Ahlak Krizi

Dindarlar dinlerini çok “samimi” ve “dürüst” yaşasalar bile ahlaki meşruiyet sorunundan kurtulamazlar. Dolayısı ile yeni nesiller ile kopuşları da kaçınılmaz olacak.

Zübeyir Nişancı

Dr., Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Uygulamalı Sosyoloji Anabilim Dalı

Dindar camianın yaşadığı ve dile getirdiği “Ahlak Krizi” meselesinin temellerine dair bir müzakereyi paylaşmak isterim. Meseleyi kürtaj, yeni cinsel eğilimler ve Deizm meselesine kadar getireceğim. Önce sabırla bu konuya nasıl yaklaşılacağına dair bir giriş yapmam gerek.

Genel dinar kanaat/söylem: “Ahlaki üstünlüğü kaybettik. Bu yüzden söyleyeceğimiz söz de sözümüzün tesiri de kalmadı.”

Öyle ise bu durumda;

1. Üstünlük şahısların veya grupların (ahlaki de olsa) üstünlüğü ise o zaten sorunlu.

2. Üstünlük fikir üstünlüğü ise, kaybedilen epistemik meşruiyettir.

Epistemik meşruiyet meselesine Sokrat, Eflatun ve Aristo’dan ve onların Sofistlere karşı fikri mücadelelerinden örnekler aktarmak istiyorum. Ama önce bir öncül fikir paylaşımı ile başlayalım.

Her ahlaki argüman epistemolojik/ontolojik kabul veya varsayımlara dayanır. Bu varsayımlar meşru görünmüyorsa ahlaki çıkarımların da meşruiyeti sorunlu olur. Örneğin Hümanizm, “insan kendine sahiptir (veya insanın sahibi yoktur)” fikrine dayanır. Kendine “sahip” olan insan, hayatındaki gayelere ve hedeflere de sahip olur. Kendi kendime varsam kendim için varım demek gibi…

Doğruların varlığı, sabitliği ve bilinebilirliği hatta evrenselliği (yani bireysel düşünce ve zanların yanılgısından ari olduğu) varsayımları da “doğru” (ahlaki) hayat yaşama fikirlerinin ön koşullarıdır. Evrensel doğruların varlığı ve bilinebilirliği yaygın bir şekilde zan altında ise veya reddediliyorsa “doğru yaşam” çağrısının meşruiyeti ya yoktur ya da en iyi halle zayıftır. Ahlaki argüman varsayımları sadece evrensellik açısından sorunlu görünmüyor, onların yanlış bir kozmolojiye (örneğin mitoloji) dayandığı düşünülüyorsa, bu çağrıların meşruluğu iyice zayıflamış olur.

Konu dindarlığına gelecek; önce Sokrat, Eflatun bu sorunla nasıl uğraştı bakalım.

Pre-Sokratik felsefe âlemde görülen nizam ve gayeliliğinin (hikmet) insanda da bir karşılığı olması gerektiğini yani ahlakiliği öngörüyordu. Bu da doğruların bilinebilirliği (evrensel nizamın keşfedilebilirliği) fikrine dayanıyordu. Sofistler bu fikri tersine çevirdiler, sabit doğrular yoktur, varsa da bilemeyiz, dolayısıyla evrensel (öznel olmayan) ahlaki kaideler de yoktur dediler.

Bu rölativizm genel kabul gördüğünde ahlaki sistem formülasyonlarının meşruiyetini ciddi tehdit ediyordu. Sokrates ve Eflatun bu durumu fark ettiler. Esasen “ahlak felsefecisi” olan yani en temel meseleleri doğru hayatın nasıl yaşanacağı sorusu olan Sokrates ve Eflatun (ve Aristo) bu konudaki fikirleri söyleyebilmek için önce epistemolojik relativizmi reddetmeleri ve sabit hakikatlerin varlığını ispat etmeleri gerekiyordu.

Bu anlamda en dertli Eflatun’du. Sokrat’ı aktardığı (hatta konuşturduğu) diyaloglarda Sokrat ahlakın özeti olan adaletin ne olduğunu söylemiyor ama muhataplarına da adaleti şahsi zanları ile bilinemeyeceklerini bu zanların bir tahkike tabi tutulması gerektiğini gösteriyordu. Dolayısı ile Sokrat (şahsi zandan sorgulayarak arındırılmış) evrensel doğrunun bulunma çabasını vurguluyordu. Eflatun da “İdealar Teorisi” ile sabit evrensel hakikatlerin varlığını ispat etmeye çalışıp “Mağara Alegorisi” ile de bu doğruları kimin nasıl bulabileceğini anlatmak istedi. Bunları epistemolojik rölativizmin tehdidinde olan doğru ve iyi yaşamanın imkân ve gerekliliğini göstermek için yaptı. Onun üzerine insanlar için doğru yaşamın ne olduğunu ve bu doğruyu yaşatabilecek sosyal düzenin nasıl olması gerektiğini de “Devlet” eserinde anlattı.

