Önünüze, nasılsa aşamaz diye devasa bir kaya kütlesi dikmişler ve elinize de adeta alay edercesine küçücük bir çekiç vermişler. Bunu yapanları niyeti malum: O engele takılanlar, ümitsizlik içinde “bu çekikçe bu kaya asla kırılmaz” deyip geri çekilecekler ve böylece engel koyanlar amaçlarına ulaşmış olacak.
Dursun Ali TÖKEL
Prof. Dr., FSMVÜ İnsan ve Toplum Bilimleri Fak.

Cahit Zarifoğlu’nu okuduğumuz zaman; insanın, milletin, vatanın, ümmetin ve hatta insanlığın dertlerini kendisine dert edinmiş büyük bir mütefekkir, mustarip bir düşünür, kavramlara yepyeni anlamlar yükleyebilen, donmuşluğuna itirazla onları sürekli güncelleyen aktif ve çilekeş bir zihinle karşılaşırız. O, bizi dar ve kalıplaşmış bakışlardan kurtulup büyük açılarla düşünmeye davet eder: “Açımızı ‘bütün dünya Müslümanlarının sorunlarını giderecek şekilde geniş tutarak, dar mekânların dedikodu ve gıybete götüren etkilerinden kurtulun.”[1]Bu nazar, Mehmet Akif’in diliyle söylemek gerekirse, Hz. Ömer’in o asil kaygısıyla eş değer değil mi?
“Kenar–ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu.
Gelir de adl–i İlâhî sorar Ömer’den onu”[2]
O, bütün benzeri soylu düşünürler gibi, bizi sürekli yeni bir şeyler düşünmeye, olmadı bir şeyleri yeniden düşünmeye davet eder. İnsan canlıdır, hayat canlıdır, hiçbir şey durağan değildir; her şey büyük bir hızla akıp gitmekte ve varlık bizatihi donmaya, sabitliğine, monotonluğa itiraz etmektedir. Her şeyin muazzam bir hızla akıp gittiği dünyada düşünceler, kavramlar, fikirler nasıl donmuş sayılabilir?
Ben ne zaman Zarifoğlu’nu okusam, işte onun bildiğimizi zannettiğimiz kavramlara yepyeni bir gözle bakan son derece diri bir zihin görürüm. Bize der ki: “Bildiğini zannettiğin bildiğinden ve zannettiğinden ibaret değil. Ona bir de şu nazarla bak!” Bu son derece önemli bir davettir. Ne zaman kavramları dondurmuşsak, biz de donmuşuz demektir. Ne zaman da donmuşsak, yaşayan ölülere dönmüşüz demektir.
Bir Dağ Nasıl Aşılır?
Başlangıç olarak, hepimizi içimizdeki bir kurt olarak yiyip bitiren karamsarlık ve ümitsizlik hastalığına karşı onun meydan okuyan şu kavi duruşuna bakalım:
Kâğıt ve sair giderlere gelen aşırı zamlar nedeniyle Mavera dergisi bir ara yayımlanamayacak hâle gelir. Enflasyonun gemi azıya aldığı, üstelik düşünceye darbe vurmak isteyen birtakım karanlık güçlerin kâğıt fiyatlarına zam üstüne zam yaptığı yıllardayız. Mavera dergisi, zaten bin bir güçlükle yoluna devam etmektedir; bir de kâğıt fiyatlarına gelen aşırı zamlar onların belini daha da büker. Herkesi derin bir ümitsizlik kaplar. Bu şartlar altında Mavera’yı aylık olarak yayımlamak mümkün görünmemektedir. Fakat Zarifoğlu hiç de öyle düşünmez. Her asil düşünür gibi, soylu tavırlar içindedir. Peki, ne yapılabilir? Bu kadar olumsuz şartlar içinde hangi saik ve imkanla derginin çıkması sağlanacaktır? Meseleye katı bir metafor örneğinde yaklaşır. Zamlar ve imkansızlıklar onların karşısına, yollarını her yönden tıkayan devasa bir kaya çıkarmıştır; görünürde bu kayayı parçalayıp yola devam etmek imkân dahilinde değildir.
