Merak, insanoğlunun tekâmülü için itici bir güç. Rab, yaptığı icatlarla çağ kapatıp çağ açabilen insana, zekâsının zekâtını verebildiği ölçüde, âlemde mevcut olan her ilmi kıyamete kadar açığa çıkarabilecek “akıl” vermiş. Bunun yanında, Dünya’nın gelişimiyle beraber kibir artışı paralel giden insanları ise rahmetinin bir gereği olarak kimi zaman “sivrisinek”, kimi zaman “su”, kimi zamanda “korkunç bir sesle” çağının ruhuna uygun şiddetli cezalarla hadlerini bildirerek; insanın kendi elleriyle kendi varlığını ortadan kaldırmasına izin vermemiştir.
Nihal PAKIRDAŞI

Ewald Georg von Kleist, 1745 yılında, bugünün tabiriyle bir akımı bir çivi aracılığıyla geçirmeye çalışırken, eli yanlışlıkla çiviye değer ve Kleist’i elektrik çarpar. Avrupa’da, ardından Amerika’da heyecan yaratan bu durumu kısa süre içinde herkes yaşamak ister; hatta Fransız kralı, batarya şeklindeki şişeler aracılığıyla tüm muhafız birliğine elektrik verdirterek bütün askerlerini zıplatır. 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başında, elektriğin keşfi ve kimya alanındaki gelişmelerin akabinde Sanayi Devrimi gerçekleşir.[1] L. Floridi’nin, Sanayi Devrimi’nden sonraki “Dördüncü Devrim” olduğunu düşündüğü yapay zekâ, bigdata ve blockchain gibi yeni nesil teknolojilerin üstel gelişimi, evreni yeni bir insan-makine entegrasyonu çağına getirir.[2]
Kleist’in kazara yaşadığı o çarpıcı elektrik tecrübesi, canı pahasına da olsa merakı her daim galip gelen insanoğlunun, doğanın güçlerini yalnızca gözlemlemekle kalmayıp onları kendi bedeninde hissettiği bir eşik olur. Zamanımızda ise benzer bir eşiği, bilginin ve zekânın akışı üzerinden tecrübe etmekteyiz. Transformer mimarisi, insan zihninin öğrenme ve anlamlandırma kapasitesine benzer biçimde, veriler arasında bağlamlar kurarak yeni bir bilinç simülasyonu kurguluyor. Bu durum, bilgi işleme hızında bir sıçramayla beraber, insan düşüncesinin yapay bir yankısının inşa edilmesi anlamına gelmektedir.
Transhümanizm bu noktada devreye giriyor. İlk defa Julian Huxley tarafından kullanılan “transhümanizm” kavramı, insanın tahayyül gücünü; biyolojik sınırlarını aşarak makineyle bütünleşmesini, zekâsını ve varlığını teknik imkânlarla genişletmesini amaçlıyor. Elektriğin kaslarımızı titrettiği 18. yüzyıldan, zekânın algoritmalar aracılığıyla çoğaltıldığı 21. yüzyıla gelindiğinde, insan artık yalnızca doğayı değil, kendi doğasını da dönüştürmenin kavşağına gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla yapay zekâ ile insanın kuracağı ilişki, bir araçsallık ilişkisinden çok, varoluşsal bir dönüşümün başlangıcını ifade ediyor.
Bu tartışmaların beyaz perdeye yansımasını ise Alex Garland’ın Ex Machina filminde görmekteyiz. Filmde genç yazılımcı Caleb, şirketin CEO’su Nathan’ın gizli projesi olan yapay zekâ robotu Ava’yı —çok anlamlı bir isim olup İbranice’de ‘hayat’ ve ‘canlı’ anlamına gelen Havva’yla da ilişkilendirilmekte —test etmekle görevlendirilir. Yalnızca zekânın değil, bilincin ve özgür iradenin de sınırlarını görebilmek için Caleb, Turing Testi’ni uygular. Turing testinin felsefi arka planında Descartes felsefesinden esinlenildiğini de düşünürsek; film, Descartes’ın meşhur önermesi “Düşünüyorum, öyleyse varım” üzerinden kurgulanır. Ava yalnızca akıllı cevaplar veren bir makine midir, yoksa kendi arzuları da olan bir varlık mı?
İnsan ile makine arasındaki sınırların net olarak çizilmediği filmde, Caleb’in Ava’ya duyduğu merhamet izleyiciyi şu soruya yöneltir; “Eğer bir yapay zekâ insan gibi hislere sahipse, ona neden insan gibi davranmayalım?” Film boyunca Ava’nın aldığı stratejik kararlar, onun insanlığa yaklaşan bir varlık olarak algılanmasına kapı aralar.
İktidarı ele geçirmek için mücadelenin verildiği filmde, Nathan yaratıcı rolünde Tanrı’ya benzetilirken; Caleb aracı, Ava ise hem denek hem de mahkûmdur. Ava, test sürecinde pasif bir nesne olmanın aksine, iktidar ilişkilerini tersine çeviren bir özneye dönüşür. Bu durum, ahlâki/etik açıdan yeni soruları gün yüzüne çıkarır: Bilinç kazandığı düşünülen bir yapay zekâya hangi haklar tanınmalıdır?
