“Bir yerde ilmî gelenek güçlü, başka bir yerde siyasî şuur yüksek, bir başka yerde iktisadi kaynaklar fazla. Ancak bu unsurların hiçbiri tek başına yeterli değil; bunların hepsi ancak bir araya geldiklerinde herkes için büyük bir imkân ve güç oluşturuyor.
Ben, sadece devlet merkezli çözümlere odaklanan yaklaşımların aşılması gerektiğini düşünüyorum. Devletler elbette önemli; ama biz bireyler ve kurumlar olarak farklı düzlemlerde inisiyatif almadıkça bu meselelerde kalıcı açılımlar sağlanamaz.“
Röportaj: Dr. Nour ALHİLA

Nour Alhila: Gençlerden bahsetmişken, Filistin meselesi başta olmak üzere ümmet meselelerine duyarlı bir nesil yetiştirebilmek için gençlerin nasıl bir inşa sürecinden geçip eğitilmeleri gerekir?
Vahdettin Işık: Benim çalıştığım konulardan bir tanesi de İttihad-ı İslam siyaseti. Bu çerçevede, 1917’den başlayarak 1923, 1924, 1925’li yıllarda, hatta 1931’de toplanan Kudüs İslam Kongresi gibi örnekler Filistin ve Kudüs meselesinin Müslüman dünyayı nasıl harekete geçirdiğini gösteriyor. Bugün “İslam İşbirliği Teşkilatı” olarak bilinen yapının temelinde de aslında işgal edilmiş Filistin ve Kudüs’ün kurtarılması meselesi vardır.
Şahsen ben, bu meselelerin sadece siyaset üzerinden çözülebileceğini beklemenin bizi oyalayacağını düşünüyorum. Elbette ki siyaset çok önemli! Nitekim Mısır’da Sisi rejimi varken, Suudi Arabistan’daki mevcut yönetim sürerken, Ürdün’deki yapı varlığını devam ettiriyorken bu meselelerin siyaset yoluyla tek başına çözülemeyeceği açıkça görüldü. Ancak âlimlerin, entelektüellerin, akademisyenlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve genel olarak toplumsal aktörlerin ve ferd ferd her bir müslümanın daha fazla sorumluluk alması gerekiyor. Bizim literatürümüzde bu durum “ittihad-ı kulûb”, “ittihad-ı içtimaî” gibi kavramlarla ifade edilir ve İttihad-ı İslam siyasetinin ancak bu yollarla tesis edilmesi mümkün olabileceği ifade edilir. Yani amel, gönül ve emel birliği şeklinde açıklanabilecek birliğin sonucunda ‘İttihâd-ı İslâm’ mümkün olabilir.
Bu anlamda, İslam kongrelerinin, İttihad-ı İslam ile ilgili yapılmış olan önceki çalışmaların farklı mecralarda yeniden canlandırılması gerektiğini düşünüyorum: Üniversiteler arasında, sivil toplum alanında, ulema çevrelerinde, sanat mahfillerinde, iktisadi girişimlerde. Çünkü biz, bu yapıları güçlendirdiğimiz ölçüde devlet siyasetlerini de etkileme gücüne sahip olabiliriz.
Bugünün genel düşünce şekli şu: Devletler anlaşsın, bu yaşananlar engellensin ve mesele çözülsün. Ama bu işler böyle yürümüyor. Toplumun farklı alanlarında sorumluluk üstlenen Müslümanlar, kendi konumları ve imkânları ölçüsünde daha güçlü işbirliği platformları üretmek zorundalar. İktisadî, akademik ve sivil teşebbüsler aracılığıyla etkili birliktelikler oluşturmalıyız. Devletlerin birleşmesinden daha önce, bu kurumların, bu âlimlerin, bu akademisyenlerin bir birliktelik ve anlaşma içinde olmaları gerekir. Mesela bizim neden Gazze’deki bir üniversiteyle kardeş bir kuruluşumuz yok? Neden hamilik yapabileceğimiz, karşılıklı destek sunabileceğimiz platformlarımız yok.