Modern ahlak felsefe ve formülasyonlarında etkisi daha çok olan Aristo da mantık ilmini geliştirerek sabit hakikatlerin nasıl bulunacağını daha doğrusu doğruların yanlışlardan nasıl ayırt edileceğinin yollarını göstermek istedi. Aristo kendi içinde tutarlı bir ahlak kuramı oluşturdu. Bu kuramda bugün de etkisi çok güçlü olan tabiatçılığa yani “her varlığın (hatta Allah’ın) sabit tabiatı vardır ve bu tabiatın gereği ne ise onu yapar” fikrine dayanıyordu.

Dindarlığın sadece Türkiye’de değil bugün her yerde yaşadığı “ahlak” krizine geri dönelim. Dindarlar dinlerini çok “samimi” ve “dürüst” yaşasalar bile ahlaki meşruiyet sorunundan kurtulamazlar. Dolayısı ile yeni nesiller ile kopuşları da kaçınılmaz olacak.

Mesela “Kürtaj” ve “Cinsel Tercih” konularında dindarlar, bu epistemolojik şoku farkına vararak veya varmayarak yaşıyor. Kürtaj ve farklı cinsel tercih “bedenime dokunma” (vücut benim) derken; bu “günah” veya “yanlış” demek, bu iddiaların kozmolojisine konuşmuyor, havada kalıyor. Vücut benim diyene günah işliyorsun dense ne fark eder? O kozmolojik argüman kurarken iyiden, doğrudan ve yanlıştan bahsedenin adı “ahlakçı” olur.

Rölativist dünya görüşünde olana ve ondan etkilenene sabit ve kalıcı doğrulardan nasıl bahsedebilirsin? Yapanın adı “dogmacı” olur. Temelini epistemolojik rölativizmden alan ahlaki rölativizm, dindarlar kendi doğrularını en samimi yaşasalar da onları veya çocuklarını bulacak(tı). Bugünkü dünyanın yaygın kodu bu. Bu ahlaki rölativizm ve ben kendime sahibim’cilik de ister istemez öznellik doğuracak. Yani ben istediğim gibi yaşarım, istediğim şeyi tercih ederim fikri yayılacak.  Aslında bu öznelliğin benzerini dindarlar farkına varmadan önceki nesillerde tattılar. Fark şu ki onda ikinci “L” eksikti, çünkü o “öznelik” yani faillikti.

Peki, faillik (öznelik) ne?

Hümanizma etkisiyle insanlar kendilerini hayatlarının hatta tarihin sahibi ve baş aktörü (öznesi) olarak gördüler. Bu ilerlemecilik ve medeniyetçilik ile fikirleri ile üstü kapalı tahkim edildi. Dindarlar buna yarı özürcü yarı öykünmeci katıldılar. Bu fikrin geçmişe bakan kısmı (İslami) Medeniyetçilik, günümüze bakan tarafı ise proje dindarlığı (cemaatçilik ve siyasetçilik) oldu. Yani geçmişi biz (ceddimiz) mükemmel inşa ettik, şimdiyi ve geleceği de biz inşa edeceğiz. Aslında masum gibi görünen bu faillik vurgusu seküler hümanizma etkisiyle gelişip yayıldı. Dindarlar din yerine “Medeniyet” kavramını kullanmaya başladı. Hutbelere ve dindarların kamusal söylemlerine bakın bugün çoğunda “medeniyetimiz” vurgusu vardır. 50 sene önce bile bu söylem yoktu. Temeli seküler hümanizmden etkilenen “inşacı faillik” ve onun ürettiği söylemlerle hayata giren dindarlar pek çok tutarsızlık ürettiler. Bu da kaçınılmazdı, çünkü teşebbüsün kendisi -eğer din adınaysa- çelişkiliydi. Ama dindarlar bunu fark etmedi.

Bu çelişkiyle “dilinde (yaratıcı olarak) Allah olduğu halde, üstü örtülü şekilde hayatın (tarihin) gerçek faili olarak insanı (kendilerini) gören” bir dindarlık formu ortaya çıkmıştı. Âlemi Allah yarattı ama tarihin öznesi biziz yönelimiyle hareket eden bir yaklaşım kuvvet buldu. Bu yönelişle hareket eden eski nesil, şimdi gençlere “Allah’ın varlığına inanıyor ama Allah’ı âlemden de hayatlarından da uzak görüyorlar” diyor. Bunun adına da deizm diyorlar. Sormak lazım, acaba eskisinde (öznelik) de bunun (öznellik) benzeri yaklaşım yok mu?