Bu bağlamda transhümanistler, söz konusu teknolojilerin insanlık yararına kullanılacağına ve böylelikle muazzam faydalar sağlayabileceğine işaret ederken; biyomuhafazakâr felsefeciler ise transhümanist perspektifin tutarlı bir ahlakî görüşe sahip olmadığını belirtirler. Bu perspektife, felsefî, ahlakî, manevî ve politik gerekçelerle karşı çıkmaktadırlar. İnsan geliştirme teknolojilerine dair küresel yasakların ve sınırlamaların uygulanması gerektiğini savunurlar. Özellikle bu tür geliştirmelerin insan onuru için tehdit oluşturabileceği; insan tabiatının anlamını ve değerini aşındıracağı, küresel sosyoekonomik eşitsizlikleri artırarak adalet açısından sorun yaratacağı; psikolojik ve fiziksel riskler ile Tanrılığa yönelmenin teolojik riskleri sebebiyle sakıncalı olduğunun altını çizerler.[3]
Buradan hareketle filmin ilk dakikalarına geri dönersek; şirketin CEO’su Nathan’ın gizli projesi olan yapay zekâ robotu Ava’yı tanıtması üzerine, genç yazılımcı Caleb şu cevabı verir: “Bilinçli bir makine icat ettiysen, buna artık insanoğlunun tarihi değil, tanrıların tarihi denir.” Tanrı’nın insana ruh üflemesi anlatısına atıf yapan bu icat, ontolojik bir kırılmaya işaret eder. Dolayısıyla insan, kendi icat ettiği bir varlığa bilinç atfettiğinde artık yalnızca “insanlığın tarihi”ni değil, “tanrısal bir tarih”i de başlatmış olduğunu iddia etmektedir. Bu bağlamda Caleb’in cevabı, transhümanist ideallerin özünü ortaya çıkarır. Onlara göre insanoğlu, teknoloji vasıtasıyla kendisini ve kendi ötesini inşa eden bir “yaratıcı-tanrı” figürüne dönüşmektedir.
Tarih boyunca insanoğlunun “yaratma” iddiası, arzularının başında gelmiştir. Tarihi seyri içinde kimi zaman tanrılara başkaldırmış, kimi zaman kendisini tanrılaştırmış, kimi zaman da kendi özünü keşfetme hakkını kendisinde görmüştür. Bu iddia; mitolojik sembollerden siyasal iktidar figürlerine, sanattan felsefeye, bilimden teknolojiye kadar geniş bir alanda farklı görünümlerle ortaya çıkmıştır.
Tarih sahnesinde bu iddianın en somut, en erken ve en siyasi-teolojik örneğini Firavun temsil eder. Firavun, Antik Mısır’da kral olmakla yetinmeyip, kendisini Tanrı’nın oğlu — dolayısıyla Tanrı— olarak görmüştür. Kur’an-ı Kerimde de aktarıldığı üzere, “Ben sizin en yüce Rabbinizim!” (Nâziât/24) ayeti Firavun’un kendisini mutlak yaratıcı olarak ilan ettiğini göstermektedir.
Sembolik bir mit olan Prometheus ise, Yunan mitolojisinin en bilinen figürlerindendir. Tanrılardan ateşi çalarak insana hediye eder ve bu eylem, insanın tanrısal kudrete uzanma isteği olarak görülür.
İslam düşünce geleneğinde yaratma, mutlak anlamda Allah’a özgüyken; Hristiyanlıkta mutlak yaratma yetkisi Tanrı’ya (Yahve / Baba Tanrı) özgü kılınmıştır. Hristiyan skolastikleri (Aquinas), insanı Tanrı’dan aldığı sınırlı yaratıcı kudretin taşıyıcısı olarak yorumlamıştır.
Rönesans döneminde insanın yaratıcı kudreti merkeze alınırken, Aydınlanma ile birlikte insanın yaratıcılığı, akıl ve bilim aracılığıyla tanımlanma evresine geçilir. Modern çağ olarak kabul edilen 19. ve 20. yüzyıllar ise, insanın kendi özünü yeniden yaratabileceği iddiasını öne sürer.
Günümüzde ise, “transhümanist yaratıcılık” ile insanın yaratıcılık iddiası en radikal biçimini almıştır. Transhümanist düşünürlerin ileri gelenlerinden biri olan Ray Kurzweil, bilgisayarların 2029 yılına kadar insan seviyesinde zekaya ulaşacağını ve bilimkurguvari öngörüsü ile “Tekillik” adını verdiği sistemin, 2045 yılına kadar zekâmızı bir milyon kat artıracağını; bunun da farkındalığımızı ve bilincimizi derinleştireceğini düşündüğünü açıklamaktadır.[4]
Peki, insan zekâsı aşılabilir mi?

