Kişisel Gelişen Ebeveynlerin Gençler Üzerindeki Yan Etkileri

Bugün evden çık(a)mayan, çalışmayan, zamanın çoğunu bilgisayar ve telefon başında geçiren, sosyal hayata karışmakta çekinen ve zorlanan gençlerin önemli bir kısmının arka planında, işte bu aşırı bireyci, korumacı ve çocuğu kutsallaştıran ebeveynlik modelinin izlerine rastlanmaktadır. Kişisel gelişimin “Kendine odaklan”, “Önemli olan sensin”, “Kendi sınırlarını kutsal say” vb. mesajları, bu neslin kof özgüvenini pekiştirirken kendi toplumuna ait değerlerden uzaklaşmasına sebebiyet verdi.

Nihal Pakırdaşı

1970’li yıllarda dünyada popülerlik kazanmaya başlayan kişisel gelişim akımı, Türkiye’ye Nüvit Osmay’ın İnsan Mühendisliği adlı kitabı ile Dale Carnegie’nin eserlerinin Türkçeye çevrilmesi sayesinde girmiş ve özellikle 1990’lı yıllarda popülerlik kazanmıştır. Son yüzyılda

Türk toplumu, gelenek ile modernizm arasında giderek hızlanan bir sarkaç gibi salınmış; bu süreçte modernleşmenin etkileri daha görünür hâle gelmiştir. 1985-1997 yılları arasında kırsaldan kentlere yönelen büyük göç dalgalarıyla birlikte, 2009 itibarıyla Türkiye nüfusunun %75,5’inin kentlerde yaşamaya başlaması sonucunda geleneksel büyük ailelerin yerini büyük ölçüde çekirdek ailelerin alması, toplum yapısında belirgin çözülmelere yol açmıştır.

80’li yılların ebeveynleri, gerek geleneksel büyük aileler içinde yaşanan kişiler arası çatışmalar gerek şehir hayatının sunduğu yeni imkânlar ve iletişim araçlarının gelişimi — özellikle televizyonun dünyayı ayağımıza getirmesiyle birlikte — önceki kuşaklardan farklı bir zihinsel dönüşüm sürecine girmiştir.


Bu değişim, geleneksel değerlerle bağlarını tamamen koparmadan, daha bireysel bir yaşam tarzına yönelmelerine sebep olmuştur. Ayrıca bu dönem, özellikle kız çocuklarının eğitimine verilen önemin bariz biçimde arttığı; ebeveynlerin kızlarını okula göndermeyi, eğitimlerine devam etmelerini sağlamayı ve onları toplumsal hayata daha aktif bir şekilde katmayı önemsedikleri bir süreç olmuştur.


Bu yeni ebeveynlik tarzı, bir yandan geçmişte “gelenek ve görenek” adı altında ifrata kaçan yaşam tarzından çocuklarını uzaklaştırma isteği, diğer yandan toplumsal değişime ayak uydurma çabası arasında şekillenmiştir. Böylelikle 80’ler kuşağı, bir yanda geleneğin gölgesinde büyürken diğer yanda da modern dünyaya aralanmış kapının eşiğine adım atan ebeveynler olarak yetişmiştir.

80’li yılların çocuklarının ebeveynliğe adım attığı dönemlere paralel gelişen iletişim araçları sayesinde, dünya adeta küçük bir köy hâline gelmiş; kültürel etkileşim büyük bir ivme kazanmıştır.

“Biz” eksenli bir toplumsal yapıya sahip olan Türk toplumu, kişisel gelişim akımlarının etkisiyle — seküler ya da dindar ayrımı olmaksızın — “ben” odaklı bir anlayışa itilmeye başlanmıştır.

Türk toplum yapısına yabancı olan, artısından çok eksisi bulunan Batı merkezli kişisel gelişim akımı, “ben” dilini öne çıkararak “Benim her şeye gücüm yeter”, “Ben ne istersem yapabilirim”, “Önemli olan benim” gibi bireyci söylemleri yaygınlaştırmış; böylece bencil ve zamanla narsistik eğilimleri güçlendiren bir kültürel yönelim olarak toplumda etkisini artırmaya başlamıştır.

Kişisel gelişim modasının kişilere sürekli aktardığı “Senin olan en değerlidir” mottosu, 21. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren toplumda hızlı bir şekilde karşılık bulmaya başlamıştır. Ancak bu söylem, özsaygıyı güçlendiren bir nasihat olmaktan çıkarak, zamanla her durumda kendi çıkarını öncelemeyi makul ve makbul gösteren bir zihniyete dönüşmüştür. Böylece, gelenekselliğin ifratından kaçan nesil, bu kez bireyselliğin ifratına savrularak sorumluluk alanını daraltan, ilişkileri zayıflatan ve sadece kendini önemseyen bir bencilliğe doğru evrilmeye yüz tutmuştur.

