Eskiden yoksulluk, sofrada eksik ekmekti; şimdi yoksulluk, sofrada eksik insan. Aynı şehirde yaşayıp da birbirine yabancı milyonlar… Her gün karşılaşan ama göz göze gelmeyen, yan yana oturup birbirini tanımayan insanlar. Bu yabancılığın ortasında bir çocuk büyüyor. Ailesinden şefkat, öğretmeninden merhamet, arkadaşlarından saygı görmeden. Zira “değer” artık “paha”. Ederi ne kadar merhametin, şefkatin? Kaç para sahi?
Zehra TUNÇ

Şehrin gürültüsü henüz insan sesine karışmamışken metropolün akşamdan kalma fiyakalı renkleri akmış, yenisi henüz boyanmışken bir kadının gözlerine, bir adamın asık suratına. Dolaplardan yeni maskeler ve anlamsız gülüşler takılmışken yüzlere, yeni bir gün başlıyor, evet.
Tanrıdan sağlık, afiyet, hayırlı başlangıçlar da diledik rutin. Kesin. Gün doğmadan daha. Âmin.
Tam da bu zaman diliminde takılıyor içime, okul yolunda yürüyen o çocuğun gözleri. Yüzünde ne çocuk ne yetişkin ifadesi. Muhtemelen sesini duyuramayan, tabletten bitap dimağ, uyanamadı hala. O da metropol çocuğu, megakent, modern şehir.
Bu çocuğun sessiz çığlığı, aslında çağımızın sesi. İlerlemenin büyüsüne kapılmış yetişkinler, kendi ürettiği teknolojinin ışığında kör oldu. Makineler düşünürken, biz duygularımızı yitirdik. Bilgi arttıkça bilgelik azaldı. Bilim yükseldikçe insan ruhu çöktü. Ve bir bakıma, adaletin terazisi, “kimin daha çok sahip olduğu”na göre tartmaya başladı. Bu sahiplik duygusu minik minik tanrıcıklar yarattı. Eskiden yoksulluk, sofrada eksik ekmekti; şimdi yoksulluk, sofrada eksik insan. Aynı şehirde yaşayıp da birbirine yabancı milyonlar… Her gün karşılaşan ama göz göze gelmeyen, yan yana oturup birbirini tanımayan insanlar. Bu yabancılığın ortasında bir çocuk büyüyor. Ailesinden şefkat, öğretmeninden merhamet, arkadaşlarından saygı görmeden. Zira “değer” artık “paha”. Ederi ne kadar merhametin, şefkatin? Kaç para sahi?
Kültürün kökleri toprağından sökülürken, toplumun ruhu da çoraklaşıyor. Eskiden “komşuluk” denen bir kelime vardı; şimdi yalnızca kapının üzerinde bir numara var. Eskiden “haysiyet” bir duruştu; şimdi, görüntü filtresinin adı. Her şey gösteriye dönüştü, her duygu pazarlanabilir hale geldi. İnsan, kendi iç âlemini kaybettikçe dış dünyaya daha çok sarıldı. Oysa her şey gösterilemez. Gösterilen kıymetsizleşir, bilinemedi. Görünmeyen merak edilmiyor. “Aman canım, onunla mı uğraşılacak, daha maskelerin değişmesi lazım.”
Modern şehirler yükseldikçe, değerlerimizin temelleri çöktü. Yüksek yüksek binalar yapıldı ama alçak gönüllü olmak unutuldu. Ne saf bir beklenti bugün, haklısınız.
Adalet artık soyut bir kavram; sosyal medya paylaşımının altına yazılan bir cümle. Oysa adalet, bir çocuğun okulda tok karnına ders dinleyebilmesi demek değildir sadece. Bir annenin evladına umutla bakabilmesi, bir babanın emeğinin karşılığını alabilmesi… Bunlar olmayınca toplumda bir çürüme başlar — önce sessiz, sonra görünür. İşte o sessizlik, o çocuğun çığlığına benzer: Duyulmaz ama her yerde yankılanır.
Yoksulluk sadece cebin değil, ruhun yoksulluğu. İnsan, kendi iç zenginliğini kaybettikçe dış dünyanın hiçbir bolluğu onu doyurmuyor. Herkesin elinde bir cihaz, cebinde bir evren; ama kimsenin içinde bir dünya yok. Kültür, tüketime dönüşünce, değer meta hâline gelince, insan da yalnızca “üreten-tüketen bir varlık” olarak tanımlanıyor. Oysa insanın özü anlam üretmektir. Anlamını kaybeden toplum, ne kadar teknoloji üretirse üretsin, kendi çocuklarına bile umut veremez.
Bir zamanlar “değer” dediğimiz şeyler, insanı insan yapan şeylerdi: merhamet, adalet, tevazu, vefa, sabır, saygı, nezaket, zarafet, letafet… Şimdi bunlar ders kitaplarında nostaljik kavramlar gibi duruyor yahut sosyal medyanın beyni uyuşturan raflarında. Halbuki değerler yaşanmadığında ölür. Biz değerlerimizi hatırlamayı unuttuk; çocuklarımıza miras olarak yalnızca korkularımızı bıraktık.
O küçük çocuk bir gün büyüyecek. Hangi yolu seçerse seçsin, içinde bir eksiklik kalacak: “Bir zamanlar beni kimse duymadı.” İşte o duyulmayan ses, bugünün toplumunun en derin yarası. Nitekim insan, yalnızca sevgiyle büyür. Bir toplum, çocuklarının iç sesini duyamıyorsa geleceğini kaybetmiş demek değil midir?
Bugün şehirlerimizde ölçülerin değişmesiyle betonlar yükselirken, kalplerimizdeki muhabbet alçalıyor. Başarı, vicdanla değil, kazançla ölçülüyor artık. İyilik, fayda getirdiği sürece hatırlanıyor. Böyle bir dünyada çocukların sessiz çığlığı, insanlığın vicdanını hatırlatmalı değil mi? Belki de bu yüzden sosyal adalet üzerine konuşmak, teknik bir mesele değil, ruhsal bir yüzleşme olmalı. İnsan, ancak başkasının acısını duyabildiği kadar insandır.
Ve öz, bütünlük ister. İnsicam, insanın kendi iç ahengiyle toplumun ahengi arasında kurulacak o ince dengedir zannımca. Şimdi o denge kayboldu. Yeniden bulmak için, önce o çocuğun çığlığına kulak vermek gerekiyor.
Belki de yeni bir başlangıç, sessiz bir fark edişle mümkündür. Bir çocuğun gözlerinde merhameti, bir yaşlının ellerinde emeği, bir annenin sesinde umudu yeniden duyabilmekle… O zaman değer yeniden anlam kazanır, ahlak hakikatine döner, insan ruhu yoksulluğundan kurtulur.
Değerin erozyonu, ruhun yoksullaşmasıdır. Ama hâlâ geç değil. Çünkü insan, her şeyini kaybettiğinde bile, vicdanını kaybetmediyse, yeniden inşa edebilir. O vicdan, sessiz bir çocuğun gözlerinde hâlâ ışıldıyor.
Bütün aforizmaların karşısında, güncel aferinlere inat… Her şey biz yaşarken oldu, oluyor. İhtar! Ayağını denk al!