Gördüğüm eski nesiller yeni nesillerin “öznelliğinden”, yeni nesil de eski nesillerin “özneliğinden” ve bu özneliğin ortaya çıkardığı tutarsızlıklardan şikayetçi. Aslında (benim de dâhil olduğum) eski nesil kendini daha emniyette görüyorlar ama inşa etmek istedikleri ahlaki düzenin seküler kozmolojiye ne kadar bağlı ve benzer olduğunun farkında değiller.

İç sorgulama da hiç bir zaman kozmoloji ya da epistemoloji tarafından yapılmadı. Bu sorgulamanın yapılmamasının sebeplerinden biri çatışma halinde de olsa modern sistemin geleneksel yapıların devamına müsaade etmesiydi. Çünkü dindarlar hümanist modernitenin epistemolojik meşruiyet sınırları içinde (öznelik, inşacılık, toplum mühendisliği, sistem kuruculuğu, cemaatçilik, medeniyetçilik, ilerlemecilik, milliyetçilik, kalkınmacılık) hareket ediyorlardı. Dindarlar da bu alanda hareket edip genişledikçe hedefe bir adım daha yaklaştıklarını düşünüyorlardı. Ta ki epistemik meşrutiyetin zemini değişinceye kadar.

Ayrıca fethedilen veya arzulanan yerlerin ‘modus operandi’si var. Bu kaleler içine girenlerce fethedilmiyor tam aksine içine gireni fethediyor. Ona doğru ve onun için adımlar fetihten önce değişimi zaten başlatıyor. Şimdi bu şekilde tam zafere ulaşacakken mağlup olmuş (bizim) eski kuşak geleceği inşa edelim derken, yeni nesillerin bambaşka bir alana bambaşka bir ahlak sistemine kaydığını görmeye başladı. Ve eski kuşağın bir kısmı gençleri kurtarmanın çözümünün eski yapılarla (mesela aile, medrese, ilim, Arapça) bağlarının devamını sağlamakla olacağını düşündü.

Kanaatim bu çabaların beyhude olduğudur. Zira değişen şeyin hangi kozmolojiye dayandığını ve bu kozmolojinin oluşturduğu ahlaki epistemolojik meşruiyet kurgusu çözülmeden bu tür sorunlar anlaşılamaz ve de çözülemez. Böyle bir şeye de kolay kolay kimse yönelmez çünkü bu çaba önce herkese durduğu zemini sorgulatır. Sorgulamayan da niye böyle diye şikâyet etmemeli.

Bugünkü ahlak sistemini ve onun dayandığı “öznelliği” anlamak isteyen ve eğer bir “İyi ve Doğru” mücadelesi vermek isteyen varsa bunun sosyolojik veya siyasal bir kavga olmadığını en başta anlaması gerekir diye düşünüyorum.  Öznelliğe karşı evrensel (bireysel tercihin dışında) bir doğrunun olduğunu ancak zihinsel çabayla ortaya koyabilirsiniz.

Bugünkü ahlaki rölativizm ve onun atası olan tabiatçılık temelli hümanizm, ilmek ilmek işlenmiş hatta kavgası verilmiş kozmolojilere dayanıyor. Bu kozmoloji ise sosyal kuvvetler ile yayılsa da etkisini fikrin mekânı olan zihinlerde gösteriyor ve zihinleri o şekilde yönetiyor. Bir ayet var: “Allah hakkı kelimeleri ile tahkik eder”. Bundan “Hakk”ın anlaşılması da yerleştirilmesi (tahkiki) de söz ile yani anlamlandırma ile yani zihin iledir diye anlıyorum. Söz konusu adalet olsa “kelimeler” ile tahkik eder demezdi belki ama hakkın inşası (yani keşfi ve gösterilip yerleştirilmesi) için kelime vurgulanıyorsa bugünkü ahlaki rölativizmi anlamak ve ona cevap vermek kelimeler ile olmalı. Sokrat veya Eflatun gibi bir taraftan ahlaki hayatın prensiplerini konuşurken diğer taraftan onun kozmolojisinin hakikatinin (zihinsel) kavgası verilmeli. Tekrar edeyim, buna da kimse yanaşmaz. Dindarlar da şikâyet ede ede günlerini geçirirler.