Bir yerde ilmî gelenek güçlü, başka bir yerde siyasî şuur yüksek, bir başka yerde iktisadi kaynaklar fazla. Ancak bu unsurların hiçbiri tek başına yeterli değil; bunların hepsi ancak bir araya geldiklerinde herkes için büyük bir imkân ve güç oluşturuyor.
Ben, sadece devlet merkezli çözümlere odaklanan yaklaşımların aşılması gerektiğini düşünüyorum. Devletler elbette önemli; ama biz bireyler ve kurumlar olarak farklı düzlemlerde inisiyatif almadıkça bu meselelerde kalıcı açılımlar sağlanamaz.
Nour Alhila: Akademisyenler Filistin meselesine yönelik nasıl bir katkı sunabilir? Bu bağlamda sahip oldukları imkân ve sorumluluklar nelerdir?
Vahdettin Işık: Şunu özellikle vurgulamak isterim ki, meseleyi yalnızca kriz dönemlerinde ele almak yeterli değildir. Kalıcı çözümler için bizlerin krizler yaşanmadan önce de kriz sonrasında da sürekli bir bilinç halinde olmamız gerekiyor. Şu anki, daha acil olan Gazze meselesi bağlamında özellikle akademi dünyasının yapabileceği çok şey var: Tezlerimizle, konferanslarımızla, makalelerimizle, medya organlarındaki programlara katkılarımızla bu meselenin halklar nezdinde anlaşılır ve öncelikli bir mesele haline gelmesine katkı sunmak zorundayız. Yapacağımız projeler ve raporlarla hem siyaset yapıcıları hem de kamuoyunu etkileyebiliriz.
Ancak bu meseleye kenarından köşesinden dokunduğumuz bir mesele olarak değil; Türkiye’nin ve bölgenin geleceğini doğrudan ilgilendiren bir mesele olarak yaklaşmamız gerekiyor. Filistinlilerin sorunu olarak dar bir çerçevede ele alındığında, meselenin derinliği ve bölgesel etkileri göz ardı edilmiş olur.
Şunu çok iyi görüyoruz: Siyonistler Gazze’de istediklerini elde ederse Mısır, Ürdün, Suriye de saldırıya açık hale gelecek. Başka bir deyişle, Gazze aslında yalnızca kendini değil ;Mısır’ı, Suriye’yi ve hatta tüm bölge ülkelerini savunuyor. Oysa bu noktada ciddi bir haksızlık yapılıyor Gazze halkına. Gazze’deki, Filistin’deki kardeşlerimize kendi topraklarını savunmanın ötesinde, tüm ümmeti savunma gibi ağır bir sorumluluk yüklüyoruz. Bu, vicdani ve ahlaki bir zaafın ifadesidir.
Bir de Gazzeli kardeşlerimizin direnişi üzerinden sürekli bir övünme ve motivasyon üretme çabasını var ortada. Bunu da çok yanlış buluyorum. Bu durumun bizi gaflete sürüklediğini düşünüyorum.
“Bakın, bu direniş sayesinde insanlar Müslüman oluyor, şöyle güzel işler yapıyorlar” gibi söylemler; sanki bu acıların bir ‘faydasının’ olduğu ve bu sebeple neredeyse ‘iyi ki bu acılar yaşanıyor’ gibi yanlış bir bilinçaltı inşa ediyor. Bu, büyük bir vicdansızlıktır.
Acıdan kıymet üretmeye çalışmak, kendi hareketsizliğimizi meşrulaştırmanın bir yoluna dönüşmemelidir. Oysa herkesin bulunduğu alanda; ticaret yapanın ticarette, akademisyenin akademide, devlet yöneticilerinin devlette ve sivil toplum üyelerinin sivil toplum alanında bu meselenin zararlarını gidermesi, gündeme getirmesi ve sahiplenmesi; sahip çıkmaya yol açacak faaliyetleri de çok ciddi bir şekilde birbiriyle irtibatlı olarak desteklemesi gerekir. Bu katkılar, birbirinden kopuk olarak değil; birbirini besleyen ve bütünleyen bir yapıya kavuşturulmalıdır. Bu meselenin akademik dünyanın ve sivil toplumun gündeminden düşmemesi gerekir. Raporlar, yayınlar, tezler ve uluslararası konferanslar, konunun hem entelektüel zeminini beslemeli hem de siyasal karar alıcılar üzerinde yapıcı bir baskı oluşturmalıdır. Siyaset kurumunun bu meselenin ciddiyetini ve stratejik boyutunu fark edebilmesi için bu tür çabalara ihtiyaç var.
