizin anneleri başlarını örterlerdi. Ama böyle sıkma baş yaparak değil.” Konuşmanın devamında genç kıza örtünmesi için kimin onu zorladığı soruluyor.İnancın gereği olarak örtünmüş olmak makul bir cevap değil. İslam’da böyle bir şey yok (!)” Kandırıyorlar sizi.” diyor hocası. “Araplaşmanın, Arap milliyetçiliğinin özentisinden başka bir şey değil o başına taktığın. Türk yurdunda, Türk kadınını geri bırakma projesi bunlar.” Konuşmanın devamında genç kızın Jack London okuyan, Tarkovski izleyen bir kız olduğu vurgulanarak siyasal İslam’ın üniformasıyla ne işi olduğu sorgulanıyor. Ardındanyumuşak bir sesle “Güzel kızım, biz sana burs da buluruz, yurt da ayarlarız. Kurtarırız seni baskıdan. Seni kim zorluyor? Korkmadan söyle bize.” diyorlar. Genç kız çaresizce aynı cümleyi tekrar etmek zorunda kalıyor: “Hocam gerçekten kimse zorlamıyor beni. Neden inanmıyorsunuz?”

Cevaplar da sorular da kendisini yıllardır tekrar ediyor. Sanki örtünmek bir tercih değil de sürekli açıklama gerektiren bir karar. Peki, neden inanmıyorlar sizce? Çünkü diyor hocası: “Bir genç kız kendi isteğiyle asla örtünmez. Ya biri zorluyordur ya da kandırılmıştır. Böyle yaşlı, çirkin görünmeyi hangi genç kız ister? Sen köylü kadını değilsin. İstanbul’da memleketin en iyi üniversitelerinden birinde talebesin. Neden böyle dolaşmak isteyesin yani? Yaşını başını almış koca koca hocaların karşısında, 18-19 yaşlarındaki bu genç kız, “inancım gereği” demekten başka bir şey söyleyemez. Bu kez de “Başını açınca dinden mi çıkıyorsun?” derler. “O nasıl bir din ki bir bez parçasına kalmış?”

Buraya kadar dikkat ettiyseniz, tesettürü ifade etmek –ve çoğu zaman değersizleştirmek ya da aşağılamak– için oldukça çeşitli ifadeler kullanıldı: türban, sıkma baş, başına taktığın, siyasal İslam’ın üniforması, bez parçası… Bu ifadelerin her biri sadece bir dil tercihi değil; aynı zamanda ideolojik konumların, güç ilişkilerinin ve kimlik politikalarının da dışavurumudur. Judith Butler’ın dilin performatif işlevi üzerine kuramında belirttiği gibi, sözcükler yalnızca bir şeyi tanımlamaz; aynı zamanda onu inşa eder, meşrulaştırır ya da değersizleştirir. Başörtüsünü değersizleştiren bu dilsel etiketler, örtünmeyi bireysel bir inanç tercihinden çıkarıp politik bir sorun, bir sapma ya da bir “geri kalmışlık” göstergesi haline getirir. Bu tür ifadeler, sadece başörtüsüne değil, onu taşıyan özneye yönelen bir sembolik şiddet de içerir ve Louis Althusser’in kavramsallaştırdığı “ideolojik çağırma” yoluyla başörtülü kadını daima sorumlu, açıklama yapmak zorunda olan, sorguya açık bir öznelliğe hapseder.

Konuşmanın devamında ise konu gerçek İslam’a, Yunus’a, Hacı Bektaş’a getirilir ve çağdaşlık, hoşgörü dini diye birtakım hayal ürününden söz edilir. Genç kızın bu nutuklar karşısında kendi bildiklerini paylaşma teşebbüsü ise öfkeyle karşılanır. “Sana anlayışlı davranıyoruz diye küstahlaşma! Senden mi öğreneceğiz Hacı Bektaş’ı?” diye azarlar hocası ve görüşmeyi bir  an önce sonlandırmak ister: “Yukarıda belirtilen İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu kararlarını okudum. Bu kararlara kesinlikle uyacağımı taahhüt ediyorum.” Yazıp imzala. Daha görüşeceğimiz çok kişi var. Biz, size tolerans gösterdik. Ama artık bitti. Her kurumun kendi kuralları var. Burası üniversite. Çağdaşlık ve bilimin yuvası. Biz camiye mayoyla giriyor muyuz?

Bu sahnede ortaya çıkan şey yalnızca bir ikna çabası değil; tam anlamıyla epistemik tahakkümdür. Genç kız, kendi dini bilgisini, yorumunu ya da okumasını ifade etmeye kalktığında —ki bu bir tür bilgi üretimidir— hocası tarafından hızla susturulur. Burada Michel Foucault’nun bilgi ve iktidar arasındaki ilişkiye dair kuramı devreye girer: Bilgi, yalnızca nesnel gerçeklikleri açıklayan bir şey değil; aynı zamanda iktidarın meşruiyetini tesis etme aracıdır. Hoca burada sadece dinî veya tarihî bir otoriteyi değil, aynı zamanda üniversitenin, devletin ve modern seküler aklın bilgi tekeline sahip olduğunu ima eder. Genç kızın bilgisi, çünkü “doğru yerden” gelmemektedir, dolayısıyla meşru değildir.