Bu “kaya metaforu” üzerinde biraz durmak isterim. Yukarıda da işaret ettiğim gibi, bu katı, sağlam ve yaygın metafor hemen bütün büyük metinlerde karşımıza çıkan ve kahramanın yolculuğuna devamını imkânsız kılan aşılmaz engellere vurgu yapar. Kahraman yola devam etmelidir ama kaya da buna fırsat vermez; o halde ne yapılmalıdır? Bir defa şunu bilmemiz gerekir: Kahramanı kahraman yapan zaten bu “aşılmaz denen engeller”i aşması değil midir? O, bu engeller karşısında hemen daima yepyeni çözüm yöntemleri keşfeden değil midir? Evet, böyledir. Bu kaya metaforu destanlarda, masallarda ve hatta kutsal metinlerde sık sık karşımıza çıkar.
Mağaraya sığınan üç gencin, mağaranın girişini tıkayan bir kayadan kurtulabilmeleri için sadece Allah rızası için yaptıkları iyilikleri anlatmak suretiyle Allah’a niyaz etmelerini ve akabinde o kayadan kurtulmalarını anlatan hadis-i şerif buna güzel bir örnektir.[3] Efsaneye göre, mağaraya sığınan Ashab-ı Kehf’i görmek için gelen kişiler tam içeri girecekken devasa bir kaya yuvarlanarak gelir ve mağaranın girişini tıkar. Masallarda mağaranın taştan devasa bir kapısı vardır ve ancak sihirli birtakım sözcüklerle açılır. Anlatılarda, kahramanın dışarı çıkmasını veya içeri girmesini imkânsız kılan bir kaya vardır ve kahraman bunu bir şekilde açar ve sorunu çözer.
Cahit Zarifoğlu adeta bu mitsel kayaya atıf yaparcasına, yaşamak zorunda bırakıldıkları zorluğu aşmak için bir kaya metaforu kullanır ve onu, nasıl aşılacağını kendine özgü bir başka metaforla izah eder:
“Sermaye dergilerinin, etrafı adeta haraca kestiği bir devirde, yolları tuttuğu bir zamanda ve insanların renklere, resimlere kolaya akıp gittikleri şu şartlarda problemimiz devâsa bir kaya kütlesi ise, bizim de elimizde küçük bir çekiç var.”
Önünüze, nasılsa aşamaz diye devasa bir kaya kütlesi dikmişler ve elinize de adeta alay edercesine küçücük bir çekiç vermişler. Bunu yapanları niyeti malum: O engele takılanlar, ümitsizlik içinde “bu çekikçe bu kaya asla kırılmaz” deyip geri çekilecekler ve böylece engel koyanlar amaçlarına ulaşmış olacak.
Ama işte Cahit Zarifoğlu, öyle kayayla, engelle, kumpasla yıldırılacak bir insan değil. Çaresizlik içinde etrafına bakınıp duran ve “geri dönmek zorundayız, bu kaya bu çekiçle aşılmaz” demekten başka da bir çözüm teklifi sunamayan kalabalığa şöyle seslenir.
“Bununla o dev kütleyi parçalamak mümkün mü? Evet mümkündür! Durmadan ısrarla hep aynı noktaya vurarak mümkündür.”[4]
Cihadımızdan İbaretiz
Bu bir “kahraman” tavrıdır. Sıradan insanlar engellerle karşılaştığında en basit yolu seçerler ve hemen ümitsizliğe kapılırlar. Kahramanlar ise engelle karşılaştığında, o engeli ümitsizliğe sebep değil, azimlerini bilemeye araç kılarlar. Bu yüzden öndedirler, kalabalıkları ardına takarlar, artlarında unutulmaz izler bırakırlar. Sadece iz değil, ümitsizliğe, bezginliğe, karamsarlığa kapılma ihtimali olanlara deva olacak çareler bırakırlar.
Sadece bu kaya örneği değil tabii ki, Almanya’ya yazdığımektubunda ondaki azim ve kararlılığı, pes etmeyen asil ve kararlı ruhu yeniden görürüz: “Buradan ve oradan dört koldan çabalar harcayarak Mavera’yı dünyada okunan bir dergi yapalım. Bu elimizden gelir. Ama inatla devam ederek.”[5]Formül bellidir: Yılmak, pes etmek yoktur, bir an için bile olsun karamsarlığa kapılmak yoktur, şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun devam edilecektir.