Ayrıca bu zayıf duruma nasıl geldiğimizin tarihsel ve yapısal nedenlerinin derinlemesine analiz edilmesi gerekiyor. Çok basit bir örnek vereyim: Eğer Türkiye, Mısır ve İran siyaseti bir ortak zemin bulabilseydi, Siyonizm’in bu kadar rahat hareket edebilmesi mümkün olmazdı. Bu kadar basit. O hâlde bugün İranlı, Mısırlı ve Türkiyeli Müslümanlara düşen şey çok açık: İttihad-ı İslâm fikrinin ve siyasetinin hayatiyetini yeniden gündemleştirmek. Bu bir ütopya değil; bilakis, hayati ve stratejik bir zorunluluktur.
Aslında biz, kendimiz için yapılması gereken şeyleri yaptığımızda Gazzeliler için de iyi şeyler yapmış olacağız! Çünkü Gazze meselesi ‘Gazzelilerin meselesi’ olarak görülürse, sadece vicdani ve duygusal bir meseleye indirgenir. İnsanlar da sadece vicdani meseleler konusunda gaflette olurlar.
Konfor alanları bizi yanıltabilir, dikkatimizi zayıflatabilir. Oysa bu, topyekûn ümmetin meselesidir. Konfor alanlarımız, ilgimizi ve duyarlılığımızı zayıflatmamalı; aksine, bizi daha sorumlu ve dayanışmacı kılmalıdır.
Nour Alhila: Bazı kesimler, yapılan eylemlerin somut bir karşılığının olup olmadığını sorguluyor. Bu bağlamda siz, Filistin sergisini ne amaçla düzenlediniz? Hem biz de bu, İstanbul İlahiyat’ta yapılan bu sergi vesilesiyle gelip sizinle tanışmış olduk.
Vahdettin Işık: Sergi önce bizim enstitüde yapıldı. Biz, İbn Haldun Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü (MEDİT) olarak, ‘‘Silinmeye Direnen Hafıza- Filistin Aile Arşivleri Sergisi’’ programının Türkiye’de yapılmasına ev sahipliği yaptık. Ardından da İstanbul İlahiyat ‘ta yapılmasına vesile olduk.
Samar Dowidar, Filistin aile arşivlerini hafıza ve direniş eylemleri olarak ele alan etkileyici bir görsel sergi hazırlamış. Biz de bu çalışmayı Türkiye’nin gündemine taşımak istedik. Öncelikle, bu tür çalışmaların insanların meselenin ehemmiyetini daha iyi anlamalarına yardımcı olduğunu belirtmek isterim. İnsanlar bu vesileyle işin ciddiyetini daha iyi görebiliyor ve olayın farklı cihetleri olduğunu fark ediyorlar. Bu çalışmalar aracılığıyla insanlar, sadece haber izler gibi bakıp geçmenin ötesinde, gerçek insan hikâyeleriyle temas kuruyorlar. Örneğin, Samar Dowidar Hanımefendi, aile arşivleri üzerinden bir hafızayı ortaya koydu. Bu, bir kişinin kendi imkânlarıyla yapabileceği katkının ne kadar anlamlı olabileceğini gösterdi. Demek ki herkesin, kendi kabiliyeti ölçüsünde yapabileceği bir şey var. Şahsen ben bu hanımefendinin yaptığını çok takdir ettim.
Bu tür çalışmalar, izleyiciye savaşın bir canlı yayın ya da film olmadığını hatırlatıyor. Gazze’de yaşananlar, insanların gündelik hayatlarını, sağlıklarını, onurlarını etkileyen somut yıkımlardır. Oradaki insanlar, bizim hayatımızın doğal akışında olan ne varsa hepsinin altüst olduğu bir durumla karşı karşıyalar.