Çevresine, eşyaya ve olaylara bu perspektiften bakması salık verilen birey, çocuğuna da inancın ve geleneğin telkin ettiği “emanet” bilinciyle değil; “benim” bilinciyle yaklaşmış, onu sahiplik duygusunun merkezine yerleştirerek varoluşunu çocuğu üzerinden temellendirmeye başlamıştır. Bu yaklaşım, çocuğun ihtiyaçlarını gözetmekten ziyade, onu hayatın doğal sınavlarından, zorluklarından ve disiplin edici yanlarından ayrıştıran bir korumacılığa dönüşmüştür.

Böylece ebeveynlik, sorumlulukla sevgi arasında kurulması gereken dengeyi zedeleyerek hem ebeveyni hem çocuğu uzun vadede kırılganlaştıran bir ilgi biçimine dönüşmüştür. Bu yaklaşım, ebeveynlikte dengeyi bozarak aşırı korumacılığa yol açmış ve çocuğun sorumluluk, sınır, sabır ve toplumsal aidiyet gibi hayatî değerlerle temasına ket vurmuştur.

Böylesi bir çocuk merkezli ebeveynlik anlayışı, çocukların dünyasını da köklü bir şekilde değiştirip dönüştürdü. Çocuk, kendi mevcudiyetini anlamlandıran tecrübelerle yüzleşmek yerine, ebeveynin sürekli olarak engelleri ortadan kaldırarak yolunu açtığı, güvenliği yüksek yapay bir fanus içinde bir yaşam kurdu. Böylece çocuğun dünyası, “biz” olmanın, sabrın, mücadelenin, fedakârlığın ve hatalardan ders alıp öğrenmenin yerini “Dünyanın merkezinde ben varım” algısıyla şekillendi. Bu durum, bireyin özünden uzaklaşmasına, toplumsal hayatta “bencillik” duygusunun öne çıkmasına sebep oldu.

Zamanla aile içinde yer bulan “çocuğu merkeze koyma” anlayışı, bireyin ergenlik dönemine de etkisini sürdürmeye devam etti. Böylelikle genç kuşaklar, kendilerini toplumun yüklediği sorumluluklardan ziyade kişisel konforlarının muhatabı olarak görmeye başladı. Bunun sonucunda, zamanın moda hâline gelen içi boş “özgüven” söylemleriyle sarmalanmış; kırılgan, içsel dayanıklılığı zayıf ve ev içinde dahi sorumluluk almaktan kaçınan bir gençlik profili ortaya çıktı. Nihayetinde ebeveynlerin sunduğu bu suni ve korunaklı ortamda yetişen gençler, zaman içinde hayatın doğasında var olan güçlüklerle karşılaştıklarında çoğunlukla baş edemez hâle geldiler.

Bugün evden çık(a)mayan, çalışmayan, zamanın çoğunu bilgisayar ve telefon başında geçiren, sosyal hayata karışmakta çekinen ve zorlanan gençlerin önemli bir kısmının arka planında, işte bu aşırı bireyci, korumacı ve çocuğu kutsallaştıran ebeveynlik modelinin izlerine rastlanmaktadır. Kişisel gelişimin “Kendine odaklan”, “Önemli olan sensin”, “Kendi sınırlarını kutsal say” vb. mesajları, bu neslin kof özgüvenini pekiştirirken kendi toplumuna ait değerlerden uzaklaşmasına sebebiyet verdi.

Kişisel gelişimden ziyade kişinin “egoist” gelişimine katkı sağlayan bu tür düşünce yapıları, gençliğin geleceğini olumsuz manada etkilemektedir. Gençlerin hayata katılımını artırmak, onları çevresine, yaşadığı topluma ve insanlığa sorumluluk bilinciyle güçlendirmek ve zamanın belirsizliklerine karşı sağlam durmalarını öğretmek, ancak “emanet” anlayışıyla “öz farkındalık” bilincini birlikte ele alıp taşıyabilen bir eğitim ve aile kültürüyle mümkün görünmektedir. Çocuğu ne kutsal kılan ne de değersizleştiren; onu hem kendi “öz saygısının” farkına varacak hem de çevresine ve topluma karşı yükümlülükleri olan bir kişi olarak yetiştirebilmek, günümüzde yaşanan çatışmaları hafifletebilecek yolların başında gelmektedir.

Bu doğrultuda ailelerin, steril bir alanda tutmaya çalıştıkları çocuklarının önüne sınırsız imkânlar sunarak değil; onlara mücadeleyi, sabretmeyi, yanlış yaptıkları takdirde yeniden doğruyu bulmayı, “biz” olabilmenin önemini öğretmekle yükümlü oldukları yadsınamaz bir gerçektir. Sosyal medyanın ele geçirdiği ve özellikle gençlere yapay bir özgüven pompaladığı günümüzde, öncelikle ailelerin çocuklarına şişirilmiş bir ego değil, hakiki bir “öz” inşa etmesi; “ben” odaklı olmak yerine sorumluluk merkezli bir kişisel gelişim anlayışıyla yetiştirmeleri hem kişinin hem ailenin hem de çevrenin, uzun vadede ise toplumun yararına olacaktır.