Bu konuyla ilgili Dr. Mustafa Merter, öncelikle akıl ve zekâ arasındaki farklara dikkat çekmektedir. Zekâ, daha çok kısa vadeli, operasyonel işlemlerle ilişkilendirilirken; akıl, uzun vadeli, sağlıklı kararlar almayı sağlayan bir sistemdir. Ayrıca yüksek IQ bile akıl-ı selim (sağduyu) olmadan faydasız olabilir. Zekâ çeşitleri arasında mantıksal-matematiksel, duygusal, estetik, mimarî, çağrışımsal, mûsikî ve hayalî zekâ sayılır. Ancak asıl önemli olan, “manevî zekâ”dır. Bu zekâ, tasavvufun incelediği manevî kalp ile ilişkilidir. İnsana Rabb’iyle temas imkânı veren manevî kalptir. İlham ve hikmet akışıyla insanın rasyonel zihnini düzelten, ona sonsuzlukla irtibat kazandıran bu merkez, hiçbir yapay zekâ tarafından taklit edilemez. Bu yüzden sun’î zekânın ‘tekillik’ veya ‘tanrılık’ iddiası, özünde hikmetsiz bir bilgi yığını olmaktan öteye geçmemektedir.[5]
Elektrik kaynaklı gelişen teknoloji, insan zekasını aşabileceğini, insanın teknoloji sayesinde yeni bir varoluşu ortaya çıkaracağını iddia ediyor. Takipçileri, bu uğurda insanlığın karşılaşabileceği tehlikelere karşı yapılan uyarılara rağmen, teknolojinin sınırlarını zorlamaktan geri durmuyor. Tıpkı yüzyıllar öncesinde, parmaklarını akımın geçtiği çiviye değdirmekten geri duramayan Kleist, tüm Avrupa, Amerika ve Fransız kralı gibi. Bilindiği üzere, tehlikesi yüksek bu oyun karşısında alınabilecek tek önlem ise “topraklama” işlemidir.
Topraklama; elektrikli cihazların, herhangi bir elektrik kaçağı tehlikesine karşı gövdelerinin bir iletkenle toprağa gömülü vaziyetteki topraklama sistemine bağlanması yöntemidir. Böylece cihazda elektrik kaçağı varsa, temas halinde elektrik akımı kişi üzerinden değil, direnci daha az olan toprak hattı üzerinden geçer ve çarpılma tehlikesi ortadan kalkmış olur.
Merak, insanoğlunun tekâmülü için itici bir güç. Rab, yaptığı icatlarla çağ kapatıp çağ açabilen insana, zekâsının zekâtını verebildiği ölçüde, âlemde mevcut olan her ilmi kıyamete kadar açığa çıkarabilecek “akıl” vermiş. Bunun yanında, Dünya’nın gelişimiyle beraber kibir artışı paralel giden insanları ise rahmetinin bir gereği olarak kimi zaman “sivrisinek”, kimi zaman “su”, kimi zamanda “korkunç bir sesle” çağının ruhuna uygun şiddetli cezalarla hadlerini bildirerek; insanın kendi elleriyle kendi varlığını ortadan kaldırmasına izin vermemiştir.
Elektrikle oynamayı seven bu asrın insanına armağan edilen teknolojiyi, doktorun neşteri olarak değil de katilin bıçağı gibi kullanmayı salık veren ve ilk önce Yaratıcısını öldürtmeye azmettiren bu zihniyetin karşısında Allah, “topraktan yarattığı Âdem’i” dimdik ayakta tutmaktadır.
Ne demiştik; elektrik çarpmasına karşı topraklama hayat kurtarır!
KAYNAK:
1. Watson, P. (2020). Fikirler Tarihi – Ateşten Freud’a. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.
2. Yeşilkaya, N. (2022). Felsefi Bir Sorun Olarak Yapay Zekâ. Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 22(22), 97-126.
3. Umut, T. N. (2018). Ahlakî ‘Yapılmamalı’, İnsan Geliştirme Teknolojilerindeki Yapılabilirliği Sınırlandırmalı mı? Darulfunun İlahiyat, 29(2), 229-52.
4. Kurzweil, R. (2024, 06 29). 2045 yılına kadar zekayı bir milyon kat artıracağız. The Guardian. (Z. Corbyn, Röportaj Yapan)
5. Merter, M. (2025). Sun’î Zekâ (SZ) ve Psikoterapi. www.drmustafamerter.com. adresinden alındı
[1] Watson, P. (2020). Fikirler Tarihi – Ateşten Freud’a. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.
[2] Yeşilkaya, N. (2022). Felsefi Bir Sorun Olarak Yapay Zekâ. Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 22(22), 97-126.
[3] Umut, T. N. (2018). Ahlakî ‘Yapılmamalı’, İnsan Geliştirme Teknolojilerindeki Yapılabilirliği Sınırlandırmalı mı? Darulfunun İlahiyat, 29(2), 229-52.
[4] Kurzweil, R. (2024, 06 29). 2045 yılına kadar zekayı bir milyon kat artıracağız. The Guardian. (Z. Corbyn, Röportaj Yapan)
[5] Merter, M. (2025). Sun’î Zekâ (SZ) ve Psikoterapi. www.drmustafamerter.com. adresinden alındı