Yani şöyle düşünün: Akşam kaloriferimiz yanmadığında bile tedirgin oluyoruz; orada ise binalar yıkılıyor, insanların çoluk çocuğu enkaz altında kalıyor. İstanbul’da 6,1 şiddetinde bir deprem oldu; evimiz barkımız yıkılmamasına rağmen, hepimiz tedirgin olduk. Bu sebeple insanlar günlerce sokaklarda yattı. Gazze’de yaşananlar bunun kat kat ötesinde. Gazze’de ortaya çıkan tablo bir film değil. Bu tür çalışmalar, meseleyi insanların gündemine daha gerçekçi bir şekilde taşıyor. Yani sadece uzakta, genel bir sorun olarak değil; hayatları altüst eden, insanları sakat bırakan, dul ve yetim haline getiren, iktisadi olarak çökerten, açlığa ve hastalığa mahkûm eden bir gerçeklik olarak anlaşılmasını sağlıyor. İnsanlar bunu fark ettikçe meseleyi gündemlerine alıyor, olup biteni daha derinlemesine kavrama imkânı elde ediyorlar. Bizim açımızdan önemli katkılardan biri bu.
Bir de şunu vurgulamak gerekir: Bu etkinliklerin uluslararası yankıları da oluyor. Gazze’deki Müslümanlar, dünyanın farklı yerlerinde yapılan bu tür faaliyetlerle yalnız olmadıklarını hissediyorlar. Bu moral, onların direncini artırıyor. Ben bunu birebir tanıdıklarım üzerinden biliyorum. Endonezya’da, İngiltere’de, Türkiye’de yapılan küçük bir etkinliğin bile oradaki insanlar üzerinde büyük bir moral etkisi oluyor. Bu destek duygusu, onların mücadele azimlerini güçlendiriyor.
Nour Alhila: Yani hissediyoruz; bazen programları WhatsApp durumunda paylaşıyorum, onlara moral oluyor. Gazze halkı, insanların kendileri için çalıştıklarını, onları yalnız bırakmadıklarını düşünüyorlar.
Vahdettin Işık: Tabii, zaten onlar kendileri çağrıda bulunuyor. Mesela diyorlar ki: “Önümüzdeki üç gün küresel ölçekte eylemler yapın.” Benim burada Gazzeli bir öğrencim var. Türkiye’deki ilk büyük Filistin sempozyumunu biz düzenledik, dünyanın dört bir yanından katılımcılar geldi. O öğrencimizin morali bozuktu, haklı olarak; çünkü yakınları ve kendi öz kardeşi keskin nişancılar tarafından şehit edilmişti. Genç bir insan, doğal olarak “Bütün bunlar ne işe yarayacak?” diye düşünebiliyor. Ama bu tür faaliyetler hem buradaki bilinci diri tutuyor hem ilgiyi canlı kılıyor hem de siyaseti etkiliyor; özellikle buradaki siyaseti.
Şöyle düşünmek gerekir: Devletin birçok işi var. Eğer siyasetçiler bir konuda yanlış yapar ya da ihmalde bulunurlarsa ve siz toplum olarak tepki göstermezseniz, o durum aynen devam eder. Ama tepki gösterdiğinizde durum farklı olur. Unutmayalım ki o siyasetçiler sizden oy alarak, sizden destek görerek o görevde bulunuyorlar; dolayısıyla sizin tavrınız onların siyasetini doğrudan etkiliyor.
Aynı zamanda bu tür etkinlikler bizim bilincimizi de yeniliyor. Eğer bu ilgi diri tutulmasa, insani yardımlar bugünkü seviyesine ulaşmazdı. Oysa insanlar görüyor ki bir şeyler yapmak mümkün: Kimi maddi katkı sağlıyor, kimi öğrencilere sahip çıkıyor. Bu mücadele çok yönlü düşünülmeli; her katkının hem bize hem muhataplara etkisi var. Bilinç diri tutuldukça, daha önce düşünemediğimiz yeni işler yapabiliyor, yeni adımlar atabiliyoruz. Ve unutmamalıyız ki bu meselenin bir de yarını var. Gazze için yalnızca bugün değil, yarın da bir şeyler yapmak zorunda kalacağız.