Bütün bunlar ondaki “Cihat fikri”nin capcanlı yansımalarıdır. Bu meseleye Mavera dergisi özelinde bakmak bile konuyu izaha kafidir. Zarifoğlu’nun Mavera’yı sadece bir “dergi” olarak düşünmediğini görüyoruz. Ona göre Mavera, adeta cihadın sınır kaleleri olan bir “Ribat” haline gelmiştir. Malum ribatlar, İslam ülkelerinde başlangıçta sınır güvenliğini korumak amacıyla kurulan askerî alanlardı. Ama Zarifoğlu’na göre ribatlar, zamanla askeri alanlar olmanın dışına çıkarak daha zengin formlara büründüler: “Başlangıçta askeri amaçlarla kurulan ribatların zamanla kütüphanesi, mescit ve medresesi ve tasavvuf eğitimi ile Müslümanın nefsiyle olan büyük cihadının gerçekleşeceği merkezlere dönüşür. Buralar büyük cihadın merkezi olur.”[6]
Şimdi biz böyle düşünelim. Bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi olarak kurulan Mavera dergisi zamanla büyük cihadın merkezi olur. Pek nedir “büyük cihat?” Onun tanımıyla kişinin kendisiyle olan cihadı: “Cihadın bir alanı, İslam düşmanlarıyla savaşmayı, diğer alanı ise nefsin basit istekleriyle mücadele etmeyi kapsar. Birinde, İslam toplumunu düşman toplumlar karşısından muzaffer kılmak, diğerinde bireyi, iç düşmanları karşısında yenilgiden kurtarmak söz konusudur”[7]
Zarifoğlu’ndaki bu “cihat” fikri, yanındakiyle, arkadaşlarıyla, milletiyle sınırlı bir davranış kalıbı değil. O kadar cihanşümul düşünmüş ki, hedefi o kadar yüksek ve geniş tutmuş ki, ABD’den gelen bir mektup üzerine yazdığı cevabı yazıda şöyle diyor:
“Türkoloji enstitülerinin adresleri için şimdiden teşekkür ederim. Maveradan hepsine örnek sayılar göndereceğiz. Oralarda belki sadece birinde bizim sesimizi bekleyen bir ses vardır. Ona ulaşmak istiyoruz.”[8] Biz olsak deriz ki, “bizi Amerika’da kim okur canım?” Büyük hedefi olmak demek bu demek: “Oralarda belki sadece birinde bizim sesimizi bekleyen bir ses vardır.”
Bu düşünce, başlangıçta bütün dünyaya, büyük şairimiz Bâkî’nin deyişiyle, “Demir kuşaklı cihan pehlivanlarını” olarak salınan Sahabe efendilerimizin tavrını hatırlatmıyor mu? Bu büyük düşünce en başlangıçta “Kün tuğ bolgıl, kök kurıkan!” yani “Güneş tuğumuz olsun, gök çadırımız.” diyen Oğuz Kaan’ın ebedi ülküsünü çağrıştırmıyor mu?
Var Olmayı Sürdürmek İstiyorsak Sürekli Siyer Okumalıyız
Zarifoğlu’nun kavramları yeniden okuduğunu, bir başka tabirle güncelleyerek hayatımıza yeni anlam ve göndermelerle kattığını söylemiştik. Buna örnek olarak “Rabıta” kavramına ilişkin onun nasıl harika bir güncelleme yaptığına işaret etmek istiyoruz.
Rabıta, genellikle tasavvufî anlamı ile, müridin göz önüne getirmek suretiyle şeyhiyle sürekli bir irtibat halinde olması anlamında kullanılır. Kimine göre elzemdir, kimine göre şirktir, kimine göre lüzumsuz bir eylemdir rabıta. Biz bu tartışmalara girmeyelim ve Zarifoğlu’nun rabıtayı hangi anlamıyla güncelleyip bizim bir olmazsa olmazımız haline getirdiğine bakalım.
