İnsanı, arzularını ve heveslerini kuşatan bütün bir sistem, emeğin değerini küçültmeye çalışmaktadır. Emek değersizleştiğinde, insanın kendine saygısı da zayıflar. Kişi kendi değerine ve emeğinin anlamına güvenmeyi bıraktığında, umut da başkasının yön verebildiği bir şeye dönüşür.
Sinan ÖZYURT
Eğitimci-Yazar

Adalet çoğu zaman dışarıda, yasalarda, sistemlerde ve başkalarının davranışlarında aranıyor. Oysa adalet, insanın kendi hayatını neyin etrafında kurduğuyla, yani içindeki terazinin dengesiyle başlar. İrade zayıfsa, dış dünyada düzen kurmak mümkün olmaz. Çünkü insan, yönünü kendi belirleyebildiği sürece adil bir hayat kurabilir. Yönünü kaybeden, yaşantısının kontrolünü de kaybeder.
Kur’an, insanın varlık sebebini şöyle bildirir: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 56) İnsanın kaderi kulluktur. Bu ayet bize kime kul olmamız gerektiğini hatırlatır.
İnsan ya kalbini Allah’a bağlar ya da fark etmeden başka şeylerin peşine takılır. Allah hangimizin daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır(bk. Mülk, 2). Hayat, insanın yaptığı tercihlerin toplamından ibarettir. Rabbine kulluğu tercih eden insan izzet ve şerefi tercih etmiştir. “Andolsun, Biz insanoğlunu şerefli kıldık.” (İsrâ, 70) Ayette vurgulanan şeref, korunması gereken bir emanettir. Bu emaneti korumak da kalbin Rabbine yönelmesiyle mümkün olabilir: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 28)
İnsan, kulluğunu unuttuğunda kendini özgür sanır fakat o andan itibaren, fark etmeden alışkanlıklarının ve arzularının yönlendirdiği bir hayata sürüklenir. Bugün sömürü sadece ekonomik düzenlerle değil, insanın iç dünyasındaki zaaflarla da işliyor. Sabırsızlık, acele sonuç arayışı ve çabasız kazanç isteği sömürü için en uygun zemini oluşturuyor. Bu yüzden kumar oynayan, “şans” uygulamalarına bağlanan veya bir gecede zengin olma vaatlerinin peşine düşen insanlar yalnızca geçim sıkıntısı çekenler değil. Varlıklı olan da emek vermeden daha fazlasına sahip olma isteğiyle aynı tuzağın içine düşebiliyor. Sömürü, imkândan veya imkânsızlıktan değil zaaflardan besleniyor. Zaaflarını yönetemeyen kişinin iradesini de başkası yönetiyor.
İnsanı, arzularını ve heveslerini kuşatan bütün bir sistem, emeğin değerini küçültmeye çalışmaktadır. Emek değersizleştiğinde, insanın kendine saygısı da zayıflar. Kişi kendi değerine ve emeğinin anlamına güvenmeyi bıraktığında, umut da başkasının yön verebildiği bir şeye dönüşür. Artık neyi istemesi gerektiğini, neyin peşine düşeceğini kendi belirleyemez. Kur’an’ın kumarla ilgili uyarısı bu yüzden yalnızca ekonomik kayba değil, kişilik kaybına da işaret eder: “Şeytan içki ve kumarla sizi Allah’ı anmaktan alıkoymak ve aranıza düşmanlık sokmak ister.” (Mâide, 91) Burada insanın asıl kaybettiği şey hayatı yönlendirme gücü yani iradesidir. Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyurur: “Kişinin yediğinin en hayırlısı, kendi elinin emeğiyle kazandığıdır.” (Buhârî, Büyû’, 15) Çünkü emek, yalnızca geçim vesilesi değil şahsiyeti ayakta tutan izzet ve onurun önemli bir kaynağıdır.
Eğlence, yerinde olduğunda insanı dinlendirir. Ancak düşünmeye, üretmeye ve sorumluluk almaya engel olduğunda insanı kendine yabancılaştırır. Mahalle arasında oynanan futbol, paylaşmanın ve birlikteliğin ifadesidir. Fakat oyun bir gösteriye ve kör bir taraftarlığa dönüştüğünde, kişi artık neye sevineceğini, neye üzüleceğini bile kendi belirleyemez hâle gelir. Burada asıl mesele insanın sevgisinin ve öfkesinin bile yönlendirilebilmesi, iradesinin esir alınmasıdır. Asgari ücretle geçinmek zorunda olduğunu söyleyen fanatik bir taraftar eline geçen maaşın önemli bir kısmını maçlara ve takım formasına harcıyorsa bu insanın adalet talebinde bulunması mümkün olabilir mi? Kendi kârının ve zararının farkında olmayan, tefekkürden uzaklaşmış insanın adaletsizliklere karşı çıkması beklenebilir mi?
Kur’an şöyle der: “Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve yakınlara yardım etmeyi emreder.” (Nahl, 90) Bu ayet bize şunu öğretir: Allah’a kulluğun yolu adalet, iyilik ve yardımlaşmadan geçer. Sosyal adalet, yalnızca kaynakların paylaşımıyla ilgili değildir. Sosyal adalet, insanın kendisini sömürüye açık hâle getiren alışkanlıkları ve bağımlılıkları bırakmasıyla başlar. İslam’ın zekât, sadaka ve infak gibi emirleri yardımlaşma ve paylaşmayla birlikte insanın mal ile kurduğu ilişkiyi dönüştürmeyi hedefler. İnsan, malı kendine ait bir güç olarak görmekten vazgeçtiğinde hem kalbi hırstan arınır hem de başkasının ihtiyacına karşı duyarlılığı artar. Paylaşan kişi, önce kendi içinde değişir. İşte adaletin zemini de buradadır.
İrade, zararlı olandan kaçınmanın yanında doğru olana bilinçli olarak yönelmekle kuvvetlenir. Tefekkürle, kitapla, emekle, sabırla, dostlukla ve aileyle şekillenir. Aile, iradenin ilk mektebidir. Aynı sofrayı paylaşmak, aynı uğurda emek harcamak ve aynı duada buluşmak insana kanaatin gücünü ve haysiyetini öğretir.
“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu nasip eder.” (Talâk, 2) Bu yeni bir yol önerisi değil, insana unuttuğu yönü yeniden hatırlatmadır. İradesini eline alıp Allah’a yönelen insan elbet bir çıkış yolu bulacaktır. İradesine sahip çıkan insan sömürülemez. İrade esir alınamadığında toplum güdülemez. İşte o zaman adalet bir talep olmaktan çıkar ve yaşanan bir gerçekliğe dönüşür.