Ben inanıyorum ki elimizden geleni istikrarlı ve dayanışma içinde yaparsak, daha büyük işleri de başaracak imkânlar biriktiriyoruz. Tecrübelerimiz bunu gösterdi. Özellikle Türkiye açısından baktığımızda, çok daha zor şartlarda birçok şeyi başardık. Bugün ise devlet ve kurumlarla daha uyumlu bir zeminde ilerliyoruz. Avrupa’da Müslümanlar gösterilere katıldığında ciddi baskılara maruz kalıyor; biz burada öyle bir durum da yaşamıyoruz. O hâlde burada bir şey yapmazsak, bunun hesabını veremeyiz. Çünkü bu işin bir de ahiret boyutu var. Belki yaptıklarımız arzu ettiğimiz tüm sonuçları doğurmayabilir ama biz sorumluyuz ve hesap vereceğiz.
Ben hem tecrübelerimden hem de gözlemlerimden biliyorum: Bu çabaların karşılığı sadece Gazze’de değil bizim kendi toplumumuzda da ortaya çıkıyor. Çocuklarımızın duyarlılığı, siyasi bilinci gelişiyor; bu, okullara, derslere, tartışmalara ve yardım organizasyonlarına yansıyor. Neticede bu bilinç, kendi toplumumuzun ve devletimizin geleceğini de doğrudan etkiliyor.
Nour Alhila: Mesela bazen bana şöyle soruyorlar: “Siz Türkiye’den ne bekliyorsunuz, bir beklentiniz oldu mu?” Ben de diyorum ki: En azından siz burada rahat rahat bu eylemleri yapabiliyorsunuz; hiç kimse engellemiyor sizi.
Vahdettin Işık: Tabii. Tam tersine, çok rahat bir ortam var. Ben 60 yaşındayım; hiç bu kadar rahat olduğumuz bir dönemi hatırlamıyorum. Ne olaylar yaşadık, ne zorluklar gördük, ne kötü muamelelere maruz kaldık. 1990’lı yıllarda Siyonist dışişleri bakanı Türkiye’ye geldi diye protesto yaptık. O zaman polis bize adeta Filistinlilere davranan siyonist askerler gibi muamele yaptı. Kızlarımız çamurlarda coplandılar, gözaltına alındılar. Arkadaşlarımız üniversiteden uzaklaştırma cezası aldı. Suçumuz neydi? Siyonist bir yetkilinin Türkiye’de bulunmasını istemediğimizi ifade etmek. Ne şiddet vardı, ne tahrip. İstanbul Üniversitesi kapısının önünde bu muameleye maruz kaldık. Bugün ise öyle değil. Bugün elimizde çok daha fazla imkân rahatlık var.
Nour Alhila: Bugün elimizdeki imkânları hem bizim fark etmemiz hem de buradakilerin fark etmeleri gerekiyor.
Vahdettin Işık: Tabii ki.
Nour Alhila: Türkiye, bu süreç boyunca Filistin meselesine daima sahip çıktı. Elbette beklentilerimiz daha yüksek; çünkü Türkiye, bizim için özel bir yere sahip ve değeri farklı. İnsan, değer verdiği yerden, sevdiğinden daha fazlasını bekliyor doğal olarak.
Vahdettin Işık: Tabii ki. Biz de daha fazlasının yapılmasını istiyoruz.
Nour Alhila: Evet, ama ben şöyle düşünüyorum: En azından burada bir farkındalık oluşturabiliyoruz. İnsanlara derdimizi anlatabiliyoruz yani. Öyle ya, bunu başka yerlerde yapamıyoruz, mesela.
Vahdettin Işık: Devletin de bu konuda aslında göründüğünden daha fazla şey yaptığını biliyorum. Hatta bu işlerde görevli olan, bizzat tanıdığımız arkadaşlarımız, kardeşlerimiz var. Hem mevcut durumda yapılanlar açısından hem de geleceğe yönelik ciddi stratejik hazırlıklar ve tedbirler konusunda bir çabanın olduğunu görüyor ve biliyorum.
Nour Alhila: Samimiyetine inanıyoruz biz, aslında.