Üstelik bu bilgi tahakkümü, kendisini tolerans kılığına sokarak sunar: “Sana anlayışlı davranıyoruz”, “Biz size tolerans gösterdik” gibi ifadeler, ilk bakışta kapsayıcı görünse de aslında üstün bir konumdan konuşan ve her an geri çekilebilecek bir şartlı hoşgörü biçimidir. Burada Wendy Brown’un “hoşgörü siyaseti”ne ilişkin eleştirileri hatırlanabilir: Tolerans söylemi, tahakküm ilişkilerini gizleyerek sürdürmenin bir yoludur. Tolerans gösterilen özne, zaten baştan sorunlu, kusurlu, potansiyel olarak tehlikeli olarak kodlanmıştır; dolayısıyla bu hoşgörü her an geri alınabilir.

Bu sahnede hoşgörü, “çağdaşlık ve bilimin yuvası” olarak sunulan üniversitenin, modern ulus-devletin laiklik anlayışını ideolojik bir aygıt olarak nasıl işlediğini de açık eder. Genç kızın örtüsü ve inancı, akademik kimliğe aykırı, çağdaşlığa düşman, bilime karşı bir pozisyon olarak konumlandırılır. “Biz camiye mayoyla giriyor muyuz?” cümlesiyle sahte bir simetri kurulur; ama aslında burada yapılan şey, kamu alanında görünür dinî kimliği tamamen dışlamak ve bunun üzerinden bir tür “kamusal norm” üretmektir. Sonuçta bu sahne, “bilgi kimindir?”, “kimin yorumu geçerlidir?” ve “tolerans gerçekten özgürlük müdür, yoksa başka bir disiplin biçimi midir?” gibi sorularla yüzleşmemizi sağlar.

Öfkeden deliye dönmüş bu kadınların karşısında genç kızın ağzından çıkacak her cümle ise yarım kalır. “Ben sadece eğitim hakkımın…”. “Bunu imzalamadan, başını açmadan olmaz. Polis olmak istiyorsan polis gibi, asker olmak istiyorsan asker gibi, üniversite okumak istiyorsan medeni, insan gibi giyineceksin! Tercihini yap! Ya başındaki bez parçası ya üniversite!” Genç kız, son bir cesaretle “Beni zorlayamazsınız.” der. Fakat bu çağdaşlık, bilim, aydınlık, özgürlük vb. şeylerin yılmaz temsilcileri haykırırlar: “Hem de öyle bir zorlarım ki! Bana bak! Sakın ağlamaya, kendini acındırmaya kalkma. Bizi kandıramazsın. Dini, siyasete alet etmeye çalışırsanız elbette bizler, bu ülkenin çağdaş kadınları olarak karşınıza dikiliriz. Şu meydana gelmeden açacaksınız başlarınızı! Bir daha bir tanenizi bu şekilde okulumun önünde bile görmeyeceğim! Size bu ülkede ne okul okuturum, ne mezun ederim ne de doğru dürüst bir işte çalışmanıza müsaade ederim! Sen bu şekilde hukuku bitirsen ne olacak? O başındakiyle ancak temizlikçilik yapabilirsin bu ülkede. Çıkarın şunu dışarı! Verin güvenliğe, atsın dışarı! Başını örtenler, üniversite okumayı çok istiyorlarsa Arabistan’a gitsinler!

Genç kız odadan çıkar, kamera kapanır. Bu altı dakikalık sahnede sergilenenler yalnızca bir kıyafet tercihi üzerinden yürütülen bir tartışma değildir; çok daha derin, çok daha yapısal bir şiddet biçimidir. Genç bir kadının inancını, kimliğini, benliğini sürekli sorguya çeken bu söylem; psikolojik, ekonomik, fiziksel ve sosyal şiddet türlerinin iç içe geçtiği sistematik bir kuşatma olarak karşımıza çıkar. İkna odası aslında bir tahakküm odasıdır. Burada kadınlara reva görülen, yalnızca başörtülerini çıkarmak değil; aynı zamanda itaat etmeleri, şekil değiştirmeleri, içselleştirilmiş bir ‘modernlik’ tarifine boyun eğmeleri istenir. Ve bu tarifin sahibi olanlar, kendilerini bilimin, çağdaşlığın, özgürlüğün savunucusu olarak sunarken; aslında insan haklarına, temel özgürlüklere ve en önemlisi inanç özgürlüğüne dair hiçbir saygılarının olmadığını haykırarak sergilerler. Michel Foucault’nun “biyo-iktidar” dediği şey tam da budur: bireyin bedenini, giyimini, inancını denetim altına alma arzusu. Burada “çağdaşlık” bir hak değil, bir disiplin aracına; “bilimsellik” bir yöntem değil, bir norm silahına dönüşür. Genç kızın suskunluğu yalnızca korkunun değil, konuşmasına izin verilmeyen bir öznenin trajedisidir.