Zarifoğlu, Siyer Okumanın Önemi (Ya da Rabıta) başlıklı yazısında bizlere değişik bir rabıta önerisinde bulunuyor. Meseleye, Uygur Türkleri ile Çin arasında, hâlâ bugün de devam eden savaş örneğiyle yaklaşıyor. Çinliler, yıllardır savaştıkları halde nasıl olup da bir avuç Uygur Müslümanının pes etmediğini bir türlü anlayamazlar. Sonunda farkına varırlar ki, bunların kafasında bir “Muhammed modeli” vardır. O model kafalardan silinmeden ne yapılsa boşunadır. Bunun için Çinliler, gençler arasında bir takım Marksist, Leninist, Maoist örgütler kurarlar. Gençlerin kafasında Peygamber modelini silip bu Marksist liderleri önderler haline getirirler. Yaşlı Uygur Müslümanları bunları anladıkları iş işten geçmiş, gençlik maalesef elden uçup gitmiştir:
“Müslüman insanların, özellikle yetişme çağındaki gençlerin kafalarındaki ‘modeli’ değiştirmeye başlarlar. Irk ve namuslarını, topraklarını ve dinlerini Rus ve Çinli katillere karşı, (400 milyona karşı, sadece 18 milyonla) ve yetersiz silahlarla korumaya çalışan ve bunu Allah nezdinde suçlu duruma düşmemek için, Allah’ın emrine uymak kastıyla, şehit olmayı göze alarak yürüten insanlar, bu defa, olayları sınıf çatışması şeklinde yorumlamaya başlayan, kafalarındaki peygamber modeli silinip, yerine Marksist liderler ikame edilen kendi evlatlarına karşı da yürütmek zorunda kalırlar.”[9]
Ne kadar haklı ve ürpertici bir uyarıdır bu: Kafadaki yanlış modellerle haklı davanın savaşı verilemez. Peki ne yapılmalıdır? Kafalarımızda Peygamber modeli olmadan ve kendimize onu örnek ittihaz etmeden gireceğimiz savaşlarda kaybetmemiz kaçınılmaz olacaktır. Bunun için de sürekli Siyer Kitapları okumamız ve Peygamber modelini zihinlerde her daim canlı tutmamız gerekiyor: “Bunu gerçekleştirmek için ise Peygamberimizin zihinlerde teşekkül etmesi ve bu görüntünün tek taklit merkezi olarak devam etmesi, tek denetleyici olarak kaybolmaması… Onu anlatan makbul siyer kitapları okumak ve yaygınlaştırmak, yapılacakların, diğer modellerden kaçmanın en kestirme yolu…”[10]
Bu uyarılardan çıkan anlam çok açık değil mi? Rabıta vardır ve olmalıdır. Bu rabıta ise Peygamber Efendimizle yapılan, yapılması gereken rabıtadır. Varlık boşluk kabul etmemektedir. Boşlukları şeytan doldurmaktadır. Açık olan şudur: İnsan ve bilhassa gençler rol modelsiz yapamamaktadır. Onları eyleme sevk eden bir rol model olmalıdır. Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker ile yani cihatla memur olan bir Müslümanın tek ve yegâne rol modeli Peygamberidir. O halde Peygamberle irtibat kuracağımız eserler, ama makbul eserler, başucu eserlerimiz olmalıdır. Bu sadece cihadın tekil anlamıyla ilgili değildir.
“Peygamberin rol model olma”sı meselesi, hayatın bütün cephelerini, bütün rollerini çepeçevre kuşatması gereken en temel düsturdur: İdeal bir baba, ideal bir eş, ideal bir öğretmen, ideal bir yönetici, ideal bir arkadaş, ideal bir komşu velhasıl ideal bir insan olma hallerini mümkün kılabilmek için takip edilecek usul bellidir, Peygamber Efendimizi rol model ittihaz etmek.
Kutsal kitabımızda “Doğru olun” değil de “doğrularla beraber olun” denir: “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla (sadıklarla) beraber olun!”[11] Demek ki tek başına doğru olmak ve doğru kalmak çok zor bir iştir. Ama doğrularla beraber olmak, doğru olarak kalabilmek ve doğru olarak ölebilmek için en ideal yoldur. Zira kişi arkadaşı kokar. Hiç kuşkusuz ki Cahit Zarifoğlu, kendisiyle olunacak ve kalınacak doğruların en başında geliyor.
[1] Cahit Zarifoğlu, Mektuplar, (Haz.: Mustafa Özdemir), Beyan Yay., İstanbul 2010, s. 47.
[2] Mehmet Akif, Safahat, (Haz: Necmettin Türinay), TBMM. Yay., Ankara 2021, s 445.
[3] Hadis için bkz: https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/sayfa.php?CILT=3&SAYFA=143,
[4] Cahit Zarifoğlu, Mektuplar, Beyan Yay., İstanbul 2010, s. 38.
[5] Cahit Zarifoğlu, Mektuplar, s. 52.
[6] Cahit Zarifoğlu, Bir Değirmendir Bu Dünya, Beyan Yay.., İstanbul 2010, 5. Baskı, s. 52.
[7] Cahit Zarifoğlu, Bir Değirmendir Bu Dünya, s.42.
[8] Cahit Zarifoğlu, Yaşamak, Beyan Yay., İstanbul 2015, 13. Baskı, s. 188.
[9] Bir Değirmendir Bu Dünya, s. 31-32.
[10] Bir Değirmendir Bu Dünya, s. 32.
[11] Tevbe Suresi, 119. ayet.