Vahdettin Işık: Çünkü devletler, bizim dışarıdan tahmin ettiğimizden çok daha karmaşık denklemler içerisinde hareket ediyorlar. Mesela Türkiye’nin Suriye konusunda izlediği siyaset, aynı zamanda Filistin meselesi açısından da gelecekte önemli bir imkân oluşturacak. Bütün meseleler birbiriyle bağlantılı. Türkiye elbette Umman’daki, Mısır’daki yöneticilerin kim olduğunu bilmiyor değil; biliyor tabii ki. Ben dahi bazı şeyleri biliyorsam, devletin elinde çok daha fazla bilgi ve belge vardır. Ama bazı meseleler aciliyet gerektirirken, bazılarının ise tabiatı gereği tedricen planlanması, stratejisinin oluşturulması gerekiyor. Devletler, insanlar gibi her zaman ani tepkiler verip maceraya giremezler; her adımını hesaplayarak atmak zorundadırlar. Yine de ben inanıyorum ki —Allah’ın izniyle—Türkiye, bu sürecin olduğu gibi devam etmesine göz yummayacak. Sadece Türkiye değil elbette ama ben burada yaşadığım için özellikle Türkiye’ye dikkat çekmek istiyorum. Gözlemlediğim kadarıyla bu yönde hazırlıklar yapılıyor, çeşitli tedbirler alınıyor.
Sonuçta bu ülkenin lideri çıkıp da bizim daha önce sadece kendi aramızda gizlice konuştuğumuz meseleleri artık açık açık, tüm dünyanın gözü önünde dile getiriyorsa, bu tek başına oluşmuş bir irade değildir. Bu, arka planda sürdürülen ciddi bir çok çalışmanın, birikimin, hazırlığın sonucudur. Dolayısıyla bizim bunu sadece alkışlamamız yetmez; daha fazlasını talep etmemiz gerekir. Ve daha fazlasının yapılabilmesi için biz de elimizden gelen gayreti göstermeliyiz. Ben inanıyorum ki, biz burada ne kadar çok şey yapabilirsek, onlar da orada o kadar fazla şey yapabilirler.
Nour Alhila: Aynı fikirdeyim hocam. Bazı kişiler devleti eleştiriyor ama ben şöyle düşünüyorum: Devlet aslında ister ki siz bir şeyler yapın, çalışın, katkı sunun. Size ‘hayır’ demez, engel de olmaz. Yeter ki siz samimi bir şekilde elinizi taşın altına koyun.
Vahdettin Işık: Niye engel olsun!
Nour Alhila: Kanaatimce, devleti eleştirenler bahane buluyor ve çalışmak istemiyor.
Vahdettin Işık: Sürekli olarak tüm sorumluluğu siyasetçilere yüklememizi doğru bulmuyorum. Elbette benim de yerine getirmem gereken sorumluluklar var; âlimlerin, sivil toplumun, iş dünyasının da üstlenmesi gereken görevler mevcut. Ancak her kesim ve tek tek her insan kendi sorumluluğunu yerine getirirse, o zaman ben de haklı bir biçimde diyebilirim ki: “Ben bunu yapmak istiyorum, bunun için şuna ihtiyacım var.” Böylece talebimi bürokrasiye, siyasetçiye ya da yerel yönetimlere iletebilirim. Unutmamak gerekir ki, bu insanlar da nihayetinde bizim içimizden çıkan insanlar.
Nour Alhila: Şunu ifade ettim: Eğer Cumhurbaşkanı herhangi bir konuda adım atmak isterse toplumun farklı kesimlerinden destek görmeden bunu sürdürmesi artık mümkün değildir. Bu nedenle geniş bir toplumsal desteğin sağlanması şarttır.
Vahdettin Işık: Bazı kesimlerde Türkiye’nin doğrudan İsrail’e müdahale etmesini bekleyen bir yaklaşım gözlemliyoruz. Açıkça ifade etmeliyim ki, şahsi kanaatime göre böyle bir adım atılsın isterim. Ancak mesele sadece duygusal bir tutumla ele alınamaz. Diyelim ki böyle bir müdahale gerçekleşti; bunun ardından ciddi sonuçlar doğabilir—örneğin ekonomik kriz, Batılı ülkelerle, özellikle Avrupa ve ABD ile diplomatik gerilimler gibi. İşte asıl soru burada başlıyor: Böyle bir durumda toplum, Cumhurbaşkanının ve devletin arkasında durabilecek mi?