Türkiye’de başörtüsünün geçmişe yönelik temsillerinden sonra günümüze geldiğimizde, meselenin eskisinden çok daha karmaşık olduğunu görürüz. Başörtüsü dizilerde, haber bültenlerinde, reklamlarda, üniversitelerde, devlet dairelerinde, vitrinlerde, sokakta hemen her yerde karşımıza çıkıyor. Tıpkı Kızılcık Şerbeti dizisinin ilk bölümündeki o çok ses getiren  sahnede söylendiği gibi “Bunlar da her yerdeler…” Bu görünürlük, yalnızca bir imaj politikası değil; toplumsal gerçekliğin ta kendisidir. Başörtüsü artık geçmişte olduğu kadar kamusal alandan dışlanmıyor, fakat kamusal alan onunla yeniden şekilleniyor. Ancak burada durmak, bu dönüşümü anlamak için yeterli değil. Çünkü görünürlük, her zaman özneleşmeyi beraberinde getirmez.

Görünür olmak, bazen yalnızca daha sık izlenmek, daha çok denetlenmek anlamına  gelir. Panoptik bir çağda yaşıyoruz ve başörtülü kadın artık kadraja girmiştir—ama kadrajın sahibi hâlâ başkasıdır. Temsil edilmek, bir görüntüye dönüştürülmek, belli bir hikâyeye hapsedilmek demektir çoğu zaman. Ve var olmak—gerçekten var olmak—ancak kendi kelimelerini kurabildiğinde, başkasının senaryosunda değil, kendi hikâyende rol alabildiğinde mümkündür.

İşte bu yüzden mesele artık sadece “görünüyorlar mı?” değil, “hangi biçimde görünüyorlar ve neden böyle görünüyorlar?” sorusudur. Bu yeni dönemi anlayabilmek için gözümüzü yakın zamanın popüler dizileri olan Kızılcık Şerbeti, Kızıl Goncalar, Bir Başkadır ve Doğu gibi yapımlara çevirmemiz gerekiyor. Fakat bana ayrılan sayfaların sonuna geldiğimden o da başka bir yazının konusu olarak kalmak zorunda.

Son olarak, en başta tasvir ettiğimiz başörtüsünü açma sahnesi Yankı dizisinde de yer alıyor; fakat başka bir biçimde. Sahne, üniversitenin giriş kapısıyla başlıyor. İçeriye giren genç kızların artık direnç göstermeyen, ifadesiz bir yüzle başörtülerini hızlıca açıp çantalarına koyduklarını; dışarı çıkan kızların ise yine aynı ifadesiz yüzle hemen başlarını örttüklerini görürüz. Bununla birlikte, başörtüsünü aksesuar gibi boynuna dolamış ve başına peruk takmış bir kızın da içeriye girdiğini izleriz. Derken, masmavi başörtüsüyle Elif kapıda belirir. Güvenlik “türbanla giremezsiniz” uyarısını yapar. Elif yılmadan düzeltir “türban değil bu, başörtüsü”. Neyse nedir, başındakini açmadan içeri giremeyeceği söylenir. Bunun üzerine Elif hızlıca iğnesini çözmeye başlar. O, mavi başörtüsünü açarken kamera da aynı hizada aşağıya iner ve Elif’in saçlarını görmemize müsaade etmez. Elif, bir elini yumruk yapıp sıkarken diğer eliyle başörtüsünü bir dizgin gibi elinde tutarak üniversiteden içeri girer. Az sonra ikna odasındaki sesinden tanıdığımız hocasının yanındadır. Masaya bir başörtüsünün içindeki kesilmiş saçlarını koyar. “İlla saçlarımızı görmek istiyormuşsunuz. Benimkileri getirdim.” der. “İyi bakın. Bende görüp görebileceğiniz bu kadar.”

Elif’in başörtüsünü açma sahnesi bir çözülme değil, bir karşı koyuştur. Çünkü onun için mesele, örtmek ya da örtmemek değil; kim olduğunu başkalarının tanımlamasına izin verip vermemektir. Diğerlerinin ifadesiz yüzlerle ve otomatik bir refleksle yaptığı o eylem, Elif’in bedeninde direnişe, hafızaya, kararlılığa dönüşür. Başörtüsünü bir dizgin gibi elinde tutması, ipleri eline aldığını; yumruk yaptığı eli ise bu baskıya karşı artık edilgen kalmayacağını simgeler. Onun eylemi, ne başörtüsünü çıkararak özgürleşme hikâyesine, ne de başörtüsünü savunarak direniş anlatısına tam olarak sığar. Elif, dayatmaların her türüne karşı kendi sınırlarını kendi çizen bir özneye dönüşür. Düzene teslim olmamayı seçer; ve bu tercihiyle, yalnızca kendi hikâyesini değil, başörtülü kadının temsiline dair ezberi de bozar. Bu yüzden Yankı dizisi, başörtüsünün yalnızca görünür kılındığı değil, nihayet temsil edildiği; başörtülü kadının başkalarının kurgusunda figür değil, kendi hikâyesinde fail olabildiği nadir anlatılardan biri olarak hafızaya kazınır.