Nour Alhila: Ben de çevremdeki insanlara sürekli olarak şu hatırlatmayı yapıyorum: Eğer siz bir liderden ya da bir yönetimden belirli adımlar atmasını bekliyorsanız, öncelikle ona gereken desteği vermeniz gerekir. Örneğin, geçtiğimiz seçimlerde bu desteğin yeterince yansıtılmadığını düşünüyorum.
Vahdettin Işık: Mesela, Suriyeli sığınmacılar ve mülteciler meselesinde Türkiye’de, özellikle Kemalist kesim tarafından oluşturulan toplumsal atmosferi hatırlayalım. Cumhurbaşkanı, seçimden bir gün önce katıldığı bir televizyon programında spikerin ‘Mültecileri geri gönderecek misiniz?’ sorusuna açık ve net bir şekilde ‘Hayır, göndermeyeceğim.’ cevabını verdi. O akşam böyle bir cevap vermek aslında seçimi kaybetmeyi göze almak anlamına geliyordu. Ancak kendisi, ‘Ben böyle bir vicdansızlık yapamam.’ dedi. Bu duruşun hakkını teslim etmek gerekir.
Birçok insan, çok daha küçük sorumluluk alanlarında bile benzer bir duruş sergilemekten çekinebiliyor. Bu nedenle şunu açıkça ifade etmeliyiz: Toplum olarak biz sağlam durursak, sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirirsek, siyaset kurumu da daha iyisini yapabilir. Aksi hâlde siyasetin daha iyisini üretmesi mümkün değildir; çünkü siyaset, toplumsal yapıdan beslenir. Ben açıkçası siyasal yapıyı toplumun bir yansıması olarak görüyorum. Nasıl bir toplum isek, yöneticilerimiz de o toplumun ortalamasını yansıtacaktır—biraz fazlası ya da biraz eksiğiyle.
Nour Alhila: Eylemlerden söz ediyoruz; bu tür girişimler bizler için moral kaynağı olurken, Gazzeliler tarafından da bir destek göstergesi olarak görülüyor. Ancak bu noktada şu da önemlidir: Terör devleti, bu eylemleri nasıl karşılıyor ve onlara ne tür bir mesaj iletilmiş oluyor?
Vahdettin Işık: Bu tür eylemler, Müslümanların şuurlarını canlı tutmak, sorumluluk bilincini artırmak ve meseleleri ciddiyetle ele almalarına vesile olmak bakımından değerlidir. Doğal olarak, İslam dünyasındaki halklar arasında böyle bir uyanış iklimi oluşturması, Siyonizm açısından büyük bir tehdit anlamına gelir. Çünkü halkların uyanması, Siyonizm’in bu bölgede varlığını sürdürememesi demektir; bu, çok açık ve net bir gerçektir.
Bunun karşı taraf açısından ciddi bir tehdit olarak algılandığından eminim. Zira medyada yer alan haberler ve açıklamalar da bunu açıkça göstermektedir. Onlar, bu toplumda bir dirilik ve canlılık olmazsa mevcut devletlerin ve siyaset kurumlarının ayakta kalamayacağını iyi biliyorlar. Mısır, Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan’daki halklar diri, bilinçli ve tepki gösterir durumda olsalardı, devletler bu kadar sessiz kalabilir miydi? Kesinlikle kalamazlardı. Bu halkların durumu, söz konusu ülkelerin siyasi tutumlarını doğrudan etkiler. Dolayısıyla, halklar arasındaki dirilme ve uyanış, siyaseti mutlaka etkileyen bir olgudur. Az çok dünyayı, hayatı ve sosyolojiyi bilenler bunu kolaylıkla anlayabilir. Burada yaşanacak her türlü gelişme mutlaka siyasi yansımalar doğuracaktır; bugün olmasa üç yıl sonra, üç yıl sonra olmasa beş yıl sonra mutlaka yansıyacaktır.
